Nahr al-Kalb’in kıyısındaki rengarenk Babil kulesi
Savaş yorgunu Beyrut, Ortadoğu’da dolaşan kara bulutlara rağmen toparlanma ve eski günlere dönüş çabasını sürdürüyor. Birbiri ardına gelen krizler turistik mekanlar, restoranlar ve gece hayatındaki canlılığı azaltamadı. Lübnan’a vizesiz seyahat imkanının sağlanması, THY ve Pegasus’un özellikle kış aylarında cazip fiyatlarla sunduğu biletler son bir yılda Beyrut’a giden Türklerin sayısını artırdı. Doktor Gökmen Kahiloğulları, izlenimlerini yazdı.
Şehre girerken billboardlardaki yazılar karşılıyor sizi. Beyrut’un ruhunu canlandırıyoruz diyorlar. İngiliz gazetesi The Guardian’dan aldıkları başlığı buralara iliştirmişler: “Beirut is back.. And it’s beatiful” yani Beyrut geri döndü ve güzel. Şehir tekrar oluşturuluyor. İç savaş döneminin yorgun yıkık halinden kurtulup, “Doğu’nun Paris’i” olduğu günlerine kavuşmak istiyor. Gerçekten de tüm şehir şantiye halinde. Tarihi yapılar restore ediliyor, lüks yapılar yeniden oluşturuluyor, şehir küllerinden yeniden doğuyor... Caddelerde, ara sokaklarda savaşın izleri halen mevcut, ancak yaralar sarılıyor, şehir silkiniyor. En büyük dayanakları olan turizmi canlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
BU MAĞARAYA KALEMLE KAMERAYLA GİRMEK YASAK
Ülkenin birleştirici harclarından biri Fenikeliler. Lübnanlılar alfabeyi ilk kullanan bu halkın torunları olmaktan gurur duyuyor. Doğu Akdeniz sahilinde 250 kilometre boyunca uzanan ülkede kıyı şeridindeki tarihi Fenike şehirleri övünç kaynakları: Tire, Sidon, Biblos, Tripoli... Biblos’u gezerken önce Fenikeliler’in ibadet alanlarının yanındaki Roma sütunları gözüme çarpıyor. Arkasında Haçlılar’ın Kalesi, hemen deniz kıyısında Persliler’in liman kalıntıları, Haçlı Kalesi’nin Osmanlılar tarafından güçlendirilmiş burçları, burçların arasında tarihi St. John Kilisesi... Tarihi hissetmeye çalışıyorum. Fonu kiliseden gelen çan sesi ile kale kapısının çıkışında sizi bekleyen Memlüklüler’den kalma tarihi camiden gelen ezan sesi tamamlıyor...
Aslında Beyrut, tüm Lübnan sahili boyunca uzanan büyük bir şehir. Şehir bitmiyor, ancak bir nehir şehir sınırını oluşturuyor: Nahr al-Kalb. Yani Köpek Nehri. Tarihte orduların bu bölgeleri zaptında kullandıkları güzergâhı çiziyor aynı zamanda nehir. Nahr al-Kalb’den dağlara doğru çıktıkça Lübnan Bayrağı’nda da kendine yer bulan ünlü sedir ağaçları manzaraya ekleniyor. Akdeniz uzakta, alçaldıkça büyüyor ve nehrin kalbinde muhteşem bir doğa güzelliği bizi bekliyor: Jaita Grotto. Büyük bir mağara olduğunu söylüyorlar. Dağların belli bir noktasına kadar taşıtla gidiyoruz sonrası teleferikle. Mağaranın girişinde kamera, fotoğraf makinesi, cep telefonlarımıza gezi boyunca el koyuyorlar. Bunlara peki ama, kalem, kesici alet varsa onları da alalım diyorlar. Ben buna pek anlam veremiyorum, ancak Hocam Şükrü Çağlar tecrübesini ortaya koyuyor: “Türk olduğunu anladılar, mağaraya girip kalp çizmeden çıkmayacağını bildikleri için korkmuşlardır.” Girişte standlar, imza kampanyaları, broşürler. Dünyanın sekizinci harikası olması için Jaita Grotto’yu aday göstermişler, çalışıyorlar. Merakımız artıyor, içeri giriyoruz. Girişte, sırayla geçilen dar aralık arkasında ufak bir mağara olduğunu düşündürüyor. İnceden-uzaktan garip bir su sesi var. Ancak aralık geçildiğinde bambaşka bir dünyaya geldiğinizi anlıyorsunuz. Burası Yüzüklerin Efendisi’ndeki mekanlardan biriymiş hissi veriyor hemen... Devasa sarkıt ve dikitler, inanılmaz renkler ve bu renklerin tüm mağarada dalgalanmasını sağlayan zümrüt yeşili bir nehir, daha doğrusu bir göl. Mağaranın basamaklarını indikçe ve çıktıkça derinden gelen su sesi artmaya başlıyor. Yaklaştıkça su sesi artmıyor, korkutuyor; Mağarada nehir büyük bir çağlayanla göletinde patlıyor, mağara duvarlarında yankılanarak güçleniyor. Artık değil yanınızdakini, içinizdeki sesi bile duyamıyorsunuz, artık mağaraya aitsiniz... Çağlayanın hemen durulduğu yerde ileride sandallar sizi bekliyor. Zümrüdî gölde gezme zamanı. Başlangıçta duyulmayan sandalın ahenk bozan motor sesi, çağlayandan uzaklaştıkça kulakları tırmalamaya başlıyor. Gölün en geniş kısmında ne mutlu ki motoru kapatıyorlar. Tekrar Yüzüklerin Efendisi’nde bir sahne hissi: Kocaman bir salondaki devasa sarkıt ve dikitlerde gölün aksı ve suyun dansı var... Burası başka bir dünya... Dönüş yolu bu keyfi pekiştiriyor. Jaita Grotto’dan çıkarken başka bir dünyada çekilen filmde görevini layığıyla yerine getirmiş bir figüranın mutluluğunu hissediyorum. Artık gerçek dünyadayım. Sahi bir mağarada olması gereken “o şimdi asker” yazıları ve kalp figürlerini göremedik?
YALLAH, YALLAH OSMANLI TORUNU
Artık Beyrut’un gecesini merak ediyorum, akşama doğru şehre dönme saati. Trafik zaman zaman sıkışıyor. Araçtan inip birbirine bağıranlar var. Bildiğimiz, tanıdık insanlar, davranışlar, akraba halklar... Bunlar Lübnan’ın ünlü edebiyatçısı Amin Maalouf’un kitaplarında anlattığı “çivisi çıkmış dünya”nın insanları, bizler. Edebiyat ve Lübnan deyince aklıma hemen Amin Maalouf gelir. Ancak edebiyat ve Beyrut deyince aklıma artık bir Türk yazar, Ece Temelkuran geliyor. Güneş, Akdeniz’in ufkunda kırmızımsı son ışıklarını vermeye çalışırken tekrar Ece Temelkuran’ın şehrine giriyoruz.
Otobüsten iner inmez çok merak ettiğim bir yapıyı görmek için hemen harekete geçiyorum: Bir Osmanlı yapısı; Grand Serail yani Büyük Saray. Şimdi hükümet binası olarak kullanılıyor, zamanında bölgenin Osmanlı idari merkeziymiş. Günü bitiren kırmızı ışıkları sarayın pencerelerinde yakalarım umuduyla koşuyorum ve yetişiyorum. Fotoğraf makinemin deklanşörüne basmaya hazırlanırken pala bıyıklı, iri kıyım ve gömleğinin alttaki son iki düğmesini parçalayıp dışarı taşma eğilimde göbeğiyle bana doğru koşan görevli canhıraş bağırıyor: “Yallah! Yallah!” Bunun “Lütfen buranın fotoğrafını çekmeyin ve gidin” anlamına geldiğini biliyor ve fotoğraf alamadan oradan ayrılmak zorunda kalıyorum. Yapı çok etkileyici, her penceresinden ayrı bir kırmızı güneş batarken uzaklardan gelen korna, insan, müzik, çan ve ezan seslerine yöneliyorum. Gün içinde ağırlıklı olarak duyulan inşaat sesi yok artık. Acıktım, seslere doğru gidiyorum.
NEJMEH’TE DEKOLTE KIYAFET SANKİ MECBURİ
Burası Nejmeh, Beyrut’un ortası... Merkezinde bir Osmanlı saat kulesi var. Burası Beyrut’un, hatta ülkenin ortası kabul ediliyor. Roma Hamamı 100 metre, Beyrut’un en eski kilise ve camileri birkaç 10 metrelik uzaklıklarda. Şehir hep buradan merkez almış. Saat kulesine açılan sokaklar; kafeler, restoranlar ve insanlarla dolu. Lübnan gecelerinin asıl merkezi olan Gemmayzeh kadar olmasa da buranın da hatırı sayılır bir ünü var. Sokaklarda, kafelerde insanlar, kızlar-erkekler yemek yemiyorlarsa kesin nargile içiyor. Erkekler bildiğimiz gibi, ancak kadınlar için dekolte giyinmek bu bölgeye girmek için sanki mecburi! Mini etek, göbek, göğüs ve omuz dekolteleri olmazsa olmazları, sanki bir yarış içindeler. Ancak kesinlikle kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Artık karnımı doyurmalıyım. Lezzetler aslında bize çok yabancı değil. Özellikle bir Hataylı olarak aşinayım. Neler yok ki: Humus, kibbi (içli köfte), kibbi ney (çiğ köfte), tabbuli, zahter salatası (bol nar ekşisiyle muhteşem), sembusek, flefil, lebeni. Daha sayamadığım mezeler ve yemekler yanına tabii ki olmazsa olmazı arak, yani Lübnan rakısı. Arak, rakımıza göre daha hafif ve tatlı gibi, yemekler müthiş. Garson Ali, kısa bir süre Türkiye’de çalışmış. Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Sizde de, bizde de aynıdır” deyip, yemek sonrası Türk kahvemi getiriyor.
Arakın ve şehrin neden olduğu tatlı sarhoşlukla otelime dönerken sıfır noktasındaki saat kulesinin yanında çok tanıdık bir ses duyuyorum. Çocukluğumda, annemle dinlediğim Lübnan’ın efsane şarkıcısı Feyruz’un sesi sokakta yankılanıyor. Umudunu yineliyor şarkısında: “Ena hibbek ya Libnan, ya vatani hibbek...” Lübnan seni seviyorum, vatanım seni seviyorum...
POLAT ALEMDAR HAYRANI BEYRUTLU ALİ
1975 yılında Filistinli mültecilere ateş açan Hıristiyan milisler ile başlayan savaş 1991 yılına kadar 16 yılda Paris imajını yerle bir etmiş. Temelinde, Hıristiyan ve Müslümanlar arasında mücadele gibi görünen savaşa birçok grup katılmış. Bashir Gemayel’in Hıristiyan aşırı sağcı Falanjistleri, Musa Sadr’ın ılımlı İslam yanlısı Şii-Emel Örgütü, Arap Milliyetçiliğini savunan Sünni-Murabitun örgütü, Velid Cumblat’ın sosyalist Dürzi örgütü, FKÖ, Hizbullah... saymakla bitmez. Zaman zaman aralarında, bazen komşu ülkelerle işbirliği yapmışlar, ama yine de Lübnan’ı yok edememişler. Savaşın sonuç olmadığını anladıklarında ise 16 yıl geçmiş. Sonrasında İsrail ile savaşlar, günümüze kadar. Şimdi ülkede barış havası var. Anlaşmışlar, meclisde temsil edilme oranları daha önce Hıristiyanların lehine iken şimdi Müslümanlarla eşit sayıda temsil edilmelerine karar verilmiş. Bir de değişmez görev dağılımı yapmışlar. Devlet Başkanı her zaman Maronit Hıristiyan, başbakan Sünni Müslüman ve meclis başkanı Şii Müslüman. Lübnan mozaiğini oluşturan başka gruplar da var: Rum Ortodoks ve Katolikler, Protestanlar, Ermeniler, Dürzîler, Aleviler, Türkmenler, Çerkezler...
Beyrut’un kuzeyine yerleşen Anadolu kökenli Ermeniler ticarette oldukça etkin. Holding isimleri boy boy görülüyor: Demirciyan Holding, Dedeyan Group, Pamukcuyan Holding... Konuştuğum Ermeniler dedelerinin çok zorluk çektiğini, ancak savaşın da bitmesiyle şimdi mutlu olduklarını söylüyor. Beyrut’un merkezi Maronit Arap ve Rum Hıristiyan ağırlıklı. “Müslümanlarla hiçbir sorunumuz yok. Tek düşmanımız Lübnan’ı bölmeye çalışan İsrail” diyorlar. Güney Lübnan, Müslüman ağırlıklı. Her yerde 2005’de suikast sonucu öldürülen Lübnan eski başbakanlarından Refik Hariri’nin fotoğrafları var. “Biz tüm Lübnan halkı aslında aynıyız, İsrail’e karşıyız.” Genelde sosyoekonomik düzeyi iyi olan Beyrut’un bu bölgeleri düşman olarak İsrail’i belirlemiş. Onları birleştiren harç bu. Bir de “hepimizin atası aynı, hepimiz Fenikeliler’in torunlarıyız” diyorlar. Ancak Doğu Beyrut’un durumu biraz farklı. Sosyoekonomik düzeyi daha düşük olan bu bölgede savaş döneminde de en şiddetli çatışmaları yaşamış. Hıristiyan ve Müslüman mahalleler çok keskin sınırlarla ayrılmış. İki taraf da gergin. Yirmili yaşlardaki Ahmet’le konuşuyoruz. “Hıristiyanlarla savaş bitmez” diyor. Bölgede birçok Müslüman genç gibi o da “Kurtlar Vadisi - Pusu” logolu tişört giymiş. Polat Alemdar’ın ne müthiş adam olduğunu, hasımların nasıl muhteşem tekniklerle öldürdüğünü anlatıyor bana. Polat Alemdar ve arkadaşları hakkında sorular soruyor. Biraz Arapça, yetmedi İngilizce, olmadı el-kol hareketleriyle açıklamaya çalışıyorum. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganıyla kurulan ülkemi bu sorulara maruz kalarak temsil ettiğim için üzülüyorum.