Son Güncelleme:
Mil gezginleri
Yaz geç de olsa geldi. Okullar da kapandı. En popüler tatil mevsimindeyiz. Maalesef fiyatlar ateş pahası. Ulaşım, konaklama, ekstra harcamalar derken rakamlar büyüdükçe büyüyor. Ama bu durum herkes için söz konusu değil.
Tatil profesyonelleri uzun zamandır uçak biletlerini bedavaya getiriyor. Yıl boyu kredi kartı harcamasından, iş ve özel uçuşlardan biriktirdikleri millerle dünyanın dört bir yanına uçuyor. Kazandığı millerle 100’den fazla ülke gören bile var. Sizin için mil gezginleriyle konuştuk. Hem en uygun mille bilet alma taktiklerini hem daha fazla mil kazanma yollarını anlattılar; hem de bizi küçük bir dünya turuna çıkardılar. İŞt, millerle gidilmiş seyahatlerin, Floransa’nın, Senegal’in, Şam’ın, CapeTown’ın güzellikleri...
HİKMET ÜNAL (Tekstilci / 37 yaşında)
Oxford Cinayetleri’nin çekildiği mekanları merak ediyordum, şehre gittim
Mesleğim nedeniyle çok seyahat ediyorum. Son beş yıldır uçuşlarımda kredi kartımın sağladığı milleri kullanıyorum. Cape Town, Sao Paulo, New York gibi uzun uçuşlar dahil, pek çok şehre gittim millerle. 10 yurtdışı uçuşumdan en az ikisi tatil amaçlı. Zaten milleri yurtiçinde kullanmak pek akılcı değil. Çoğunlukla THY’nin promosyonlarını takip ediyorum. Millerden yüzde 20 avantaj sunuyor, ayrıca elite plus üyelerine yılda iki kez bileti upgrade etme imkanı veriliyor. Bence milleri en etkili kullanma yolu, bileti erken alıp, business konforundan yararlanmak. Ekonomi biletini business’a yükseltmek için mil kullanmak çok pahalıya geliyor. Geçmişte yıllık tatillerimin dışında, yılda beş, altı kez yurtdışında uzun hafta sonu kaçamakları yapardım. Biriken millerin teşvikiyle şimdi bu sayı yılda dokuz, ona çıktı.
Çoğunlukla Dubai, Milano, Moskova, Paris’e uçuyorum. Artık dünyayı daha çok merak ediyorum. Örneğin millerle Tayland’a, hiç aklımda yokken Los Angeles’e uçmayı planlıyorum. Gelecek ay yine tatil için Hindistan’a gideceğim.
Son yıllarda biriken millerin teşvikiyle çıktığım, beni en mutlu eden seyahat eşimle gittiğim Oxford’du. Geçen yıl haziran ayında Londra üstünden gittik. Beş gün kaldık. Şehrin beni en çok etkileyen özelliği, İstanbul’da hiçbir zaman göremediğim kadar çok yeşil alanı görmemdi. Londra kozmopolit bir kent, pek çok ulusun üyeleri bir arada yaşıyor. Oxford ise İngiltere’nin gerçek sosyal dokusunu yansıtan, iyi bir örnek. Halkı çok kibar, yardımsever. Pub’larına gitmek bile başlıbaşına bir mutluluk nedeni. Üniversite şehri olduğu için nüfus genç. Bu hayata dinamizm kazandırıyor. Düzenli, ulaşımı kolay, bezdirici trafik yok. Önceki yıl “Oxford Cinayetleri” filmini izlemiş, çekildiği mekanları çok merak etmiştim. Bu gezi sırasında filmin çekildiği mekanları gezdim. At arabalarının gezdiği sokaklarda, kandille aydınlatılan mekanlarda, kalelerin, şatoların arasında kendimi geçmişte gibi hissettim. Oxford bana Floransa’yı çağrıştırdı. Bu nedenle sevdim. İngiltere’de şato ve kalelerin bulunduğu diğer şehirleri de keşfetmek istiyorum şimdi. İlk fırsatta İskoçya ve İrlanda’ya gitmek istiyorum.
BEYZA AVCIOĞLU (Telekomünikasyon sektöründe yönetici / 56 yaşında)
Beklemediğim anda kendimi Floransa’da buldum Özpetek yorumuyla Aida operasını seyrettim
Sanatla seyahati birleştirmeyi seven, iflah olmaz bir seyahat severim. Turistik rotaların dışındaki ülkeler de ilgimi çekiyor. Turla gezmeyi sevmediğim için miller büyük avantaj sağlıyor. THY’nin mil kampanyalarını ilk günden bu yana takip ediyorum, sadık bir mil toplayıcısıyım. Zaman zaman dezajantajım olsa da, tek havayoluyla devam etmekten yanayım. Yılda ortalama 250 bin mil biriktiriyorum. Millerimi çoğunlukla dört saati geçen dış uçuşlarda business uçmak için kullanırım. Kısa uçuşlarda ekonomi bileti alıp upgrade etmek hiç akılcı değil, bu yöntemi asla denemem. THY’nin promosyonlarını takip ederim. Miller insanı cesaretlendiriyor. Yılda eşimle üç tatil yapardık, şimdi üç, hatta dörde çıktı. Uzakları görme isteğim arttı, keşfedilecek yeri yerler aramaya başladım. 25 bin mile Nairobi’ye uçuş bulunca, Kenya’ya gittik. Yine böyle bir kampanyayla Sydney’i gördüm. Oğlum ve kızıma da her yıl ortalama 80 bin mil hediye ediyorum. Mısır, Bangkok’a gittiler.
Nisan ayında miller sayesinde, gitmeyi hiç düşünmezken kendimi Floransa’da buldum. Kardeşim Hürriyet’te Ferzan Özpetek’in Aida’yı sahneye koyacağını okumuş. Seyahatlerin üst üste geldiği, bütçemi zorladığı bir dönemdi. Buna karşın internetten bilet alıp, millerimi kullanıp, galayı izlemek için 26 Nisan’da Roma üstünden Floransa’ya gittim. Uzun yıllar, her yaz otomobille İtalya’yı gezerdik. 1985’ten karayolu yerine uçağı tercih ettik. Venedik’i iki kez gördüğüm halde yolum hiç Floransa’ya düşmemişti. İyi ki gitmişim. Üç günlük unutulmaz bir tatildi. Floransa tarih, doğa ve medeniyetin ödüllendirdiği güzel ve küçük bir şehir. Yanıbaşındaki nehir, eski sokaklar, yapılar başdöndürücü. Fotoğraf çekmekten yorgun düştüm. Arno Nehri kenarında, Ponte Vecchio’ya bakan Golden View’da, aşçı tabağı isteyip farklı lezzetleri tattık. Et yemekleri, antipasti ve şarapları hakikaydı. Semt pazarında karşılaştığım kontrastlar bana çok ilginç geldi. Eldiven satıcısı bir yanda pişirdiği kurabiyeleri, kasap ise şapka satıyordu. Unutamadığım olay ise eski tuz fabrikasında, bir sivil toplum örgütünün gelir elde etmek için açtığı mekandı. Teatro del Sale’e 5 Euro’ya üye olup, kuralları içeren metni imzaladıktan sonra giriliyor, saat 19.30 - 21.00 arasında şef Fabio Pichii mutfaktan sürekli yeni bir yemek çıkarıyor, büyük masalarda hep birlikte yeniyordu. Şarap dahil 30 Euro’luk bu ilginç yemekte, ertesi gece Aida’da çalacak orkestranın bir üyesiyle tanışıp sohbet ettik. Yemek bitince sahne kuruldu. Maria Cassi özel bir şov yaptı. Unutulmaz bir deneyimdi.
Aida operasını daha önce New York’ta izlemiştim. Floransa’daki Teatro Comunale çok güzel bir binaydı, fakat grev nedeniyle fuayesinde hayal kırıklığı yaşadık. Neyse ki eser çok güzeldi, sanat yönetmeni Dante Ferretti ve Ferzan Özpetek elele harikalar yaratmıştı. Eserin her sahnesinde ışık kullanımındaki ustalıkla büyüleyici tablolar yaratılmıştı. Bunları resme dönüştürüp evimin duvarlarına asmak isterdim. Salonda çok sayıda Türk izleyici vardı. Özpetek ve salondaki Türklerle gurur duydum. Eserin sonunda Özpetek sahnede İtalyanca konuştu. Şef Zubin Mehta, İngilizce konuşunca anlamadığını söyledi. Mehta’nın cevabı “Sen Türkçe söyle, ben tercüme ederim” oldu. Unutulmaz bir geceydi. Floransa gezisi, Venedik Bienali’ne gitme kararlılığımı pekiştirdi, önümüzdeki günlerde bir kez daha İtalya’nın yolunu tutacağım.
SERHAN ACAR (TOSFED Sportif Direktörü ve TRT Formula 1 sunucusu / 31 yaşında)
Ben iş seyahatlerinden topluyorum eşim İzmir’e giderken kullanıyor
Beş yıldır mil toplayan bir kredi kartı kullanıyorum. Millerimi genelde iş amaçlı çıktığım seyahatlerde kazanıyorum. TRT’de Formula 1 yorumculuğu yaptığım için Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Avustralya’ya pek çok yere gittim. Üç yılda yaklaşık 200 bin mil toplamayı başardım. Bir de Star Alliance üyesi olmayan hava yollarıyla uçtuğum için kaybettiğim miller var ki, onları saymıyorum bile.
Kazandığım miller bana doğrudan yaramıyor. Bu milleri neredeyse tamamen eşim kullanıyor. Bu sayede onun İstanbul-İzmir gidiş-dönüş uçak biletlerini bedavaya alıyoruz. Bir kez ben de onunla seyahate çıktım.
Yeni yeni mil kazandıran kart kullananlara en büyük tavsiyem şu: Millerini yüksek sezonda harcamak yerine uygun dönemde harcasınlar. Bu sayede yurt içine yetecek millerle yurtdışı seyahati bile yapabilirler.
SELMAN ARINÇ (Gezginler Kulübü üyesi / 60 yaşında)
Biriktirdiğim millerle 100’den fazla ülke gördüm
Yaklaşık 12 yıldır millerle seyahat ediyorum. Yılda ortalama 80 bin mil biriktiriyorum. Bu millerin tamamını yurtdışına uçak bileti almak için kullanıyorum. Havayollarının kampanya dönemlerini bekleyerek daha az mille daha fazla uçuş imkanı sağlıyorum. Mil kullanımı seyahat alışkanlıklarımı kesinlike olumlu yönde etkiledi, daha fazla yer görebiliyorum. Yeni ve tecrübesiz mil kullanıcılarına tavsiyem, düşük mille gidilen parkurları seçerek daha fazla uçuş ve seyahat imkanı sağlamaları olacaktır.
12 yıl içinde görme fırsatı bulduğum 100’ün üzerinde ülke var. Bu nedenle çok sevip, mutlu olduğum birçok yer bulunuyor.En önemlilerinden biri, Senegal’in başkenti Dakar.
Türk Hava Yolları, Dakar seferlerine başlayacağını açıklayınca, Afrika’nın en batı ucunda yer alan ve Paris-Dakar Rallisi ile ünlenen bu şehri görmek arzusu beni oldukça heyecanlandırdı. İstanbul’daki Senegal fahri konsolosluğundan 50 Euro vererek 3 aylık çok girişli vize ve biriken millerimden 20 bin mili kullanıp uçak biletimi alarak derhal yola çıktım. 6 saatlik bir uçuştan sonra, Dakar havaalanına varışta önce beyaz gömlekli sağlık görevlisi titizlikle sarı humma aşı kağıdımı inceledi. Ardından pasaportuma vurulan damga ile artık Senegal’deydim.
Afrika’nın incisi olarak adlandırılan bu şehirde, orijinal mimarisi ile Ulu Cami’yi, Soumbedioune adlı balıkçı köyünü, Monako ve Voile d’Or plajlarını, IFAN (Institut Fondamental d’Afrique Noir ) Müzesi’ni, Lübnanlı tacirlerin hakim olduğu Sandaga Pazarı’nı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Gore Adası’nı, Paris- Dakar Rallisi’nin bitiş noktası olan Pembe Göl’ü gördüm.
ORHAN KARAL (Karafırın Yönetim Kurulu Başkanı / 50 yaşında)
Osmanlı'nın mirası Şam
Kredi kartları bu özelliğe sahip olduğundan beri biriktirdiğim millerle seyahat ediyorum. Yılda ortalama 100 bin mil biriktiriyorum, çoğunlukla yurtdışına gitmek için kullanıyorum. Bu uygulama seyahatlerimde hep THY’yi tercih etmeme neden oldu. Millerle ilk seyahatimi, kızımın zorlamasıyla Milano’ya yaptık. Benim korkum sıkıcı bir alışveriş seyahati olacağı idi ama öyle olmadı. Çok keyifli, paylaşımlı bir zaman geçirdik.
Geçen yıl Eylül ayında da kardeşim ve kızımla beraber millerimizi kullanarak (40 bin mil) Şam’a uçtuk. Hem iş, hem keyif ziyaretiydi. Kaldığımız otel, gözümüzün önünde uçuşan hayallerin gerçekleştiği bir atmosfere sahipti. Irak’tan savaş zamanı göç etmiş bir ailenin restore ederek otele çevirdiği eski bir Şam evinde kalıyorduk.
Tüm Şam, Osmanlı’dan izlerle dolu ve bir günün buraları ziyarete yetmesi mümkün değil. Biz dikkatimizi çeken birkaç yeri ziyaret edip sonra işimize koşmak zorunda olduğumuzdan dikkatli davranmak zorunda kaldık. 27 Şubat 1914’de üç kıtayı uçarak geçip Türk havacılığına bir rüzgar katmak isteyen ama talihsiz bir kaza ile ilk hava şehitlerimiz olan Fethi, Sadık ve Nuri beylerin şehitliklerine gittik. İkinci durağımız ise, Hicaz (Şam) tren garı oldu. Burası, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hicaz Demiryolu projesinin önemli duraklarından birisi. Bağdat ile birleşip oradan Mekke’ye uzanacakmış. Ama imparatorluğun yaşadığı talihsizlikler engel olmuş. Sonuçta gar binası yapılmış ama raylar döşenmeden kalmış. Binanın ahşap bölümleri birer sanat eseri. Muhakkak görülmeli. En son durağımız ise, bizdeki Kapalıçarşı’yı anımsatan Hamidiye Çarşısı oldu. 1863 yılında Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Aynı bizim çarşımız gibi birbirinden renkli kumaşlar, hediyelik eşyalar ile dolu. Dikkatimizi Şam’ın en ünlü dondurmacısı Bakdash (Bektaş) çekti. Bizimkilerden oldukça farklı dondurmalar ve sütlü tatlıları ile günün her saati dolu olan bu yerde midelerimizi şenlendirdik. Bu arada dondurmaları elleri ile kuplara koyduklarını eklemeliyim.
Gün akşama döndüğünde ise bizi Şam’a davet eden arkadaşımızla onlarca tatlıcının yan yana durduğu ünlü Midan meydanına gittik.
Akşam karanlığı çöktüğünde ise Suriye’nin ünlü yemeklerinden ve mezelerinden tatmak üzere dışarı çıktık. İyi restoranlar hep birer konsept üzerine kuruluyor, inanılmaz bir şaşaa ve görkem var. Sanki bir sarayda yemek yiyorsunuz. Ayrıca mekanlar birer yaşam merkezi olarak düzenlenmiş. Aileniz ile gelip bütün bir günü hiç sıkılmadan geçirebilirsiniz. Bizim gittiğimiz mekanın kapasitesi 7 bin 500 kişiydi.
Ertesi gün Hamam Al Malik Al Zahir diye tarihi bir hamama gittik. Bu mekanlar aynı zamanda birer buluşma noktası, herkes birbirini tanıyor ve randevu veriyor. Mistik bir havada kendinizi tellağın ellerine bırakıyorsunuz. Sonra sizi dinlenme alanına alıyorlar. Burada önümüze siniler ve masalar gelmeye başladı. Tek tek mezeler ve yemekler sofraya geldi. Tanıdığımız tanımadığımız herkesle beraber birbirinden leziz yemeklerin ve sohbetlerin arasında kaybolduk.
Milim milim değil millerce seyahat.
Millerime öyle duacıyım ki, gün olur mil olayı milada karışır diye çok korkuyorum. Gezme görme merkezli bir hayat felsefesinin en iyi yakıtı, “gezmeyi” niyet ve öncelik olarak seçmenin dışında şu icat edilmiş mil meselesi olmalı. Evvelki yıl Güney Afrika’da CapeTown’a uçtuk. Garden-route denen şıkır şıkır motorsiklet turunda Shappire binasından az kısa, dünyanın en yüksek bungee jumping’ini deneyip, büyük beyaz köpek balığı dalışı yapıp, sokak kedisi seyreder gibi balina izlenebilen Afrika köylerinde fink attık.
Eve döndükten tam 1 ay sonra bayrama denk getirip Bangkok’tan kuzeye, Chang-Mai-Chang-Rai turuna, arada okul tatilinde oğlanla Venedik-Floransa gezmelerine miller ile vardık. Ama gönlüme taht kuran mil seyahati ise geçen yılki idi. Johannesburg’dan başlayarak Swaziland ve Mozambik’te motorsiklet kullanarak geçilmiş 3 ülke... 4000km toplam yolda bol kum, toprak, taş, dağ tepe, aids, malarya ile iç içe maceralar. Mozambik dalmaya gelenler, doğa severler için cennet. Denizi, kumu, gelgitleri ile şaşırtıcı iyi tesisleri var. Ulaşım Çinlilerin deniz imtiyazlarını almak için karşılığında yapmayı taahhüt ettikleri yolların kum-fırtına-grayder birlikteliği yüzünden motorsiklet adına dehşetli anlar yaşatıyor.yine de görülmesi farz yerlerden biri Mozambik. Ama ter ve yorgunlukla dolu bir turun ardından iç uçuşla geçtiğimiz Zanzibar’da deniz güneş, cırcıra karşı mümkünse buzsuz kokteyl ve masaj olayı güzel tamamladı. En aktif hareketimiz baharat bahçelerinde “ stonetown”da rehberli bir tur almak oldu.
baharatların çoğunu kuru haliyle mısır çarşısından tanıdığımız için kokularından kestirebildik, lokal rehberimizin bahşiş hayalleri suya düştü.
Fakat büyük bir botanik arazide karanfil, zencefil, kahve, lemon-grass gibi egzotik bir çok baharatın yeşilken neye benzediğini deneyimlemek pek eğitici ve dinlendiriciymiş. Üstelik bana muz yapraklarından kolye, beylere de kıravat verdiler! Mozambik’te tekneyle peşine düştüğümüz, sadece o sularda bulunan shark whale’i görmek Zanzibar’a kısmetmiş. Scuba yapan bir arkadaşımızın üzerinden geçivermiş. Hatta teknedeki ağır Alman’ın suya atladığını sanarak yukarı bakınca balinanın göbeğini görmüşler! Tam da yerde ararken gökte buldum hali! Gerçi gökten geçen bir balina ama olsun!
Adından ve büyüklüğünden korkanlara ufak bilgi: sadece plankton yiyormuş!
Freddy Mercury’nin doğduğu evi müze yapmışlar, ama ne müze! Souvenirshop!
Olsun. En azından sokak boyu Freddy Mercury dinlemekte bir sakınca yok.
Zanzibar büyük ve görkemli kapıları ile ve eski balıkçı tekneleri ile ünlü.
Fotoğraf çekenlere çıldırtıcı malzeme var. Darüsellam’a direkt uçuş konduğu için de tekrar J.burg’e dönmeden, Tanzanya’dan eve uçtuk. Ve geliyorum yeni “milli” plana! Yine bir motorsiklet turu! Ama bu kez Güney Amerika’ya. Sao paolo’dan başlayacak, Arjantin, Bolivya ve Şili’nin tuz göllerinden, dağ geçitlerinden 12 gün sürecek bir tur. Pek yakında...
BEHZAT ŞAHİN (Cibalikapı Balıkçısı’nın sahibi / 48 yaşında)
Hong Kong’a gittim bilet fiyatını döndüktan sonra öğrendim
“Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” derler ya, benim talebim tam aksi, “Gördüklerin senin olsun yediğini, içtiğini anlat.”
Yemek için seyahat edenlerdenim. Yemek hem işim hem de hala hobim.
Son seyahatimi geçen ay, Hong Kong’a yaptım. Bir belgeselde izlediğim Hong Kong yeme-içme dünyası aklıma yer etmişti. Balıklar, kabuklular, bilumum deniz ürünleri canlı canlı satılıyor, korunuyor, servis ediliyordu. Bilmediğim, duymadığım lezzetler biraradaydı. Üstelik vize de yok. Bileti THY’den, kullandığım kredi kartlarında biriken millerle, geçen aralık ayında aldık. İstediğimiz sınıfta yer (tabii ki millerle) ancak nisan sonundan itibaren vardı. Aslında bunun iyi yanları da var kötü yanları da. Kötü yanı her istediğiniz zaman yer bulup uçamıyorsunuz. İyi yanı da galiba, seyahati planlamak için önünüzde epey bir zaman olması... Planlama konusunda da seyahat arkadaşım Tolga (Yeniyurt), benden kat be kat başarılı. Daha gitmeden bütün yeme-içme bölgelerini biliyorduk. Ha bir de, para vermediğiniz için uçak bileti fiyatıyla ilgilenmiyorsunuz. Seyahat sonrasında araştırdım ki, aslında hiç de fena bir para değilmiş.
Daha uçakta seyahatin özellikle yeme-içme açısından iyi geçeceği belli oldu. Hoşgeldin şampanyasının ardından dağıtılan menü, küçük ölçekli lüks bir lokantanın menüsü ayarındaydı. Yemekler de (ön pişirimden geçmiş olsalar da) gayet lezzetli, servis oldukça ilgiliydi.
Yatağa dönüşen koltuklarda rahat bir uyku ve yine akşam yemeği kadar çeşitli ve başarılı bir kahvaltının ardından Hong Kong’a ulaştık. Yerel saatle artık öğleden sonrasıydı. Otelimiz Kowloon Yarımadası’nda, Hong Kong’un neredeyse tamamı gökdelenlerden oluşan manzarasına hakim bir yerdeydi. Filmlerde gördüğümüz bir manzaraya bakarak uyuyup uyanmak hoş bir duygu...
Otele yerleşir yerleşmez hemen çıkıp ilk saptadığımız bölgeye, otele yürüme mesafesindeki Temple Street’e gittik. Burası tam bir yeme içme cenneti. Çoğu sokakta servis veren yüzlerce lokanta bu bölgede. Ne ararsanız var. Lüksü de salaşı da...
Ve evet... Tıpkı belgeseldeki gibi. Suyun devr-i daim ettiği kaplarda canlı canlı balıklar, kabuklular, yumuşakçalar, görmediğim deniz ürünleri. Bizde “denizden babam çıksa yerim” denir ya, yalan. Meğerse yemediğimiz ne çok şey varmış.
Kaldığımız 8 gün boyunca çoğunlukla sokak lezzetlerine dadandım, farklı şeyleri tatmaya çalıştım. Hatta bir günümü mide problemim nedeniyle yatakta geçirdim. Muhtemelen vücudun alışık olmadığı bir bakteri beni yere serdi.
Eğer seyahat amacınız gittiğiniz yerdeki müzeleri, turistik yerleri tavaf etmekse, Hong Kong’a sanırım 4 gün yeter. Ama yiye-içe, aceleye getirmeden, tadını çıkararak gezmek için en az 1 hafta lazım.
Dünyanın bütün mutfaklarından örnekler var. Pazarları çok renkli ve heyecan verici. Gece hayatı çok zengin. Kozmopolit bir şehrin bütün avantajları orada. Tıpkı İstanbul gibi.
Hep yemekten bahsettim ama Hong Kong tam bir alışveriş cenneti de. Her yer alışveriş merkezi. Hatta yaya alt geçitleri bile. Bütün ünlü markaların 5’er 10’ar mağazası var.
FEM GÜÇLÜTÜRK (Halkla ilişkiler uzmanı /
Milim milim değil millerce seyahat
Millerime öyle duacıyım ki, gün olur mil olayı milada karışır diye çok korkuyorum. Gezme görme merkezli bir hayat felsefesinin en iyi yakıtı, “gezmeyi” niyet ve öncelik olarak seçmenin dışında şu icat edilmiş mil meselesi olmalı. Evvelki yıl Güney Afrika’da CapeTown’a uçtuk. Garden-route denen şıkır şıkır motorsiklet turunda Shappire binasından az kısa, dünyanın en yüksek bungee jumping’ini deneyip, büyük beyaz köpek balığı dalışı yapıp, sokak kedisi seyreder gibi balina izlenebilen Afrika köylerinde fink attık.
Eve döndükten tam 1 ay sonra bayrama denk getirip Bangkok’tan kuzeye, Chang-Mai-Chang-Rai turuna, arada okul tatilinde oğlanla Venedik-Floransa gezmelerine miller ile vardık. Ama gönlüme taht kuran mil seyahati geçen yılki idi. Johannesburg’dan başlayarak Swaziland ve Mozambik’te motorsiklet kullanarak geçilmiş 3 ülke... 4 bin km. toplam yolda bol kum, toprak, taş, dağ tepe, AIDS, sıtma ile iç içe maceralar. Mozambik dalmaya gelenler, doğa severler için cennet. Denizi, kumu, gelgitleri ile şaşırtıcı iyi tesisleri var. Ulaşım, Çinlilerin deniz imtiyazlarını almak için karşılığında yapmayı taahhüt ettikleri yolların kum-fırtına-grayder birlikteliği yüzünden motorsiklet adına dehşetli anlar yaşatıyor. Yine de görülmesi farz yerlerden biri Mozambik. Ama ter ve yorgunlukla dolu bir turun ardından iç uçuşla geçtiğimiz Zanzibar’da deniz güneş, cırcır böcekleri ve masaj iyi geldi. En aktif hareketimiz, baharat bahçelerinde rehberli bir tur almak oldu.
Baharatların çoğunu kuru haliyle Mısır Çarşısı’ndan tanıdığımız için kokularından kestirebildik. Fakat büyük bir arazide karanfil, zencefil, kahve, lemon-grass gibi egzotik bir çok baharatın yeşilken neye benzediğini deneyimlemek pek eğitici ve dinlendiriciymiş. Üstelik bana muz yapraklarından kolye, beylere de kıravat verdiler!
Mozambik’te tekneyle peşine düştüğümüz, sadece o sularda bulunan zararsız bir tür köpekbalığı whale shark’ı görmek Zanzibar’a kısmetmiş. Scuba yapan bir arkadaşımızın üzerinden geçivermiş. Hatta teknedeki ağır Alman’ın suya atladığını sanarak yukarı bakınca balinanın göbeğini görmüşler! Tam da yerde ararken gökte buldum hali!
Adından ve büyüklüğünden korkanlara ufak bilgi: Sadece plankton yiyormuş!
Freddy Mercury’nin doğduğu evi müze yapmışlar, ama ne müze!
Zanzibar büyük ve görkemli kapıları ile ve eski balıkçı tekneleri ile ünlü.
Fotoğraf çekenlere çıldırtıcı malzeme var. Darüsellam’a direkt uçuş konduğu için de tekrar Johannesburg’e dönmeden, Tanzanya’dan eve uçtuk.
Ve geliyorum yeni “milli” plana! Yine bir motorsiklet turu! Ama bu kez Güney Amerika’ya. Sao Paolo’dan başlayacak, Arjantin, Bolivya ve Şili’nin tuz göllerinden, dağ geçitlerinden 12 gün sürecek bir tur. Pek yakında...
DEMET CENGİZ (Hürriyet muhabiri / 33 yaşında)
Unutulmaz mil tatilim çocukluk hayalim Balkanlar
Çok seyahat ettiğim için THY’nin sadakat kartı Miles & Smiles’da elit plus’a kadar yükseldim. Arkadaşlarım kartın daha üst seviyesi olmadığı için bana ‘astronot’ olmamı öneriyorlar. Bazılarına birikmiş millerimle tatil ısmarlamışlığım da var. Yurtiçi seyahatlerimde neredeyse hep millerimle uçuyorum. Unutulmaz mil tatilim ise Balkanlar’da gerçekleşti.
Mostar Köprüsü, çocukluk hayalimdi. Bosna, 1990’larda hepimizin yüreğini burkmuştu. Ve Dalmaçya kıyılarına sahip Hırvatistan, bir tatil kaçamağı için aklımın bir köşesinde duruyordu. Eşimle bir haftada hepsini yapabileceğimiz bir tatil planladık. Balkanlar’da yaptığımız sırt çantalı ilk circle (dairesel) tatil de böylece başlamış oldu.
Önce Saraybosna’ya uçtuk. Varış noktamızı es geçtik. Çünkü orası dönüşte de geleceğimiz son noktaydı. Dairesel tatilimizin ilk durağı Mostar’a gitmek için yola koyulduk. Araba kiralamak ya da otobüse binmek gibi seçenekler vardı. Ülkeyi daha iyi görebilmek için otobüsü tercih ettik. Zaten 150 kilometre kadar uzakta olduğunu öğrenince yolculuğun kısa süreceğini tahmin ettik. Ama yanılmışız. Otobüsümüz her köye tek tek girerek yaklaşık 5 saatte Mostar’a vardı. Hani hep “Varılacak yerden ziyade yolculuğun kendisinden zevk alın” derler ya, işte tam bu duruma örnek bir maceraydı. Ortasından yollar geçen, bir tarafta caminin bir tarafta kilisenin olduğu, duvarları kurşun delikleriyle dolu köyler... İnsanın içini acıtan gerçekler? Öbür yandan küçücük bakkallarda satılan enfes Boşnak börekleri... Cevabi dedikleri, dövme etten yapılmış kömür ateşinde pişmiş köfteler. Doğal güzelliğiyle, yeşiliyle içimize huzur veren, savaş izleriyle üzüntüye boğan ülkenin bir kısmını gördüğümüz yolculuğun sonunda Mostar’a geldik.
Ertesi sabahı beklemeden, çocukken görmeyi çok merak ettiğim Mostar Köprüsü’ne gidiyoruz. Hayallerin gerçekleştiği anları anlatmak çok güç! Mostar’da geçirdiğimiz iki günün ardından taş binalarıyla eşsiz bir mimariye sahip olan Hırvatistan’ın Dubrownik şehrine gidiyoruz. Ve yine otobüslerle saatlerce gezerek tabii ki. Dubrovnik için eğer deniz-kum-güneş yapmayacaksanız 2 gün gayet yeterli. Ancak adalara mutlaka gidin. Dairesel tatilimizde Split’e de otobüsle gitme kararı alıyoruz.
Nedenini bilmiyorum ama Split beni Dubrovnik’ten daha çok etkiledi. Split’e giderseniz Hvar adasına gitmeden dönmeyin. Çünkü Hırvatistan’ın en güzel yerini görmemiş olursunuz. Hırvatistan biraz İtalya havasında bir ülke. Ama çok daha naif.
Son durak Saraybosna. O kadar bizden bir şehir ki... Türkiye’deki pek çok şehirden daha Osmanlı. Tarihi şehir küçücük ama gerçek Saraybosna için en az 3 gün ayırmanızı öneriyorum. Bosna-Hersek, ayrılırken insanların iyiliği ve saflığı karşısında ağladığım, hep bir daha bir daha gitmek istediğim bir ülke oldu.
HİKMET ÜNAL (Tekstilci / 37 yaşında)
Oxford Cinayetleri’nin çekildiği mekanları merak ediyordum, şehre gittim
Mesleğim nedeniyle çok seyahat ediyorum. Son beş yıldır uçuşlarımda kredi kartımın sağladığı milleri kullanıyorum. Cape Town, Sao Paulo, New York gibi uzun uçuşlar dahil, pek çok şehre gittim millerle. 10 yurtdışı uçuşumdan en az ikisi tatil amaçlı. Zaten milleri yurtiçinde kullanmak pek akılcı değil. Çoğunlukla THY’nin promosyonlarını takip ediyorum. Millerden yüzde 20 avantaj sunuyor, ayrıca elite plus üyelerine yılda iki kez bileti upgrade etme imkanı veriliyor. Bence milleri en etkili kullanma yolu, bileti erken alıp, business konforundan yararlanmak. Ekonomi biletini business’a yükseltmek için mil kullanmak çok pahalıya geliyor. Geçmişte yıllık tatillerimin dışında, yılda beş, altı kez yurtdışında uzun hafta sonu kaçamakları yapardım. Biriken millerin teşvikiyle şimdi bu sayı yılda dokuz, ona çıktı.
Çoğunlukla Dubai, Milano, Moskova, Paris’e uçuyorum. Artık dünyayı daha çok merak ediyorum. Örneğin millerle Tayland’a, hiç aklımda yokken Los Angeles’e uçmayı planlıyorum. Gelecek ay yine tatil için Hindistan’a gideceğim.
Son yıllarda biriken millerin teşvikiyle çıktığım, beni en mutlu eden seyahat eşimle gittiğim Oxford’du. Geçen yıl haziran ayında Londra üstünden gittik. Beş gün kaldık. Şehrin beni en çok etkileyen özelliği, İstanbul’da hiçbir zaman göremediğim kadar çok yeşil alanı görmemdi. Londra kozmopolit bir kent, pek çok ulusun üyeleri bir arada yaşıyor. Oxford ise İngiltere’nin gerçek sosyal dokusunu yansıtan, iyi bir örnek. Halkı çok kibar, yardımsever. Pub’larına gitmek bile başlıbaşına bir mutluluk nedeni. Üniversite şehri olduğu için nüfus genç. Bu hayata dinamizm kazandırıyor. Düzenli, ulaşımı kolay, bezdirici trafik yok. Önceki yıl “Oxford Cinayetleri” filmini izlemiş, çekildiği mekanları çok merak etmiştim. Bu gezi sırasında filmin çekildiği mekanları gezdim. At arabalarının gezdiği sokaklarda, kandille aydınlatılan mekanlarda, kalelerin, şatoların arasında kendimi geçmişte gibi hissettim. Oxford bana Floransa’yı çağrıştırdı. Bu nedenle sevdim. İngiltere’de şato ve kalelerin bulunduğu diğer şehirleri de keşfetmek istiyorum şimdi. İlk fırsatta İskoçya ve İrlanda’ya gitmek istiyorum.
BEYZA AVCIOĞLU (Telekomünikasyon sektöründe yönetici / 56 yaşında)
Beklemediğim anda kendimi Floransa’da buldum Özpetek yorumuyla Aida operasını seyrettim
Sanatla seyahati birleştirmeyi seven, iflah olmaz bir seyahat severim. Turistik rotaların dışındaki ülkeler de ilgimi çekiyor. Turla gezmeyi sevmediğim için miller büyük avantaj sağlıyor. THY’nin mil kampanyalarını ilk günden bu yana takip ediyorum, sadık bir mil toplayıcısıyım. Zaman zaman dezajantajım olsa da, tek havayoluyla devam etmekten yanayım. Yılda ortalama 250 bin mil biriktiriyorum. Millerimi çoğunlukla dört saati geçen dış uçuşlarda business uçmak için kullanırım. Kısa uçuşlarda ekonomi bileti alıp upgrade etmek hiç akılcı değil, bu yöntemi asla denemem. THY’nin promosyonlarını takip ederim. Miller insanı cesaretlendiriyor. Yılda eşimle üç tatil yapardık, şimdi üç, hatta dörde çıktı. Uzakları görme isteğim arttı, keşfedilecek yeri yerler aramaya başladım. 25 bin mile Nairobi’ye uçuş bulunca, Kenya’ya gittik. Yine böyle bir kampanyayla Sydney’i gördüm. Oğlum ve kızıma da her yıl ortalama 80 bin mil hediye ediyorum. Mısır, Bangkok’a gittiler.
Nisan ayında miller sayesinde, gitmeyi hiç düşünmezken kendimi Floransa’da buldum. Kardeşim Hürriyet’te Ferzan Özpetek’in Aida’yı sahneye koyacağını okumuş. Seyahatlerin üst üste geldiği, bütçemi zorladığı bir dönemdi. Buna karşın internetten bilet alıp, millerimi kullanıp, galayı izlemek için 26 Nisan’da Roma üstünden Floransa’ya gittim. Uzun yıllar, her yaz otomobille İtalya’yı gezerdik. 1985’ten karayolu yerine uçağı tercih ettik. Venedik’i iki kez gördüğüm halde yolum hiç Floransa’ya düşmemişti. İyi ki gitmişim. Üç günlük unutulmaz bir tatildi. Floransa tarih, doğa ve medeniyetin ödüllendirdiği güzel ve küçük bir şehir. Yanıbaşındaki nehir, eski sokaklar, yapılar başdöndürücü. Fotoğraf çekmekten yorgun düştüm. Arno Nehri kenarında, Ponte Vecchio’ya bakan Golden View’da, aşçı tabağı isteyip farklı lezzetleri tattık. Et yemekleri, antipasti ve şarapları hakikaydı. Semt pazarında karşılaştığım kontrastlar bana çok ilginç geldi. Eldiven satıcısı bir yanda pişirdiği kurabiyeleri, kasap ise şapka satıyordu. Unutamadığım olay ise eski tuz fabrikasında, bir sivil toplum örgütünün gelir elde etmek için açtığı mekandı. Teatro del Sale’e 5 Euro’ya üye olup, kuralları içeren metni imzaladıktan sonra giriliyor, saat 19.30 - 21.00 arasında şef Fabio Pichii mutfaktan sürekli yeni bir yemek çıkarıyor, büyük masalarda hep birlikte yeniyordu. Şarap dahil 30 Euro’luk bu ilginç yemekte, ertesi gece Aida’da çalacak orkestranın bir üyesiyle tanışıp sohbet ettik. Yemek bitince sahne kuruldu. Maria Cassi özel bir şov yaptı. Unutulmaz bir deneyimdi.
Aida operasını daha önce New York’ta izlemiştim. Floransa’daki Teatro Comunale çok güzel bir binaydı, fakat grev nedeniyle fuayesinde hayal kırıklığı yaşadık. Neyse ki eser çok güzeldi, sanat yönetmeni Dante Ferretti ve Ferzan Özpetek elele harikalar yaratmıştı. Eserin her sahnesinde ışık kullanımındaki ustalıkla büyüleyici tablolar yaratılmıştı. Bunları resme dönüştürüp evimin duvarlarına asmak isterdim. Salonda çok sayıda Türk izleyici vardı. Özpetek ve salondaki Türklerle gurur duydum. Eserin sonunda Özpetek sahnede İtalyanca konuştu. Şef Zubin Mehta, İngilizce konuşunca anlamadığını söyledi. Mehta’nın cevabı “Sen Türkçe söyle, ben tercüme ederim” oldu. Unutulmaz bir geceydi. Floransa gezisi, Venedik Bienali’ne gitme kararlılığımı pekiştirdi, önümüzdeki günlerde bir kez daha İtalya’nın yolunu tutacağım.
SERHAN ACAR (TOSFED Sportif Direktörü ve TRT Formula 1 sunucusu / 31 yaşında)
Ben iş seyahatlerinden topluyorum eşim İzmir’e giderken kullanıyor
Beş yıldır mil toplayan bir kredi kartı kullanıyorum. Millerimi genelde iş amaçlı çıktığım seyahatlerde kazanıyorum. TRT’de Formula 1 yorumculuğu yaptığım için Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Avustralya’ya pek çok yere gittim. Üç yılda yaklaşık 200 bin mil toplamayı başardım. Bir de Star Alliance üyesi olmayan hava yollarıyla uçtuğum için kaybettiğim miller var ki, onları saymıyorum bile.
Kazandığım miller bana doğrudan yaramıyor. Bu milleri neredeyse tamamen eşim kullanıyor. Bu sayede onun İstanbul-İzmir gidiş-dönüş uçak biletlerini bedavaya alıyoruz. Bir kez ben de onunla seyahate çıktım.
Yeni yeni mil kazandıran kart kullananlara en büyük tavsiyem şu: Millerini yüksek sezonda harcamak yerine uygun dönemde harcasınlar. Bu sayede yurt içine yetecek millerle yurtdışı seyahati bile yapabilirler.
SELMAN ARINÇ (Gezginler Kulübü üyesi / 60 yaşında)
Biriktirdiğim millerle 100’den fazla ülke gördüm
Yaklaşık 12 yıldır millerle seyahat ediyorum. Yılda ortalama 80 bin mil biriktiriyorum. Bu millerin tamamını yurtdışına uçak bileti almak için kullanıyorum. Havayollarının kampanya dönemlerini bekleyerek daha az mille daha fazla uçuş imkanı sağlıyorum. Mil kullanımı seyahat alışkanlıklarımı kesinlike olumlu yönde etkiledi, daha fazla yer görebiliyorum. Yeni ve tecrübesiz mil kullanıcılarına tavsiyem, düşük mille gidilen parkurları seçerek daha fazla uçuş ve seyahat imkanı sağlamaları olacaktır.
12 yıl içinde görme fırsatı bulduğum 100’ün üzerinde ülke var. Bu nedenle çok sevip, mutlu olduğum birçok yer bulunuyor.En önemlilerinden biri, Senegal’in başkenti Dakar.
Türk Hava Yolları, Dakar seferlerine başlayacağını açıklayınca, Afrika’nın en batı ucunda yer alan ve Paris-Dakar Rallisi ile ünlenen bu şehri görmek arzusu beni oldukça heyecanlandırdı. İstanbul’daki Senegal fahri konsolosluğundan 50 Euro vererek 3 aylık çok girişli vize ve biriken millerimden 20 bin mili kullanıp uçak biletimi alarak derhal yola çıktım. 6 saatlik bir uçuştan sonra, Dakar havaalanına varışta önce beyaz gömlekli sağlık görevlisi titizlikle sarı humma aşı kağıdımı inceledi. Ardından pasaportuma vurulan damga ile artık Senegal’deydim.
Afrika’nın incisi olarak adlandırılan bu şehirde, orijinal mimarisi ile Ulu Cami’yi, Soumbedioune adlı balıkçı köyünü, Monako ve Voile d’Or plajlarını, IFAN (Institut Fondamental d’Afrique Noir ) Müzesi’ni, Lübnanlı tacirlerin hakim olduğu Sandaga Pazarı’nı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Gore Adası’nı, Paris- Dakar Rallisi’nin bitiş noktası olan Pembe Göl’ü gördüm.
ORHAN KARAL (Karafırın Yönetim Kurulu Başkanı / 50 yaşında)
Osmanlı'nın mirası Şam
Kredi kartları bu özelliğe sahip olduğundan beri biriktirdiğim millerle seyahat ediyorum. Yılda ortalama 100 bin mil biriktiriyorum, çoğunlukla yurtdışına gitmek için kullanıyorum. Bu uygulama seyahatlerimde hep THY’yi tercih etmeme neden oldu. Millerle ilk seyahatimi, kızımın zorlamasıyla Milano’ya yaptık. Benim korkum sıkıcı bir alışveriş seyahati olacağı idi ama öyle olmadı. Çok keyifli, paylaşımlı bir zaman geçirdik.
Geçen yıl Eylül ayında da kardeşim ve kızımla beraber millerimizi kullanarak (40 bin mil) Şam’a uçtuk. Hem iş, hem keyif ziyaretiydi. Kaldığımız otel, gözümüzün önünde uçuşan hayallerin gerçekleştiği bir atmosfere sahipti. Irak’tan savaş zamanı göç etmiş bir ailenin restore ederek otele çevirdiği eski bir Şam evinde kalıyorduk.
Tüm Şam, Osmanlı’dan izlerle dolu ve bir günün buraları ziyarete yetmesi mümkün değil. Biz dikkatimizi çeken birkaç yeri ziyaret edip sonra işimize koşmak zorunda olduğumuzdan dikkatli davranmak zorunda kaldık. 27 Şubat 1914’de üç kıtayı uçarak geçip Türk havacılığına bir rüzgar katmak isteyen ama talihsiz bir kaza ile ilk hava şehitlerimiz olan Fethi, Sadık ve Nuri beylerin şehitliklerine gittik. İkinci durağımız ise, Hicaz (Şam) tren garı oldu. Burası, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hicaz Demiryolu projesinin önemli duraklarından birisi. Bağdat ile birleşip oradan Mekke’ye uzanacakmış. Ama imparatorluğun yaşadığı talihsizlikler engel olmuş. Sonuçta gar binası yapılmış ama raylar döşenmeden kalmış. Binanın ahşap bölümleri birer sanat eseri. Muhakkak görülmeli. En son durağımız ise, bizdeki Kapalıçarşı’yı anımsatan Hamidiye Çarşısı oldu. 1863 yılında Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Aynı bizim çarşımız gibi birbirinden renkli kumaşlar, hediyelik eşyalar ile dolu. Dikkatimizi Şam’ın en ünlü dondurmacısı Bakdash (Bektaş) çekti. Bizimkilerden oldukça farklı dondurmalar ve sütlü tatlıları ile günün her saati dolu olan bu yerde midelerimizi şenlendirdik. Bu arada dondurmaları elleri ile kuplara koyduklarını eklemeliyim.
Gün akşama döndüğünde ise bizi Şam’a davet eden arkadaşımızla onlarca tatlıcının yan yana durduğu ünlü Midan meydanına gittik.
Akşam karanlığı çöktüğünde ise Suriye’nin ünlü yemeklerinden ve mezelerinden tatmak üzere dışarı çıktık. İyi restoranlar hep birer konsept üzerine kuruluyor, inanılmaz bir şaşaa ve görkem var. Sanki bir sarayda yemek yiyorsunuz. Ayrıca mekanlar birer yaşam merkezi olarak düzenlenmiş. Aileniz ile gelip bütün bir günü hiç sıkılmadan geçirebilirsiniz. Bizim gittiğimiz mekanın kapasitesi 7 bin 500 kişiydi.
Ertesi gün Hamam Al Malik Al Zahir diye tarihi bir hamama gittik. Bu mekanlar aynı zamanda birer buluşma noktası, herkes birbirini tanıyor ve randevu veriyor. Mistik bir havada kendinizi tellağın ellerine bırakıyorsunuz. Sonra sizi dinlenme alanına alıyorlar. Burada önümüze siniler ve masalar gelmeye başladı. Tek tek mezeler ve yemekler sofraya geldi. Tanıdığımız tanımadığımız herkesle beraber birbirinden leziz yemeklerin ve sohbetlerin arasında kaybolduk.
Milim milim değil millerce seyahat.
Millerime öyle duacıyım ki, gün olur mil olayı milada karışır diye çok korkuyorum. Gezme görme merkezli bir hayat felsefesinin en iyi yakıtı, “gezmeyi” niyet ve öncelik olarak seçmenin dışında şu icat edilmiş mil meselesi olmalı. Evvelki yıl Güney Afrika’da CapeTown’a uçtuk. Garden-route denen şıkır şıkır motorsiklet turunda Shappire binasından az kısa, dünyanın en yüksek bungee jumping’ini deneyip, büyük beyaz köpek balığı dalışı yapıp, sokak kedisi seyreder gibi balina izlenebilen Afrika köylerinde fink attık.
Eve döndükten tam 1 ay sonra bayrama denk getirip Bangkok’tan kuzeye, Chang-Mai-Chang-Rai turuna, arada okul tatilinde oğlanla Venedik-Floransa gezmelerine miller ile vardık. Ama gönlüme taht kuran mil seyahati ise geçen yılki idi. Johannesburg’dan başlayarak Swaziland ve Mozambik’te motorsiklet kullanarak geçilmiş 3 ülke... 4000km toplam yolda bol kum, toprak, taş, dağ tepe, aids, malarya ile iç içe maceralar. Mozambik dalmaya gelenler, doğa severler için cennet. Denizi, kumu, gelgitleri ile şaşırtıcı iyi tesisleri var. Ulaşım Çinlilerin deniz imtiyazlarını almak için karşılığında yapmayı taahhüt ettikleri yolların kum-fırtına-grayder birlikteliği yüzünden motorsiklet adına dehşetli anlar yaşatıyor.yine de görülmesi farz yerlerden biri Mozambik. Ama ter ve yorgunlukla dolu bir turun ardından iç uçuşla geçtiğimiz Zanzibar’da deniz güneş, cırcıra karşı mümkünse buzsuz kokteyl ve masaj olayı güzel tamamladı. En aktif hareketimiz baharat bahçelerinde “ stonetown”da rehberli bir tur almak oldu.
baharatların çoğunu kuru haliyle mısır çarşısından tanıdığımız için kokularından kestirebildik, lokal rehberimizin bahşiş hayalleri suya düştü.
Fakat büyük bir botanik arazide karanfil, zencefil, kahve, lemon-grass gibi egzotik bir çok baharatın yeşilken neye benzediğini deneyimlemek pek eğitici ve dinlendiriciymiş. Üstelik bana muz yapraklarından kolye, beylere de kıravat verdiler! Mozambik’te tekneyle peşine düştüğümüz, sadece o sularda bulunan shark whale’i görmek Zanzibar’a kısmetmiş. Scuba yapan bir arkadaşımızın üzerinden geçivermiş. Hatta teknedeki ağır Alman’ın suya atladığını sanarak yukarı bakınca balinanın göbeğini görmüşler! Tam da yerde ararken gökte buldum hali! Gerçi gökten geçen bir balina ama olsun!
Adından ve büyüklüğünden korkanlara ufak bilgi: sadece plankton yiyormuş!
Freddy Mercury’nin doğduğu evi müze yapmışlar, ama ne müze! Souvenirshop!
Olsun. En azından sokak boyu Freddy Mercury dinlemekte bir sakınca yok.
Zanzibar büyük ve görkemli kapıları ile ve eski balıkçı tekneleri ile ünlü.
Fotoğraf çekenlere çıldırtıcı malzeme var. Darüsellam’a direkt uçuş konduğu için de tekrar J.burg’e dönmeden, Tanzanya’dan eve uçtuk. Ve geliyorum yeni “milli” plana! Yine bir motorsiklet turu! Ama bu kez Güney Amerika’ya. Sao paolo’dan başlayacak, Arjantin, Bolivya ve Şili’nin tuz göllerinden, dağ geçitlerinden 12 gün sürecek bir tur. Pek yakında...
BEHZAT ŞAHİN (Cibalikapı Balıkçısı’nın sahibi / 48 yaşında)
Hong Kong’a gittim bilet fiyatını döndüktan sonra öğrendim
“Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” derler ya, benim talebim tam aksi, “Gördüklerin senin olsun yediğini, içtiğini anlat.”
Yemek için seyahat edenlerdenim. Yemek hem işim hem de hala hobim.
Son seyahatimi geçen ay, Hong Kong’a yaptım. Bir belgeselde izlediğim Hong Kong yeme-içme dünyası aklıma yer etmişti. Balıklar, kabuklular, bilumum deniz ürünleri canlı canlı satılıyor, korunuyor, servis ediliyordu. Bilmediğim, duymadığım lezzetler biraradaydı. Üstelik vize de yok. Bileti THY’den, kullandığım kredi kartlarında biriken millerle, geçen aralık ayında aldık. İstediğimiz sınıfta yer (tabii ki millerle) ancak nisan sonundan itibaren vardı. Aslında bunun iyi yanları da var kötü yanları da. Kötü yanı her istediğiniz zaman yer bulup uçamıyorsunuz. İyi yanı da galiba, seyahati planlamak için önünüzde epey bir zaman olması... Planlama konusunda da seyahat arkadaşım Tolga (Yeniyurt), benden kat be kat başarılı. Daha gitmeden bütün yeme-içme bölgelerini biliyorduk. Ha bir de, para vermediğiniz için uçak bileti fiyatıyla ilgilenmiyorsunuz. Seyahat sonrasında araştırdım ki, aslında hiç de fena bir para değilmiş.
Daha uçakta seyahatin özellikle yeme-içme açısından iyi geçeceği belli oldu. Hoşgeldin şampanyasının ardından dağıtılan menü, küçük ölçekli lüks bir lokantanın menüsü ayarındaydı. Yemekler de (ön pişirimden geçmiş olsalar da) gayet lezzetli, servis oldukça ilgiliydi.
Yatağa dönüşen koltuklarda rahat bir uyku ve yine akşam yemeği kadar çeşitli ve başarılı bir kahvaltının ardından Hong Kong’a ulaştık. Yerel saatle artık öğleden sonrasıydı. Otelimiz Kowloon Yarımadası’nda, Hong Kong’un neredeyse tamamı gökdelenlerden oluşan manzarasına hakim bir yerdeydi. Filmlerde gördüğümüz bir manzaraya bakarak uyuyup uyanmak hoş bir duygu...
Otele yerleşir yerleşmez hemen çıkıp ilk saptadığımız bölgeye, otele yürüme mesafesindeki Temple Street’e gittik. Burası tam bir yeme içme cenneti. Çoğu sokakta servis veren yüzlerce lokanta bu bölgede. Ne ararsanız var. Lüksü de salaşı da...
Ve evet... Tıpkı belgeseldeki gibi. Suyun devr-i daim ettiği kaplarda canlı canlı balıklar, kabuklular, yumuşakçalar, görmediğim deniz ürünleri. Bizde “denizden babam çıksa yerim” denir ya, yalan. Meğerse yemediğimiz ne çok şey varmış.
Kaldığımız 8 gün boyunca çoğunlukla sokak lezzetlerine dadandım, farklı şeyleri tatmaya çalıştım. Hatta bir günümü mide problemim nedeniyle yatakta geçirdim. Muhtemelen vücudun alışık olmadığı bir bakteri beni yere serdi.
Eğer seyahat amacınız gittiğiniz yerdeki müzeleri, turistik yerleri tavaf etmekse, Hong Kong’a sanırım 4 gün yeter. Ama yiye-içe, aceleye getirmeden, tadını çıkararak gezmek için en az 1 hafta lazım.
Dünyanın bütün mutfaklarından örnekler var. Pazarları çok renkli ve heyecan verici. Gece hayatı çok zengin. Kozmopolit bir şehrin bütün avantajları orada. Tıpkı İstanbul gibi.
Hep yemekten bahsettim ama Hong Kong tam bir alışveriş cenneti de. Her yer alışveriş merkezi. Hatta yaya alt geçitleri bile. Bütün ünlü markaların 5’er 10’ar mağazası var.
FEM GÜÇLÜTÜRK (Halkla ilişkiler uzmanı /
Milim milim değil millerce seyahat
Millerime öyle duacıyım ki, gün olur mil olayı milada karışır diye çok korkuyorum. Gezme görme merkezli bir hayat felsefesinin en iyi yakıtı, “gezmeyi” niyet ve öncelik olarak seçmenin dışında şu icat edilmiş mil meselesi olmalı. Evvelki yıl Güney Afrika’da CapeTown’a uçtuk. Garden-route denen şıkır şıkır motorsiklet turunda Shappire binasından az kısa, dünyanın en yüksek bungee jumping’ini deneyip, büyük beyaz köpek balığı dalışı yapıp, sokak kedisi seyreder gibi balina izlenebilen Afrika köylerinde fink attık.
Eve döndükten tam 1 ay sonra bayrama denk getirip Bangkok’tan kuzeye, Chang-Mai-Chang-Rai turuna, arada okul tatilinde oğlanla Venedik-Floransa gezmelerine miller ile vardık. Ama gönlüme taht kuran mil seyahati geçen yılki idi. Johannesburg’dan başlayarak Swaziland ve Mozambik’te motorsiklet kullanarak geçilmiş 3 ülke... 4 bin km. toplam yolda bol kum, toprak, taş, dağ tepe, AIDS, sıtma ile iç içe maceralar. Mozambik dalmaya gelenler, doğa severler için cennet. Denizi, kumu, gelgitleri ile şaşırtıcı iyi tesisleri var. Ulaşım, Çinlilerin deniz imtiyazlarını almak için karşılığında yapmayı taahhüt ettikleri yolların kum-fırtına-grayder birlikteliği yüzünden motorsiklet adına dehşetli anlar yaşatıyor. Yine de görülmesi farz yerlerden biri Mozambik. Ama ter ve yorgunlukla dolu bir turun ardından iç uçuşla geçtiğimiz Zanzibar’da deniz güneş, cırcır böcekleri ve masaj iyi geldi. En aktif hareketimiz, baharat bahçelerinde rehberli bir tur almak oldu.
Baharatların çoğunu kuru haliyle Mısır Çarşısı’ndan tanıdığımız için kokularından kestirebildik. Fakat büyük bir arazide karanfil, zencefil, kahve, lemon-grass gibi egzotik bir çok baharatın yeşilken neye benzediğini deneyimlemek pek eğitici ve dinlendiriciymiş. Üstelik bana muz yapraklarından kolye, beylere de kıravat verdiler!
Mozambik’te tekneyle peşine düştüğümüz, sadece o sularda bulunan zararsız bir tür köpekbalığı whale shark’ı görmek Zanzibar’a kısmetmiş. Scuba yapan bir arkadaşımızın üzerinden geçivermiş. Hatta teknedeki ağır Alman’ın suya atladığını sanarak yukarı bakınca balinanın göbeğini görmüşler! Tam da yerde ararken gökte buldum hali!
Adından ve büyüklüğünden korkanlara ufak bilgi: Sadece plankton yiyormuş!
Freddy Mercury’nin doğduğu evi müze yapmışlar, ama ne müze!
Zanzibar büyük ve görkemli kapıları ile ve eski balıkçı tekneleri ile ünlü.
Fotoğraf çekenlere çıldırtıcı malzeme var. Darüsellam’a direkt uçuş konduğu için de tekrar Johannesburg’e dönmeden, Tanzanya’dan eve uçtuk.
Ve geliyorum yeni “milli” plana! Yine bir motorsiklet turu! Ama bu kez Güney Amerika’ya. Sao Paolo’dan başlayacak, Arjantin, Bolivya ve Şili’nin tuz göllerinden, dağ geçitlerinden 12 gün sürecek bir tur. Pek yakında...
DEMET CENGİZ (Hürriyet muhabiri / 33 yaşında)
Unutulmaz mil tatilim çocukluk hayalim Balkanlar
Çok seyahat ettiğim için THY’nin sadakat kartı Miles & Smiles’da elit plus’a kadar yükseldim. Arkadaşlarım kartın daha üst seviyesi olmadığı için bana ‘astronot’ olmamı öneriyorlar. Bazılarına birikmiş millerimle tatil ısmarlamışlığım da var. Yurtiçi seyahatlerimde neredeyse hep millerimle uçuyorum. Unutulmaz mil tatilim ise Balkanlar’da gerçekleşti.
Mostar Köprüsü, çocukluk hayalimdi. Bosna, 1990’larda hepimizin yüreğini burkmuştu. Ve Dalmaçya kıyılarına sahip Hırvatistan, bir tatil kaçamağı için aklımın bir köşesinde duruyordu. Eşimle bir haftada hepsini yapabileceğimiz bir tatil planladık. Balkanlar’da yaptığımız sırt çantalı ilk circle (dairesel) tatil de böylece başlamış oldu.
Önce Saraybosna’ya uçtuk. Varış noktamızı es geçtik. Çünkü orası dönüşte de geleceğimiz son noktaydı. Dairesel tatilimizin ilk durağı Mostar’a gitmek için yola koyulduk. Araba kiralamak ya da otobüse binmek gibi seçenekler vardı. Ülkeyi daha iyi görebilmek için otobüsü tercih ettik. Zaten 150 kilometre kadar uzakta olduğunu öğrenince yolculuğun kısa süreceğini tahmin ettik. Ama yanılmışız. Otobüsümüz her köye tek tek girerek yaklaşık 5 saatte Mostar’a vardı. Hani hep “Varılacak yerden ziyade yolculuğun kendisinden zevk alın” derler ya, işte tam bu duruma örnek bir maceraydı. Ortasından yollar geçen, bir tarafta caminin bir tarafta kilisenin olduğu, duvarları kurşun delikleriyle dolu köyler... İnsanın içini acıtan gerçekler? Öbür yandan küçücük bakkallarda satılan enfes Boşnak börekleri... Cevabi dedikleri, dövme etten yapılmış kömür ateşinde pişmiş köfteler. Doğal güzelliğiyle, yeşiliyle içimize huzur veren, savaş izleriyle üzüntüye boğan ülkenin bir kısmını gördüğümüz yolculuğun sonunda Mostar’a geldik.
Ertesi sabahı beklemeden, çocukken görmeyi çok merak ettiğim Mostar Köprüsü’ne gidiyoruz. Hayallerin gerçekleştiği anları anlatmak çok güç! Mostar’da geçirdiğimiz iki günün ardından taş binalarıyla eşsiz bir mimariye sahip olan Hırvatistan’ın Dubrownik şehrine gidiyoruz. Ve yine otobüslerle saatlerce gezerek tabii ki. Dubrovnik için eğer deniz-kum-güneş yapmayacaksanız 2 gün gayet yeterli. Ancak adalara mutlaka gidin. Dairesel tatilimizde Split’e de otobüsle gitme kararı alıyoruz.
Nedenini bilmiyorum ama Split beni Dubrovnik’ten daha çok etkiledi. Split’e giderseniz Hvar adasına gitmeden dönmeyin. Çünkü Hırvatistan’ın en güzel yerini görmemiş olursunuz. Hırvatistan biraz İtalya havasında bir ülke. Ama çok daha naif.
Son durak Saraybosna. O kadar bizden bir şehir ki... Türkiye’deki pek çok şehirden daha Osmanlı. Tarihi şehir küçücük ama gerçek Saraybosna için en az 3 gün ayırmanızı öneriyorum. Bosna-Hersek, ayrılırken insanların iyiliği ve saflığı karşısında ağladığım, hep bir daha bir daha gitmek istediğim bir ülke oldu.