Komünizmin açık hava müzesi: Küba
Uçağımız Havana’ya alçalırken, üniversite yıllarımda katıldığım yürüyüşler, “Viva Küba” diye attığım sloganlar aklıma geldi. Benim için Küba, ‘herkesin emeğine göre ve ihtiyacı kadar’ yaşadığı düşsel bir ülkeydi. O vakitler, buna tereddütsüz bir imanla inanıyordum. Daha adil bir dünyanın ve hakça bir hayatın mümkün olduğuna ilk günkü gibi inanıyorum. Uçağa bindiğimde fark ettim ki, Küba yolcularının tümü bu düşüncedeydi. Kışın Karayipler’de yüzmek veya yıkıldı yıkılacak haneleri görmek için değil, komünizmin açık hava müzesini ziyarete gidiyorlardı. Biz, politik turizmin yolcularıydık
Havalimanı, ‘Küba’nın Atatürk’ü kabul edilen, her meydanda heykeli ve her okulda büstü bulunan Jose Marti’nin adını taşıyor. ABD ambargosundan ötürü Küba çok az ülkeyle ticari ilişki kurabildiği için piste sınırlı sayıda uçak iniyor. Yolcuların havalimanı çıkışında yanında getirdikleri Euro’ları yerli paraya çevirmeleri gerek. Burada iki ayrı para yürürlükte: Vatandaşın kullandığı CUP, turistlerin kullandığı CUC. Bir CUC, bir CUP’un 25 katı.
Sekiz günlük tur Havana’dan başlıyor. Sokaklarda bolca Amerikan arabası, Sovyet Lada’ları, Çin otobüsleri var. Otomobiller Küba’nın 1959’a kadar ABD, 1990’a kadar Sovyet Rusya ve bugün Çin ile olan bağımlılık ilişkisini gösteriyor. Kapitalizmin adım atamadığı ülkede, yemyeşil ormanlara bakacak olursanız el değmemişlik, harap haldeki binlerce binaya bakarsınız müthiş bir bakımsızlık göze çarpıyor. O kadar ki büyükelçilikler dışında hiçbir konuta sanki 60 yıldır çivi çakılmamış. Bu manzaraya, Devrim Müzesi olarak kullanılan eski başkanlık sarayı da dahil.
Caddeleri ve binaları reklamlar değil, devrimin öncüleri Castro, Che ve Camilo’nun fotoğrafları, Amerikan karşıtı ve sosyalizme dair sonu ünlemle biten sloganlar süslüyor. Sloganlarda vaat edilen geleceğin ne ölçüde gerçekleştirilebildiğini görmek için sokak aralarında dolaşmak, köylere gitmek gerek. Küba’nın Amerika kıtasındaki en güvenli ülke olmasını, nüfusunu eğitimli ve sağlıklı hale getirmesini, insan ömrünü uzatmasını, insanlığın mücadele verdiği hastalıklarla savaşmasını, açlığı bitirmesini, ırkçılığı yok etmesini devrimin tarihi başarıları arasında en üste yazmak gerekiyor.
Ve bu başarıların ambargo uygulanan küçük bir ülke için birer mucize olduğunu da... Mihmandarımız Nikolas, İspanya vatandaşı olduğu halde Küba’da kalışını, “Çalışmadan yaşayabileceğiniz tek ülke” diye açıklıyor. Esprinin gerçek olduğunu bilerek gülüyoruz. Sokak aralarına girildikçe turistler ile vatandaşlar arasındaki farkın, para sisteminden ibaret olmadığı anlaşılıyor. Havana’da konut sorunu olduğu için bakımsız evlerde bazen üç kuşak birden yaşıyor.
Semboller hediyelik eşya olmuş
Her vatandaşın karnesi var. Bu karneyle ‘bodega’ adlı devlet bakkalından sınırlı sayıda fakat çok ucuza alışveriş yapılıyor. Kişi başına aylık iki buçuk kilo fasulye, pirinç, şeker, beş yumurta, üç but tavuk, hastalara ve çocuklara et ile süt veriliyor. Miktarlar düşük, rakamlar az görünse de bodega’lar sayesinde devlet açlığı ortadan kaldırmış. Küba, vaat ettiği refahı değil, esasen yoksulluğu ‘adil’ dağıtıyor.
1990’da Sovyetler’in yıkılmasından sonra dayanağını kaybeden Küba, sekiz yıllık bir ekonomik girdaptan, kendisini turizme açarak kurtulabilmiş. Politik turizmin yanı sıra şekerkamışı tarımı, rom ve puro ekonomiyi ayakta tutuyor. Adanın güneyinde, Cayo Santa Maria gibi onlarca ada deniz turizmine hizmet veriyor.
Turizme yönelişin, benim açımdan en dramatik sonucu şu: Hayatı emekçilerden yana değiştirmeye dair inançların, düşüncelerin, sembollerin tümü birer hediyelik eşyaya dönüşmüş. Komünizm de, Marx da, Che Guevara da... Bir diğer ekonomik kaynak, duvarlardaki Amerikan karşıtı sloganlarla çelişecek şekilde, ABD’ye kaçan 1.2 milyon Kübalının ailelerine gönderdiği para. Kimileri bu parayla evini onarıyor, kimileri bir araba alıp taksiciliğe başlıyor. Trinidad’da devlete ait tütün tarlasında çalışan bir köylü, “Genç olsam ben de giderdim” diyor. Buna karşın, Castro’yu sevdiğini vurguluyor. Gençler büyüklerinden farklı düşünüyor. Tarihi Katedral Meydanı’nda sohbet ettiğim bir genç satıcı, “Castro’yu neden mi sevmiyorum? Sen Küba’ya gelebiliyorsun, fakat ben senin ülkene gidemiyorum” diyor. Sekizinci günün sonunda ayrılırken, yanımda devlet gazetesi Granma vardı. Castro’nun devrimi başarmak için bindiği gemiden adını alan Granma, devrimin 60. yıldönümüne girilirken, sosyalizmin başarılarını gururla anlatıyordu.