GeriSeyahat Labirent sokakların büyüsü
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Labirent sokakların büyüsü

Labirent sokakların büyüsü

Geçen hafta Tunus yolculuğumun ilk bölümünde, başkent Tunus’un beyaz badanalı evlerini, Habip Burgiba Bulvarı’nda gördüğüm Tunus’un modern yüzünü, yüksek duvarların arkasına gizlenmiş Medina’da, Binbirgece Masalları’nı anımsatan görüntüleri, Cumhurbaşkanı Ben Ali’nin iktidar öyküsünü anlatmıştım. Bu hafta ise ülkenin turistik yüzünü yansıtmaya çalışacağım.Tunus kenti geceyi erken bitiren bir kentti. Saat 22.00 olmadan köylü köyüne, evli evine dönüyor, sokaklar ıssızlaşıyordu. Bu durum biraz da işime gelmişti. Renkli bir gece hayatının, uykusuzluk demek olduğunu iyi biliyordum. Uykusuz bir gecenin ertesinde de hayalet gibi dolaştığım için gecenin erken bitmesine aslında sevinmiş, erkenden odama çekilmiştim.Tunus, Türkiye’den iki saat daha ilerisini yaşıyordu. Onun için sabahın köründe -alacakaranlıkta- gözlerimi açtım. Erkenden aşağıya indim. Taze keçi peyniri, hurma ve pideden oluşan kahvaltımı yapıp rehberi beklemeye koyuldum. Önce 19. yüzyılda inşa edilmiş olan Beylical Sarayı’ndaki Bardo Müzesi’ne gittim. Burada dünyanın en zengin Roma mozaik koleksiyonu sergileniyordu. İçerideki kalabalığa bakılırsa, Tunus’taki bütün turistler buraya akın etmişlerdi sanki. Bir grup içeri giriyor, diğer bir grup çıkıyor, rehberlerin İspanyolca, İngilizce, Fransızca ve Almanca açıklamaları duvarlardan yansıyıp birbirine karışıyordu. Mozaikler gerçekten de görülmeye değerdi. Onları seyrederken, Roma dönemindeki günlük yaşamı, inanışları, efsaneleri, tanrıları anlatan bir resimli romanın sayfalarını karıştırdığımı sandım.Müzeden sonradaki ikinci durak, ünlü Kartaca harabeleri idi. Harabeler, başkentin hemen yanı başında yer alan banliyönün tepesindeydi. Banliyönün büyük bir bölümünü cumhurbaşkanının sarayı kaplamıştı. Bir bölümünü de askeri tesisler işgal etmiş, arta kalan yerlere ise lüks vilallar yapılmıştı. Lüks villalara tepeden bakan Kartaca kenti, Tayna prensesi Elisa tarafından İÖ 814 yılında kurulmuştu. Fenikelilerin Kuzey Afrika’daki en önemli limanıydı. Kartaca İÖ 6. yüzyılda Tunus topraklarının önemli bir bölümünü sınırlarına katıp, büyükçe bir devlete dönüşmüştü. Akdeniz ticareti üzerinde söz sahibi olmaya çalışan Kartaca bu yüzden Roma ile sık sık sürtüşüyordu. Babası Hamilkar’a ölünceye kadar Romalılarla savaşacağına dair söz veren Hannibal, 40 bin kişilik ordusu ve filleriyle birlikte Alpler’i aşıp Roma’nın kapısına dayandı. Roma ordusunu perişan eden Hannibal, son ve kesin darbeyi vurmaktan nedense kaçındı. Hannibal’in bu kararsız tutumu onun kaderini hazırladı. Zaman kazanarak toparlanan Roma, yıllar süren mücadelenin galibi oldu. İÖ 146 yılında Kartaca, Roma ordularının hışmına uğradı ve şehirde taş üstünde taş kalmadı. Hannibal ise Anadolu’ya kaçarak hayatını kurtardı. Ama onun peşine bırakmayan Romalılar, Hannibal’i Gebze’de kıstırdılar. Yakalanacağını anlayan ünlü komutan, zehir içerek yaşamına son verdi.Tunus’u 1574 tarihinde Barbaros Hayreddin Osmanlı topraklarına kattı. 1881 yılına kadar Osmanlı egemenliğinde kalan ülke o tarihten sonra da Fransız sömürgesi oldu.AKDENİZLİ SEMTBeni bilgi bombardımanına tutan rehberimi, bir süre sonra duymamaya başladım. Harabelere karşı ilgimin azaldığını anlayan rehber, bir iki cümle ile Kartaca’yı toparlayıp, arabayı Sidi Bou Said’e doğru hareket ettirdi. Bou Said’in kaldırım taşlarıyla kaplı yokuşunu tırmanmaya başlamadan, burasının çok güzel bir banliyö olduğu kararına vardım. Yokuşu çıktıkça bu kararımın doğru olduğunu gözlerimle gördüm. Beyaz badanalı evler, boncuk mavisine boyanmış cumbalar, pervazlar, demir parmaklıklar, sarılı, yeşilli, mavili süslü kapılar, daracık sokaklar, balkonlara asılmış renkli çamaşırlar, beyaz duvarlara sarılmış kırmızı ağırlıklı begonviller, pencere içlerinde top top açmış sardunyalar, taş merdivenlerden çıkılan sahanlıklar, birbirlerine kemerlerle bağlanmış evler... Sidi Bou Said tüm bu görüntülerle tam bir Akdenizli, büyülü ve şiirsel bir semtti. Onun içindir ki Andre Gide, Foucoult, Klee gibi yüzyılın önde gelen düşünür ve sanatçıları yaşamlarının bir bölümünü bu banliyöde geçirmişlerdi. Haksız da değillerdi. Bou Said’in her köşesi bir sanatçı için ilham kaynağı olabiliyordu. Yazarı kurgu dünyasında sürüklüyor, ressamı renk renk etkiliyor, şaire en güzel mısraı yazdırıyordu.Yokuşun sonundaki 17. yüzyıldan kalma Alia adlı kahvenin verandasında kahvemi yudumlarken, burada bir süre kaybolabileceğimi düşledim. Modern çağ her ne kadar masalımsı görüntüleri örtmüş olsa da, arta kalan kırıntılar bile insanı içine alıp, sarmalamaya yetiyordu. Arabaya bindiğimde yolculuğumun bundan sonraki bölümünde göreceğim mekanları, hep Sidi Bou Said’le karşılaştıracağımı ve bu nedenle hayal kırıklığı yaşayacağımı tahmin edebiliyordum.TURİSTİK SAHİLLERKuzeydeki Bizerta’da, deniz nehir gibi içeri girmiş, iki kıyısına evler sıralanmıştı. Burası kentin eski bölümüydü. Limanın bir bölümünü çevreleyen kale duvarlarındaki pencerelerin kiminde kuş kafesleri asılıydı, kimilerinde ise güleç yüzlü çocuklar el sallayıp, perdenin arkasına saklanıyorlardı. Birkaç balıkçı ağlarını onarıyordu. Birkaç turist de -ben de dahil- görüntü avlamaya çalışıyordu. Sahili boydan boya yürüyüp, kentin modern sokaklarına yüz vermeden Bizerta’dan ayrıldım.Ertesi gün yine erkenden bavulumu toplayıp yollara düştüm. Bu sefer ülkenin doğu sahillerinde Hamamet Körfezi’nde dolanıp duracaktım. Uzaklardaki Atlas Dağları’nı, uçsuz bucaksız otlaklardaki hayvan sürülerini, hayvanların peşinden bütün bir yıl dolaşan o otlak senin, bu otlak benim misali dolaşan yalnız çobanları, askeri bir nizam içinde dizilmiş zeytin ağaçlarını seyrede seyrede önce Nabeul’a geldim. Burası Endülüs sürgünlerinin yerleşim yerlerinden biriymiş ve bu sürgünler seramik sanatında ustaymışlar. Rehberimin götürdüğü bir-iki dükkanda, Endülüslülerden kalma sanatın son ürünlerini gördüm. Gezinin son durağı Hamamet, Tunus’un önemli turizm merkezlerinden biriydi. Tunuslular böyle bir kentleri olduğu için övünüyorlardı. Haksız da değillerdi; güneş, masmavi deniz, rengini Akdeniz’e yansıtmış bir gökyüzü, palmiye ağaçları, üstünde hálá meyveleri bulunan portakal ağaçları, gökyüzüne doğru uzanan servilerle ideal bir tatil beldesiydi. Önce kentin eski bölümünde mola verdik. Burası tipik bir balıkçı kasabası görünümündeydi. Palmiyelerin sıralandığı sahilde balıkçı tekneleri yan yatmış, sezonun açılmasını bekliyorlardı. Sahile yüz vermiş balıkçı lokantaları ise iştah açıcı kokular yayarak turistleri bekliyordu. Caddeden ayrılıp Medina’nın daracık sokaklarına daldım. İki insanın bile yanyana yürümekte zorlandığı bu sokaklar tüm diğer Medinalar gibi zamanın dışındaydı sanki. Görüntülere bakınca kendimi, doğu figürleriyle dekore edilmiş bir tiyatro sahnesinde veya doğu konulu bir filmin platosunda zannettim.YENİ HAMAMETOtelim eski kente 15 kilometre uzaklıktaki yeni Hamamet’teydi. Burası büyüklük ve gösteriş konusunda birbiriyle yarışan oteller ve lüks apartmanlarla süslenmiş bir yerdi. Palmiyelerin sıralandığı geniş bulvarlar, alış veriş merkezleri ve yeni yapılmış bir Medina ile tamamen turistlere ayrılmıştı.Gezinin son iki gününde daha güneydeki Sousse ve Monastir kentlerine gittim. Tunus görüntülerine alıştığım için, bu kentlerin Medinalarında fazla oyalanmadım. Sadece Monastir’de Habip Burgiba’nın devasa boyutlardaki mezarını ziyaret ettim.Tunus’ta damağıma uygun pek yemek bulamadım. Ülkenin milli yemeği Kuskus’un balıklısını, sebzelisini, etlisini ve tavuklusunu tatmama rağmen bu yemeğe fazla gönül düşüremedim. Beni en çok etkileyen ve terleten Harisa oldu. Acı biberle yapılan, sarmısak, baharat ile karıştırılan ve bir tür biber salçasına benzeyen bu iştah açıcıyı, her yemek öncesinde bol bol yedim. Bir de ya balık ya da sebze ağırlıklı içle yapılan Brik adlı böreği beğendim. Çok sevdiğim ton balığını, hemen her salatanın üstünde görünce, bir süre sonra yiyemez oldum. Arpa şehriyeli kefal balığı çorbasını ise her fırsatta içtim. Bazı lokantalarda törenle sofraya getirilen testi kebabında ise bizde yapılandan farklı bir tat bulamadım.Ülkenin içkilerine gelirsek. Ben genellikle şarabı tercih ettim. İki marka çok hoşuma gitti: Saint Augustine ve Sidi Saad-Magon... Tercih yapmak zorunda kaldığımda oyumu Magon’dan yana kullandım. Yemek sonrasında Tibarin adlı konyak benzeri hazmettiriciyi tercih ettim. Grappayı andıran Boukha’yı ise içilemeyecek kadar sert buldum.Tunus’ta yemeli, içmeli tam bir turistik gezi yapmıştım ama gözüm arkada kalmıştı. Güzelliklerini müthiş bir ustalıkla sergileyen bu ülkede, zaman labirentinde kaybolmuş, bugünle dünü karıştırmıştım ama çölü görmeden, o sihirli vahalarda hayal kuramadan dönmek zorunda kalmıştım.
False