GeriMersini Keşfet Kralların Yolundayız
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Kralların Yolundayız

Kralların Yolundayız

Serkan Ocak

Hürriyet gazetesi birçok yazarı ile birlikte Mersin’deydi. Mersin Büyükşehir Belediyesi ve TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği) işbirliği ile ‘Mersin’i keşfet’ projesi kapsamında üç gün boyunda kentin en önemli yerlerini gezdik. Daha önce Hatay ve Aydın için yaptığımız ‘marka şehirler’ buluşmasının üçüncü durağıydı Mersin... Üç günlük programımızın ilk adresi Tarsus oldu. Mersin’in en büyük ilçesi belki ama neredeyse koca bir şehir gibi Tarsus, hem fiziki hem de sahip olduğu değerler açısından... Antik Kilikia’nın stratejik bir bölgesi olan ilçede Mersin Valiliği’nin ev sahipliğinde Tarsus Şelalesi’nde öğle yemeği yedik. Burada ilk rehberliğimizi Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz’ın kendisi yaptı. Sıcaktan bunalan çocukların yüzdüğü şelaledeki kayaların altında Roma Dönemi mezarları bulunduğunu anlattı.

Daha sonra Tarsus’un önemli duraklarını keşfe başladık. Yerel tarihçi ve turizmci Ali Murat Merzeci’nin rehberliğinde Antik Yol’a vardık. Daha 13 yıl öncesine kadar burası hakkında fazla bir bilgi yoktu. Ta ki yeraltı otoparkı yapımı için ilk kepçe vurulduğunda memleketin kaderini değiştirecek bir tarih gün yüzüne çıktı. Bir zamanlar gençlerin bisiklete bindiği bu alanın 5 metre altında 2.250 yıllık bir yerleşim yeri olduğu anlaşıldı. Bazalt taşların döşeli olduğu yere Antik Yol adı verildi. Üstelik buranın sadece bir kısmı ortaya çıkarılabildi. Çünkü her yerde yerleşim var. Sadece bir kısmı ortaya çıkarılan bu muazzam yerde bir zamanlar Büyük İskender’in yürüdüğü düşünmek insanın tüylerini ürpertiyor. Bölgenin yakınındaki adliye binası boşaltılmış durumda. Büyükşehir’in katkılarıyla yakında bu boş binada müze yapılması planlanıyor.

Tarsus’taki turumuz yürüyerek devam etti. Çünkü her biri ayrı bir hazine olan tarihi yerlere yürüyerek ulaşmanız mümkün. Bu kez Hıristiyanlık Alemi’nin Kutsal Mabedi sayılan Aziz Paul’ün evindeydik. Üzeri camla koruma altına alınan Aziz Paul’ün evinin hemen yakınında da bir kuyu var. Yaz kış suyu eksilmeyen bir kuyu. 38 metreden çıkan sudan Aziz Paul içmişti. Şimdi binlerce Hıristiyan her yıl bu kutsal sudan içmeye, Aziz Paul’ün hatıralarına bakmaya geliyor. Gitmişken sudan içmemek olmazdı. Hürriyet yazarlarından Yalçın Bayer kuyunun başındaydı. 38 metreden dolu kovayı çekti. Hepimiz kana kana su içtik. Bölgede bir de Aziz Paul Müzesi var. 5. yüzyılda inşa edilen kilise mübadele sonrasında cemaatini kaybetmiş durumda. Şimdi müze olarak kullanılan kilise de zaman zaman özel izinle ayinler de yapılabiliyor. Aziz Paul ile ilgili ziyaretlerimiz bittikten sonra Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz ilginç bir hatırasını anlattı. Vatikan’a davet edildiğinde kardinallere şunu söylemiş: “Sizler Hıristiyansınız, bense Müslümanım. Ama hayatını Hıristiyanlığı yaymaya adayan Aziz Paul’e sizden daha yakınım. Neden mi? Onun bir nüfus cüzdanı olsaydı, doğduğu yerle benim doğduğum yer aynı olacaktı...” Anlattığı doğruydu. Gerçekten de ilk Hıristiyan topluluklarını oluşmasını sağlayan Aziz Paul Tarsus’ta doğmuştu. Bugün Aziz Paul’ün bu hatıraları UNESCO Dünya Mirası Listesi adayları arasında...

Tarsus’taki bir sonraki durağımız Çanakkale’nin kahramanı Nusret Mayın Gemisi’ydi. Asıl adı ‘Nusrat’ olan ama sonradan ‘Nusret’ diye dillendirilen geminin Tarsus’da olmasının ilginç bir o kadar da hüzünlü bir hikâyesi var.

Bir gece tüm ışıklarını söndürüp büyük bir sessizlik içinde son 26 mayınını Çanakkale Boğazı’nın sularına bırakması bir ülkenin kaderini değiştirdi. Bu kadar tarihi bir misyonu olan gemi 1962’de hurdaya ayrıldı. Daha sonra adı ‘Kaptan Nusret’ olarak bir yük gemisine dönüştürüldü. Gazimağusa’ya yük taşıdığı 1989’da Mersin Limanı’nda Bir grup gönüllü tarafından 10 yıl sonra çıkarıldı. Mersin Büyükşehir Belediyesi Nusret Mayın Gemisi’nin kurtarıcısı oldu.

2003’te Tarsus’a üç ayrı parça halinde TIR’larla taşınan Nusret, bugün Tarsus’daki Çanakkale Parkı’nda tüm ihtişamıyla ziyaretçilerini bekliyor. Üstelik şu sıralar içinde özel gözlüklerle gezilen üç boyutlu resim sergisi ve Çanakkale’den getirilen askerlerin kullandığı orijinal eserler var.

Tarsusta görülecek yerler elbette bunlarla sınırlı değil. Burası tarihte insanlık için bırakan Aziz Paul’ün dışında Danyal Peygamber, Hz. Muhammed’in müezzini Bilal-i Habeşi ve Aristo, Çiçero, Athenerosa gibi filozofların da buluşma noktası... Bu hoşgörü topraklarında Eshab-ı Kehf Mağarası, Makam-ı Şerif Cami, Bilal-i Habeş Mescidi, Ulu Cami, Roma Tapınağı gibi tarihi ibadet mekanları da sizleri bekliyor... Tarsus’a dair son bir not; eğer bir gün yolunuz düşerse mutlaka 42. Sokak’taki eski Tarsus evlerini de ziyaret edin. İlçenin karakteristik eski taş evlerini burada göreceksiniz. İlk günkü programın sonunda yorgunluğumuzu marinadaki 20. Cadde Restoran’da attık. Akdeniz’in uçsuz bucaksız manzarasını seyrettiğimiz Hilton Otel’de konakladık. Sabah yöresel kahvaltımızın ardından bu kez yeni duraklar bizi bekliyordu. Gezilecek yer çok ama zaman azdı... Önce Pompeipolis’teydik. Mezitli İlçesi’ndeki bu Roma döneminin en önemli liman kentleri arasında gösterilen Soli Pompeiopolis Antik Kenti’nde, Geç Roma Dönemine ait villadan, bin 800 yıllık sikkelere, Arkaik bir tapınaktan kanal sistemine kadar bir çok değerli eser yer alıyor. Tıpkı Aziz Paul gibi burası UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne göz kırpıyor.

Kısa bir yolculuğun ardından bu kez bu kez Kızkalesi’nin sırtlarındaki bir Roma mezarlığı olan Elaiussa-Sebaste’ye vardık. Etkileyici bir nekropüldü. Asıl şaşırtıcı olansa mezarlık alanın çok büyük bir kısma yayılmış olmasıydı. Anadolu’nun en iyi korunmuş nekropollerinden. Limon bahçelerinin arasındaki çoğu lahitin kapağı kenara itilmişti. Belli ki defineciler çoktan görevlerini yerine getirmişti. Yine de limon bahçelerinin arasındaki çoğu lahit büyük bir görkemiyle yüzyıllardır oldukları yerde duruyordu. Mersin gezisinin benim için en güzel kısımlarından biri burasıydı. Bölgede hasat zamanıydı. Limon, portakal, mandalina ya da zeytin toplayan yörüklere rastladık. Ayşe Ersoy, Gülsüme Gök ve Fatma Erden’in bir öğle yemeği sofrasına tanık olduk. Birlikte fotoğraf çektirdik, hazırladıkları yemeklerden tattık.

Rehberimiz Ali Murat Merzeci’nin verdiği bilgilere göre, Mersin’de yaklaşık 400’e yakın Bizans Köyü var. Gezdiğimiz biri de Kanlı Divane’ydi. Burası Kutsal Haç Yolu üzerindeki duraklardan biri. Tarihi şehirdeki 8 kiliseden hâlâ 4’ü ayakta. Merzeci’nin anlatımlarına göre, batıda henüz kilise yokken Hıristiyan mimarisinin en güzel örneklerinden biri Kanlı Divane’ye yapılmıştı... Bir obruğun etrafındaki kentteki kiliselerin duvarlarının büyük kısmı hâlâ ayakta. Son iki yıl içinde yürüyüş yolları yapılmış. 100 yıllık demiryolu traversleri kullanılmış. Güzel bir çalışma olmuş, umarım diğer restorasyonlar ve kazı çalışmaları da aynı titizlikle sürdürülür...

Yazın çok kalabalık olur Kızkalesi’nin önü. Ama bu mevsimde sanki tüm sahil size tahsis edilmiş gibi... Birkaç kişinin dışında pek fazla insan yok. Kumsal boş... Denize girenlerse tüm Mersin’de olduğu gibi burada da var. Çünkü hava ve deniz suyu sıcak... Kızkalesi’nin rivayetlere göre hikâyesi, tıpkı İstanbul’daki Kız Kulesi ve batıdaki bazı örneklerindeki ile aynı... Sepete giren yılan kralın kızını öldürür... Hikâye aynı olsa da manzara ve keyif Akdeniz’e, Mersin’e özgü... Muhteşem... Mersin’de mutlaka uğramanız gereken duraklardan Kızkalesi... Bizim son durağım oldu. Çünkü bunca yorgunluğun üzerine bir kahve içilirdi... Kilikya Otel’in bahçesinde Kızkalesi manzarasına karşı yudumladık kahveleri... 40 yıl hatırı kaldı... Söz verdik, tersine değil yine gideceğiz Mersin’e...

Günü çok yoğun geçirince erkenden acıktık. Yemek için biraz sabrettik ama muradımıza erdik. Sanırım Mersin’de bir öğle yemeği bu kadar keyifli olabilirdi. Narlıkuyu’da birbirinden leziz mezeler eşliğinde deniz ürünleri yedik. Gitmeden önce söylemişlerdi; “Buradaki yediğiniz balığın tadını unutamayacaksınız” diye. Soğuk suyundan mıdır, çok acıktığımızdan mı, yoksa hakikaten lezzetinden mi bilmiyorum ama bir başkaydı Narlıkuyu Kerim Restoran’daki barbunların tadı... Yemeğin ardından ekipten iki arkadaşla bir de deniz sefası yaptık. İstanbul Ankara gibi büyükşehirlerde hava sıcaklığı 15 derecelerin altına düşmüşken, burada 28 derece sıcaklıkta deniz keyfi yaptık. Civardaki kaynak sularından dolayı Narlıkuyu’daki koyda su soğuktu ama turkuvaz denizinde yüzmek büyük keyifti.

Enerjimiz yerindeydi, şimdi gidebilirdik Cennet Cehennem’e... Zira Türkiye’nin en güzel bu mağaralarına ‘ineceğim’ diye bir iddianız varsa yüksek bir enerjiye ihtiyacınız var demektir.

Hürriyet’ten Gürcan Korkmaz, Nurdan Yeşil, Çiğdem Çelik ve Mehmet Özdoğan aradığım ekip üyeleriydi. Cennet’teki 455 basamağı aslında inmesi çok zor olmadı. Hatta türkü bile söyledik. Ancak biz türkü söylerken basamakları çıkmakta olan bir grup bizi uyarmıştı: “Bakalım dönüşte de söyleyebilecek misiniz?” Haklı çıktılar. Söyleyemedik. Biraz zahmetli oldu ancak buna değdi. Obduğun dibinde muhteşem bir şapel bizi karşladı. 300. Basamakta Kutsal Meryem’e ithafen 5. yy’da yapılmış bu küçük bir kilisenin üstü hiç bir zaman örtülmemiş, tamamen doğanın koruması altında... Aslında mağara değil obruk demek daha doğru Cennet Cehennem için... Çöküntü sonucu oluşmuş. Sanırım Türkiye’deki en güzel doğal oluşumların başında geliyor Cennet’in en dibinde bir zamanlar sular varmış, biz gittiğimizde sadece çamur gördük.

 

False