Mutluluğun resmi: Havana
Nostaljik bir film setini andıran Havana’nın kapılarını bir bir araladığımda görüyorum ki; Kübalıların iyiliğe, koşulsuz mutluluğa olan inancı ve kentin müzikle yoğrulan bir yaşam enerjisi var.
Yıllardır biriktirdiğim kartpostallara bakıyor, ruhumu ısıtmak için Küba filmlerini tekrar tekrar izliyor, fotoğraflardaki mutlu insanların hikâyelerini içten içe merak ediyordum. Bir gün, Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz kitabını elime alıp yeniden okumaya başladığımda içimde giderek büyüyen bir heyecan olduğunu fark ettim. Havana’daki evi Finca Vigía'nın önünde oğullarıyla beyzbol oynarken ona “Papa” yani “Baba” ismini veren Kübalı çocukları; bahçede duran teknesiyle denizde yaşadığı maceraları, Cojímar açıklarında tuttukları balıkları deniz tuzu ve koruk suyuna bulayan balıkçıları gözümde bir bir canlandırıyordum. Sanki hepsi hayattaymış gibi, beklemediğim bir anda karşıma çıkıp şarkılar söyleyeceklerini hayal ettiğim Buena Vista Social Club üyelerini ve sokaklarda göz göze gelip hiç tanımadığım hâlde merhabalaşacağım insanları da… Zihnimde dönüp duran bu görüntüleri hayale çevirmek artık yetmiyordu. Küba’ya gitme kararını o anda verdim.
“Vas Bien, Fidel”
Güneşin şehri kavurduğu bir öğle vakti Havana’ya vardım. Bu kente ilk kez ayak basmanın verdiği merak ve keşfetme arzusuyla, hızlıca bir taksiye atlayıp Habana Vieja’ya (Eski Havana) gitmek üzere yola çıktım. Üzerinde Che Guevara ve Camilo Cienfuegos kabartmaları olan binaların ve José Martí anıtının olduğu Plaza de la Revolución’un yanından geçtik. Kübalıların çok sevdiği liderlerden Camilo’nun kabartmasının altında “Vas bien, Fidel” yazıyordu. Fidel Castro halka hitap ederken arkasına dönüp “İyi gidiyor muyum Camilo?” diye sorunca Camilo “İyi gidiyorsun.” anlamına gelen bu sözü söylemişti. Söze ve kabartmadaki gülen gözlerine bakarak ben de gülümsedim. XIX. yüzyılda, Küba’nın bağımsızlık mücadelesindeki duruşuyla ulusal kahraman olan, şiir ve yazılarıyla daima anılan José Martí ise Havana’ya gelenleri daha ciddi ve düşünceli bir tavırla karşılıyordu. Anıttaki ifadesine bakınca, Küba’nın bugünlere hiç de kolay gelmediğini inceden inceye hissediyor insan.
Şimdi Habana Vieja’da, “casa particular” deneyimini ilk kez yaşayacağım evin kapısını çalıyorum. Bu uygulama sayesinde, rezervasyon yaparak “ev pansiyon”larda kalıyor; yerel yaşama yakından tanıklık ediyorsunuz. Kapı açılıyor ve kocaman gülümsemesiyle ev sahibemiz Bianca ve “Hola!” diyerek el sallayan, bakışları utangaç torunu karşılıyor beni. İkinci kata çıkıp evi gezdikten sonra, Bianca bana balkonu ve ailesiyle yaşadığı bitişik daireyi göstererek; “Bir şeye ihtiyacın olursa, bana balkondan seslenebilirsin.” diyor. Balkondan etrafa bakınca anlıyorum ki artık gerçekten Havana’dayım!
Şehrin en eski bölgesi Habana Vieja’nın tatlı kaosu içinde gezinirken zihnimdeki “tipik” Havana kapıları da bir bir aralanıyor. Hareket, ses ve renklerin iç içe geçtiği sokaklara hâkim olan o nostaljik duygunun başrollerinde kolonyal dönemden kalma yapılar ve müşteri bekleyen şık şoförleriyle klasik arabalar var. Biraz daha yürüyünce, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını yazdığı Hotel Ambos Mundos’un önünde kalabalık bir turist grubuyla karşılaşıyorum. Boyunlarında kameralar, sabırsızlıkla otele girmeyi bekliyorlar. Katedral Meydanı’nda ise guava suyu ve dondurma satan büfeler, üniformalı öğrenciler, köşebaşlarında bembeyaz elbiseli falcı kadınlar ve bir kafenin önünde, içeriden yayılan müzikle dans eden birkaç çift var. Afrika ve İspanya esintileri taşıyan bir müzik türü olan “Son Cubano”yu günümüze taşıyan bu melodiler Havana’nın fon müziği oluyor benim için. Gönlümde bu müzikle Kolonyal Sanat Müzesi’ni, Wilfredo Lam Çağdaş Sanat Merkezi’ndeki sergileri, Alejo Carpentier Vakfı’nı geziyorum.
Küba kültürünün gerçek rengi: Vedado
Havana’nın kendine özgü hayatı ve yerel tadı Vedado bölgesinde karşıma çıkıyor. Burada hayat sokaklarda akıyor. Sanki evlerin kapıları sokaklara değil, sokaklar bir bir evlere açılıyor. Kapı önlerinde sohbet eden, birbirleriyle şakalaşarak domino oynayan, pazarın meyve dizili tezgâhları önünde sıraya giren insanlar, kapıları ardına kadar açık bir evde televizyonda futbol maçı izleyen bir aile, vantilatörün karşısında bale figürleri çalışan iki küçük kız… Küba halkının yaşamını özetleyen kareler!
Küba’nın Afrikalı kökenlerinden miras kalan çok renkliliği burada gözler önünde. Kadınların elbise ve aksesuarlarında, erkeklerin giydiği guayabera denilen geleneksel gömleklerde, okul ve iş üniformalarında, dükkânların elle boyanmış tabelalarında ve duvar resimlerinde… Başımı nereye çevirsem farklı bir tonla karşılaşıyor, sanki bir gökkuşağı içerisinde geziyorum. Yüzüme bir tebessüm yerleşiyor. Karşılaştığım insanların bana nereden geldiğimi sormaları, “Merhaba” ve “Ülkemize hoşgeldin.” demeleri yaşama dair güzel duyguları gün yüzüne çıkarıyor. Kendilerini beyzbol oynamaya kaptırmış çocukların neşeli koşuşturmaları şehrin ritmini daima canlı tutuyor. Kübalılar futbol, bale ve müziğe de bayılıyorlar.
Huzurlu ve mutlu insanların kenti
Havana’da yeni güne uyandığımda kulağıma ilk olarak komşuların balkon sohbetleri geliyor. Konular televizyon dizilerinden markette indirime giren ürünlere, ülke gündeminden spora kadar uzanıyor. Patates satan seyyar satıcının bağırışlarına silkelenen çamaşırlardan yükselen pat pat sesleri ekleniyor. Bu, Havana’nın gündelik yaşamı… Bianca seslenince balkona çıkıyorum. Kızarmış yumurta, plantain, kahve, ananas, mango ve guava meyvelerinin olduğu tepsiyi uzatıyor. Bu kahvaltı Küba’ya gelen turistlerle zaman içinde şekillenmiş. Kübalılar ise sadece şekerli bir kahveyle güne başlıyorlar.
Kahvaltıyı ev ziyaretleri izliyor: Limon sarısına boyanmış Casa de la Obra Pía’nın Barok avlusunu, 26 Afrika ülkesinden getirilmiş eşyaların sergilendiği dev konak Casa de Africa’nın odalarını, Havana’nın tek camisi olan Casa de los Árabes’i ve abidevi Capitolio’yu ziyaret ediyorum.
Havanalılar, şehri boydan boya kat eden sahil yolu Malecón’da iş çıkışında bir araya geliyorlar. Gün batımını onlarla birlikte karşılamaya hazırım. Sahilde balık tutanları gördüğümde Hemingway’in inatçı ve yaşlı balıkçısı Santiago gözümde canlanıyor. Güneşin bütün şehri turuncuya boyadığı bu anlarda, renk renk arabalar, batan güneşe doğru gidiyorlar. Kayalıklara oturmuş üç arkadaş gitar çalıp içinde “Küba” geçen şarkılar söylüyor. Kalabalıklaşan sahil yolunda, uzayan insan gölgeleri arasında gençler dans ediyor. Deniz kenarına geçip, kendimi kıyıdaki kayaları döven dalgaların sesine ve yavaşça koyulaşan ufkun görüntüsüne bırakıyorum. José Martí’nin dizeleri geliyor aklıma: “İki yurdum var benim: Küba ve gece. İkisi de bir sayılır aslında…” O andan itibaren beni çepeçevre saran mutluluğun resmi Malecón’da çiziliyor. İşte bu resim, bir gün beni bu kente yeniden çağıracak.