Lokman Hekim’in şehrinde ilkbahar
Antakya şanslı. Çünkü Türkiye’nin büyük bölümü kış koşullarını yaşarken bu kente ilkbahar tüm renkleri, tüm güzelliğiyle geldi. Hiç soğumayan hava daha da ısındı.
Mehmet YAŞİN
Lokman Hekim’in ölümsüzlük iksiri reçetesini düşürdüğü Asi Nehri’nin çevresindeki topraklardan, ağaçlardan, dallardan yaşam fışkırmaya başladı. Antik dönemin en önemli ve en zengin kentlerinden biri olan Antakya, efsaneleri, baharı, çiçekli dağları, yemyeşil ovası ve damak çatlatan lezzetleriyle sizi bekliyor.
Bazı kentler vardır ki, oraların adını duymak bile içimi ısıtır. Bazıları da vardır ki, oraya adım atmakta zorlanırım. Zorda kalmazsam hiç gitmek istemem. Antakya, içimi ısıtanların başında yer alır. Nedeni çoktur, sıralamaya kalkarsam, önceliği mevsimlere vermek gerekir. Antakya, baharın şehridir. Bahar ona çok yakışır. Amik Ovası yemyeşil bir örtü örtünür. Yeşillikler arasında, dallarına bahar çiçeklerini takıp takıştırmış yalnız ağaçlar göze çarpar. Musa Dağı, Keldağı, Saman Dağı, Amanos Dağı, Habib Neccar Dağı baharda çok güzel görünür. Çünkü bu dağlar, rengarenk çiçeklerle sarmaş dolaş olmuşlardır.
Akdeniz’in okşadığı kumsallarda, kum zambakları beyaz gelinlik gibi uçuşmaya tam bu ayda başlar. Deniz kaplumbağaları, göz yaşları dökerek bu mevsimde kumsallara yumurtalarını eker. Göçmen kuşlar, uzak Afrika’yı aşıp, Antakya üstünden geçerek, Anadolu’nun dört bir yanındaki yuvalarına bu aylarda kanat çırpar. Asi nehri, bahar başında gürül gürül akar. Bu nehir Amik ovasının asırlardan beri dostudur. Birbirlerine çok yakışır.
Antakya’da gökyüzü bu mevsimde nisan rengine bürünür. Bulutlar pamuk pamuk olup, maviliklerin üstünde uçuşur. Onları seyrederken insan tüm bahar şiirlerini ezberlemek ister. Siz de benim gibi bahar aşığıysanız, gelmesi için beklemeyin. Vakit geçirmeden Antakya’ya gidip, sevdiğinize kavuşun. Onu seyredin, koklayın, gözleyin. Tıpkı benim geçen hafta yaptığım gibi.
ÇANLAR ARTIK DUYULMUYOR
Uçaktan indiğimde, sıcak bir bahar günüydü. Otelime giderken, geçen gelişimdeki Antakya’yı hatırlamaya çalıştım. Asi’nin sağ yanında kalan yeni şehirde tanıdık hiçbir şey görmedim. Hiçbir bina, geniş cadde çağrışım yapmadı. Sanki ilk kez geliyordum. Gözlerimin önündeki Antakya, Asi’nin sol yanındaydı: Taş döşeli dar ara sokaklar, Büyük Çarşı, avlulu eski evler.
Bunları düşünürken, Antakya’yı sevme nedenlerimden birini daha anımsadım: Barış kentiydi. Asırlardan beri farklı din ve kültürdekiler barış içinde, kavgasız, huzurla yaşıyordu. Sünniler, Aleviler, Katolikler, Ortodokslar, Süryaniler... Bir Hataylının diğerine din, mezhep sorması büyük ayıptı. Bir yanda camiler, diğer yanda kiliseler, cem evleri. Kolkola yola çıkan iki hemşehri, sadece ibadet yerinin kapısında ayrılıyordu. Sonra yine aynı tavlaya zar atıyor, bir dilim künefeyi paylaşıyor, aynı tepsi kebabına ekmek banıyordu. Sadece son yıllarda ezan sesinin arkadaşı olan çan sesi artık duyulmaz olmuştu.
Oysa burası, Hıristiyanlığın Kudüs dışında yayıldığı ilk kentti. İsa’ya inanlara ilk kez burada Hıristiyan dendi. Bu konu, İncil’de Resullerin İşleri bölümünde şöyle anlatılıyordu: “Ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması Antakya’da oldu.” Hıristiyanlığın ilk toplanma yerlerinden biri olan Aziz Pierre mağara-kilisesi de buradaydı. İsa’nın havarisi Aziz Petrus, bu mağarada vaaz vermişti. Papa 6. Paul burayı hac yeri ilan etmişti. Eğer bahar kavuşması için Antakya’ya giderseniz, Hıristiyanlığın ilk kilisesini görmeyi ihmal etmeyin.
DÖRT BİR YANIMDA ÇİÇEKLER
Aslında bahar, Antakya’nın dört bir yanındadır. Peşine düştüğünüzde kentin diğer yüzünü, ilginç öykülerini de duyarsınız. İçinde, dışında inanılmaz tarihi zenginlikler vardır. Örneğin Amanos Dağları’nın batı yamacındaki Belen, sıcaktan bunalan kent halkının sığındığı rüzgarlı bir yayladır. Bir zamanlar İskenderun ile Halep arasındaki kervan yolunun önemli mola yeri olan Belen’e, Mimar Sinan bir kervansaray yapmıştı. Belen hâlâ önemli bir mola yeri. Yolcular burada bir soluk alıp, yollarına devam ediyor.
Antakya’nın güzelliklerini sergileyen bir diğer ilçe Samandağı. Keldağı, Musa Dağı ve Samandağı ilçeyi üç yönden sarmalar. Lübnan dağlarından yola çıkan Asi Nehri, burada Akdeniz’le kucaklaşır. 14 kilometre uzunluğundaki kumsalını insanlarla kaplumbağalar ortaklaşa kullanır. İnanışa göre Hz. Hızır ile Hz. Musa bu sahilde buluşmuşlardır. Koni biçimindeki buluşma yeri, dini ne olursa olsun tüm muhtaçların adak yeridir. Buraya kadar gelmişken 6 kilometre uzaklıktaki Hıdırbey köyüne gidip, 1200 yaşında olduğu söylenen Musa Ağacı’nı görmek gerekir. İnanışa göre bu ulu çınar, Hz. Musa’nın ünlü asasından yeşermiştir.
Samandağ tüm bu güzelliklere rağmen hep hüzünlüdür. Çünkü 20 binden fazla erkek yıllardan beri Arap ülkelerinde ekmek peşinde koşmaktadır. İlçedeki bir çok kadın dul hayatı yaşar. Çocukların çoğu babalarına yabancıdır. Başıboş kalmış gençlik, yavaş yavaş uyuşturucunun pençesine düşmektedir. Tüm bunları ilk bakışta göremezsiniz. Ama sorarsanız, dertler şelaleden akan su gibi gürül gürül dökülür.
ANTİK AŞK MASALI
Antakya’nın yanı başındaki Harbiye ise efsanelerin beşiğidir. Onu gözleriyle gören antik dönemin önemli coğrafyacısı Strabon şöyle anlatmıştır: “Fıskiyeli çeşmelerle bölünmüş sık ağaçlıklı büyük bir koru, orta yerinde bir şifahane ile bir Apollon ve Artemis tapınağı var. Burada Antiokheialılar ve çevre kentlerin halkları kutlama yaparlar.”
Antik dönemdeki adı Daphne (Defne) olan Harbiye, bir zamanlar Efes ile boy ölçüşecek bir ihtişama sahipmiş. MÖ 40 yılında Roma İmparatoru Antonius ile Kleopatra muhteşem bir törenle burada evlenmiş. İmparatorluğun gözbebeği ve haz mekanı Daphne’den bugüne sadece mozaikler, parçalanmış sütunlar kalmış. Tabii bir de, antik dönemin güzeller güzeli Daphne’nin dönüştüğü defne ağaçları, yanlışlıkla bir geyiğin ölümüne neden olduğu için ağaca dönüşen Kyparissos’un selvileri ve Daphne’nin göz yaşlarından oluşan şelale...
Antakya’daki antik efsaneler anlatmakla bitmez. En iyisi oraya gidip baharı solurken, asırlar öncesini düşlemektir. Vakit geçirmeyin Antakya’da bahar birden yaza dönüyor.
DAR SOKAKLARDA GEÇMİŞİN İZİNDE
Antakya’da dolaşırken yeni kenti görmezden geldim. Zamanımın çoğunu, Asi’nin karşı yakasında geçirdim. Büyük Çarşı, her zamanki gibi fotoğraf makineme poz vermekten çekinmedi. Vitrinlerdeki çökelekleri, yuvarlak bakır tepsinin üstüne kadayıf dökenleri, simitçi ve pide fırınlarını, baharatçıların önünde salkım saçak sarkan kurumuş biberleri, patlıcanları, kabakları, Suriye’den gelen ve genç kızların aklını başından alan rengarenk kumaşları, sipariş üstüne kağıt ve tepsi kebabı yapan kasapları, tavla oynayan esnafı, makineyi görünce yüzünü saklayan kadınları, neredeyse bütün çarşıyı fotoğraf makineme hapsettim.
Eğer Antakya’nın geçmişi hakkında bilgi sahibi değilseniz, eski kentin yoksul görüntüsü sizi yanıltabilir. Buranın bir zamanlar, yarım milyon nüfusuyla Roma İmparatorluğu’nun üçüncü büyük kenti olduğu aklınızın ucundan bile geçmez. Antakya’nın bir armağan kent olduğunu da belki bilmezsiniz. MÖ 4. yüzyılda, Amanos ve Habib Neccar dağlarının arasındaki ovada bu kenti kuran Suriye Kralı I. Seleukos’un, buraya çok sevdiği babası Makedonyalı soylu Antiokhos’un adını koyup, ona armağan ettiği de gözünüzden kaçmış olabilir. Dahası, biraz önce kıyısında yürüdüğünüz Asi Nehri’nin, buradan 29 kilometre uzaktaki gemileri, bir zamanlar Antakya’ya taşıdığını hayal bile edemezsiniz. O devirde Antakyalıların zengin, mutlu, asil bir halk olduğuna inanmakta zorlanırsınız. Tüm bunları öğrenince, daracık sokaklarda, yıkılmamak için yandaki komşusuna omuz vermiş eski evlere farklı gözle bakarsınız.
Antakya’ya gidince, Mozaik Müzesi’ni görmeden dönmek olmaz. Burada sergilenen antik Roma’ya ait mozaik döşemeler, insanın aklını başından alır. Bunların içinde en ünlüsü Yakro Mozaiği’dir. Bu mozaiğin kenarlarında, Antakya’nın Roma dönemlerindeki kent yaşamından tasvirler vardır.
DAPHNE AĞAÇ OLDU BEKARETİNİ KORUDU
Tanrı Apollo, kız kardeşi Diana’yı ziyaret etmek için Asi Nehri’nin kıyısından geçmektedir. Birden kulağına müzik sesi gelir. Sese doğru gidince, lir çalan güzeller güzeli bakire ırmak perisi Daphne’yi görür. O anda aşık olur. Oysa Daphne, kendini tanrıça Gaia’ya adadığı için erkeklerden kaçmaktadır. Daphne önde, Apollo arkada amansız bir kovalamaca başlar.
Daphne, Apollo’nun elinden kurtulamayacağını anlayınca, annesi olan yeryüzü tanrıçasına, kendisini toprağın altında saklaması için yalvarır. Annesi onu, gövdesi büyük ve diri bir defne ağacına döndürür. Apollo ağacın gövdesine sarılıp, yanık aşk şarkıları söyler. Daphne dayanamaz, ağlamaya başlar. Gözlerinden dökülen yaşlar, bölgedeki şelaleri oluşturur.
Bu öykü bir çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Örneğin Melih Cevdet Anday, öyküyü şöyle şiirleştirir: “Eskiden, çok eskiden yeryüzünde / Güzelliği dillere destan / Bir su perisi vardı adı Defne / Upuzun saçları altın sarısıydı / Dolaşırdı kuytu ormanlarda bütün gün / Defne Irmak Tanrısı’nın kızıydı / Babası Pene derdi ki: kızım / Sen bana bir damat borçlusun / Sen bana bir torun borçlusun / Defne derdi ki: Babacığım / Beni zorlama ne olursun / Bırak beni kız kalayım ne olursun...”
MEZE CENNETİNDEKİ SOFRALARDA TABAK KOYACAK YER KALMIYOR
Antakya’nın yemekleri çok leziz ve çeşitlidir. Çünkü burada İç Anadolu’dan Akdeniz’e, Doğu Anadolu’dan Güneydoğu’ya, Suriye’ye hatta Lübnan’a kadar bir çok mutfağın izlerine rastlamak mümkündür. Ayrıca yan yana yaşayan kültürler ve dinler de Antakya mutfağını etkilemiştir.
Bu mutfağın yemeklerini, kırmızı biber, nar ekşisi, zeytinyağı, kimyon ve zahter (yabani kekik) tatlandırır. Bu malzemelerin kullanılmadığı yemek hemen hemen yok gibidir. Ekmekler genellikle kil ve saman karışımı ile yapılan özel tandırlarda pişirilir. Bu tandırın kızgın duvarlarında pişirilen katıklı ve biberli ekmekleri yemeye doyum olmaz.
Mutfağın kralları, sacda pişirilen oruk (içli köfte), patlıcan, et ve iç pilavla yapılan maklube, özel günlerde yapılan ve keşkeği andıran aşur, tokmakla dövülerek yapılan közlenmiş patlıcan, kırmızı biber, domates ve sarımsak salatası, Arap kebabı, kasaplarda yapılıp, orada yenen tepsi ve kağıt kebabı ilk ağızda sayabileceğim yemeklerdir.
Antakya bir meze cennetidir. Tuzlu yoğurtla yapılanlar, acı ve küflendirilmiş çökelekle yapılanlar, yörenin ünlü yeşil zeytini ile yapılanlar, çeşit çeşit humuslar, nar ekşisi ve kurutulmuş kırmızı biberle tatlandırılan mezeler, zahter salataları, biber ve patlıcan yoğurtlamaları, biber ve ceviz karışımı muhammara insanın damağında unutulmaz tatlar bırakır. Antakya sofraları hem çok renkli hem çok çeşitlidir. Tabak konacak yer bulmakta insan zorlanır.
Künefe bu mutfağın vazgeçilmez tatlısıdır. Mayalanmış tuzsuz peynir ve kadayıfla yapılan künefeyi insan yemeye doyamaz. Hele köz üstünde, döndürü döndüre pişirilen künefenin lezzeti anlatılamaz. Taş kadayıf, kireç kaymağında bekletilmiş kabak, patlıcan, taze ceviz tatlıları da, acılı mezelerden sonra damakları tatlı noktalar koyar.