Kaybolarak Gezdim, Daha Mutlu, Daha Severek
Kanat Atkaya
Gaziantep haber peşinde geldiğim, seçim gezilerinde siyasetçi peşinde uğradığım, Galatasaray maçları için şöyle bir konup uçuverdiğim, bahsi geçince”Aaaa,çok severim” diye andığım kentlerden. Her ‘kısa metraj gezi figüranı turist’ gibi yemek yenilecek meşhur lokantalarını bilirim, baklavanın iyisi (haydi en iyisi nerededir, Gaziantep’te iyi olmayan baklava mı var?) nereden alınır, ‘Beyran’ nerede içilir gibi bilgilere sahibim.
Tarihi ve doğal güzellikler?
Elbette canım, elbette bilirim kendimce. Zeugma haberlerini okuyup düzelterek geçti meslek hayatımın bir bölümü.
Hürriyet’in ‘Keşfet!’ seferlerinde sıranın Gaziantep’e geldiğini öğrendiğimde çok sevindim haliyle.
Arkadaşlarımız yine harikulade bir program hazırlamıştı. Daha önce ziyaret edemediğim (o vakit hiç bulunamaz!) semtler, kazı alanları, müzeler, lokantalar, kahveler… Bunların bir kısmına katıldım ve çok da memnun kaldım ama bizim gruba ‘feyk atarak’ ayrıldığım ve kafama göre geçirdiğim bir Gaziantep günü var ki; onu anlatmak isterim.
Sabah, kafile bir sonraki hedefe doğru yola çıkar çıkmaz ben de bir taksiye atladım ve “Çarşı’ya gidelim patron” dedim. Haliyle “Hangi Çarşı?” dedi şoför bey. “Boş boş gezeceğim, sokaklara dalıp çıkacağım, hanları göreceğim. Kafama göre, okul kırmış liseli gibi takılacağım” deyince “Tamam, anladım” dedi. Elmacı Pazarı’ndan Şeker Hanı’na gördüğüm her tabelaya uğradım…
Tütün Hanı, Haphapçı Çarşısı bırakmadım gezdim.
Hacı Veli Camii’nin önündeki amcaya tartıldım; “Boyun iyi kilon az senin; şu karşıdan ye bir şeyler” dedi. Avrat Pazarı’ndan çıktım, kendimi yola vurdum, Millet Hanı’nda kahve molası verdim. Antikacı gezdim, baharat aldım, hatta bir hanın en üst katında sora sora bir plakçı bile buldum. “Artık soran kalmadı bunları” dedi az sayıda plak bulunan dükkanda elektronik cihaz satan esnaf. Bana uyacak bir şey yoktu ama girmişken bir 45’lik alıp çıktım…
Çarşı’nın arkasında izbe sokakta mangalı yakan ‘korsan kebapçı’da karnımı doyurdum, bitişiğindeki kahvede oturup haber bülteni izledim…
Rehbersiz (ki hepsini çok seviyorum), hepsi iyi niyetli ve hayatı kolaylaştırıcı ‘dost tavsiyelerine’ kulak asmadan kafama göre dolandım durdum…
Günün sonunda ekiple buluştuğumda anlatacakları çok şey vardı: “Kazı alanına gittik… Kutnu nasıl dokunur seyrettik… Baklava yaptık, baklava yedik…”
“Sen ne yaptın?”
“Gezdim…”
Gaziantep’i hep istediğim gibi, iş için değil kendi keyfime göre gezdiğim günün devamı ve ertesi güne devrolması da şahaneydi elbette.
Gaziantep’teki dostlarımızla, bizi el üstünde tutan yetkililerle ‘makul bir saate’ kadar birlikte olduktan sonra küçük bir ekip olarak gündüz ziyaret edip çok beğendiğimiz Hışvahan’a ‘kaçtık…’
“İstanbul’da olsa buradan çıkmazdık herhalde” dediğimiz Hışvahan’da küçük ve giderek küçülen gruptan üç kişi kaldık nihayetinde.
Gecenin ilerleyen saatlerinde otele dönmek üzere yola çıktığımızda sanki bütün Gaziantep’i ve ilçelerini ve dahi köylerini yememişiz gibi ekipten biri “Beyran içelim mi?” dedi… Popüler olan ve benim de sevdiğim ‘Beyran’cılar yerine işi şoför arkadaşa bırakmaya karar verdik ve sorduk: “Var mı yakında, kolayından gidebileceğimiz Beyrancı?” Bir sokakta, günün ağarmasına saatler varken yaşlı bir amcanın tezgâhının önünde durduk.
İptidai bir ocak sistemi, yanında kelleler, mis gibi bir koku…
Hayatımızın en güzel Beyran’ını işte böyle içtik.
Gaziantep’i hep sevmiştim, hep mutlu ayrılmıştım. Ancak bu sefer biraz olsun kendi istediğim gibi kaybolarak gezdim; daha çok severek, daha mutlu ayrıldım.
İstanbul’a dönüşümde baklava yolu gözleyen dostlarım “Ama ne yemek yemişsindir” diye söze girerken hepsini susturdum. “Evet çok güzel yedim. Ama asıl çok güzel oteller, müzeler, restore edilmiş hanlar ve hamamlar, burnunun dibindeki savaşa rağmen hayata umutla asılan insanlar, modernizme kapılarını açmış kadim bir kent gördüm. Hayvanat bahçesinden bahsetmiş miydim? Hayvanat bahçeleriyle bir derdim var ama bu o kadar başarılı ki; tam 1000 dönüm!...”