Karacaların ayak izinden Kerpe
Kocaeli’nin Kandıra ilçesine bağlı sahil köyü Kerpe son 20 yılda balıkçı barınağından gözde tatil mekanına dönüştü. Buna karşın doğasını korumayı başardı.
Serhan YEDİG
Şaşırtan dev kayaları, karacadan tilkiye çok sayıda yaban hayvanının sığındığı sık ormanları, baharda her 15 günde bir çayırların rengini değiştiren yaban çiçekleriyle Kerpe yürüyüşçülerin, bisikletçilerin, motosikletçilerin cenneti. Nisanın ilk gününde Baba Dağı’nın sık ormanlarından sahile yürüdük, sahildeki sarp kayalardan geçtik, bir sahil restoranında Karadeniz’in balıklarını tattık.
Bulutsuz, sıcak bir bahar gününde, İstanbul’dan 40 kişilik bir grupla gittik Kerpe’ye. Yürüyüş arkadaşlarımız, hafta boyunca masa başında, kapalı mekanda çalışmaktan bunalmış, güneşi, doğayı özleyen, çoğunluğu 30’lu yaşların başındaki kent yorgunlarıydı: Doktorlar, bilgisayar yazılımcıları, akademisyenler, memurlar... Kerpe girişinden Babaköy yönündeki toprak yola giren minibüslerimiz, Baba Dağı’ndaki TV vericilerine yakın bir noktada durdu. Yaklaşık 400 metre irtifadan, kuzey batı yönünde ormanı geçip Karadeniz sahiline inecek, Sarısu Deresi’nin ağzından Kerpe’ye kıyıdan yürüyecektik. Hazırlık başladığında, deneyimliler hemen belli oluyordu: Batonlar açıldı, tozluklar takıldı, GPS’ler ayarlandı.
YERLERDE SONBAHAR RENKLERİ
Grup lideri Emrah Özkök, ince gövdeli, henüz yapraklanmamış, sık ve yüksek meşelerin arasına koşar adım girmeden önce elindeki nacağı havaya kaldırdı. “Bazı bölgelerden yol açarak geçeceğiz, yaşasın gerçek doğa turları” dedi. İtiraf edeyim “haydi hayırlısı” diye cevapladım içimden. Daha sonra öğrendiğime göre, Özkök, “Traktör yolundan traktör gider, yürüyüşçünün yeri patikalardır” felsefesine inanan bir rehberdi. 17 yıldır Kerpe’ye yürüyüşçü grupları götürüyor, her gezide farklı rotalar seçiyordu. Bizim şansımıza farklı parkurlardan oluşan, sıkılmadan yürünecek bir rota çıkmıştı: Kurumak üzere olan iki küçük dere inişi, tarlalar, korular, sahildeki kaya yürüyüşü...
İlk yarım saat çevreyi göremeyeceğimiz kadar sık bir ormanda ilerledik. Sanki zaman sonbaharda durmuştu. Zemini 10 santimetre yüksekliğinde bir halı gibi kaplayan yaprakların kırmızıya çalan sarılı, kahverengili tonları kış boyunca parlaklığını korumayı başarmıştı. Baharda erken uyanıp, çok yol alan tek bitki böğürtlenlerdi. Yeşil dallarını dört bir yana uzatıp, acemi yürüyüşçülere zeminde, ağaçların arasında tuzaklar hazırlamışlardı. Rehberimiz ağaçtan ağaca uzanıp yolu kapatan böğürtlenleri nacağıyla kesip, yokuş aşağı hızla ilerliyordu. Birazdan, küçük gölcüklerden oluşan ilk dereye girdik. Çiçek şöleni de dereyle birlikte başladı. Zambakgillerin beyaz öncüleriyle karşılaştık önce. Fırtınada devrilmiş yaşlı ağaçların yosunlu gövdelerinin arasına saklanmışlardı.
Sonra çuhalar belirdi. Sahile kadar mor çuhaların içinden geçtik. Tuhaftır, bir tane bile farklı renkte çuha görmedik. Dağ güllerinin renk sırasıyla açtığını geçen yıl Maçahel’de öğrenmiştik: Önce mor ve sarılar, sonra beyaz ve pembe. Çuhaların da böyle bir sırası olmalıydı...
İlk dere inişinde botları çamurlananlardan itirazlar yükseldi: “Daha düzgün bir yol yok mu?” Neyse ki bu muhalif dalga çiçek şöleni içinde kayboldu. Sık ormandaki bir pınarın başında konakladığımızda, çevrede tavşan dışkısına benzeyen izlere rastladık. Acaba ne tür hayvanlar yaşıyordur bu sık ormanlarda, diye düşünürken bir doğasever bizi aydınlattı. Gördüklerimiz karacaların iziydi. Yabandomuzu, tavşan, sırtlan, tilki, onlarca süzülen ya da ötücü kuş türü yaşıyordu bu ormanlarda.
KARDELENLER, ZAMBAKLAR
Ormanın ortasındaki tarlalardan oluşan açık alana girdiğimizde, ilk dikkatimizi çeken ayrıntı karşı tepelerdeki renklerdi. Koyu yeşil çamların altında, pembemsi bir şerit uzanıyordu. Henüz yapraklanmamış meşeler, tomurcuklarıyla yaratmıştı bu tonu. Sürülmemiş tarlalarda tek tük rastladığımız çiçeklenmiş erik ve kirazlar küçük renk cümbüşleri sunuyordu. Bu yıl baharda bölgeye o kadar yağmur yağmıştı ki çayırlarda kurbağalar zıplıyordu. Çiçeklenmiş pürenlerin kokusunu soluyarak çıktığımız yokuş bizi gözlem terası gibi bir çayıra ulaştırdı. Zemin basmaya kıyamadığımız çiğdemlerle kaplıydı. Baba Dağı’nın zirvesine sırtımızı verip, önümüzdeki manzarayı seyre koyulduk. Şile’ye kadar uzanan ormanlar, tepecikler, koylar ayaklarımızın altındaydı. 15 dakikalık mola duyurusuyla, çantalar açıldı. Meyveler, çikolatalar yenildi.
Tekrar yola koyulduğumuzda, çiçeklenmiş pürenlerin, kocayemişlerin, mor çuha çiçeği adacıklarının, tarlaların arasından geçtik. Fay kırığını andıran yaklaşık üç metre genişliğinde bir kanala girdik. İki yanımızdaki tepeciklerin bazı bölgelerine sanki yıldız yağmıştı. Bir gözümüz, coşkuyla patlayan körpe çiğdemlerde, diğeri çiçeklenmiş yabani meyve ağaçlarındaydı.
Dik vadiden aşağıya inen, suyu kurumuş dereye geldiğimizde, gerçek safarinin burada başlayacağından habersizdik. Grubun geçtiği patika ezildikçe çamurlaşıyor, geride kalanlar kaygan zeminde ayakta durmak için ciddi mücadele veriyordu. Dallara tutunarak inmemize rağmen herbirimiz en az ikişer kez güzelim funda toprağıyla kucaklaştık. Deredeki kayaların üstü bakmaya doyamadığımız, kalın yosun tabakasıyla kaplanmıştı. Yer yer kayaların üstündeki yosunların yeşilinden, bembeyaz kardelenler patlamıştı.
KIYIDAKİ DOĞA ANITLARI
Bir göl kadar durgun Sarısu Deresi’nin kıyısına vardığımızda herkes fotoğraf makinesine davrandı. Kıyıya bağlanmış kayığın onlarca kare fotoğrafı çekildi. Kayığın adı “Çevik 1”di! Göl kadar durgun dereyi izleyip sahile indik. Yorulan birkaç kişi minibüsle yola devam etti. Kalanlar kısa bir mola verip kayaların üstünden yürüyüşü sürdürdü. Karadeniz’in hırçın dalgaları, kayaları dantel gibi işlemiş, sürpriz formlar oluşturmuştu. Havuzlar, köprüler, delikli taşlar gözlerden uzak bir jeoloji parkı kurmuştu bu kıyılarda. “Bence bunlar birer doğal sanat anıtı” diyordu rehberimiz Özkök. Haksız sayılmazdı. Kerpe merkezindeki Kartal Kayası’nı, Kerpe Burnu’ndaki taş dokusunu gördükten sonra bu yoruma katılmamak elde değildi. Kayalar yurtdışından doğa fotoğrafçılarını, katalog hazırlayan ajansları Kerpe’ye çekiyordu. Fakat yanıbaşındaki İstanbul’da bu güzellikleri bilenlerin sayısı çok azdı.
Yürüyüş sonrasında hepimiz acıkmıştık. Kerpe sahilindeki Kaptan Restoran’a gittik. Biz girerken, 20 kişilik bir motosikletli grubu memnun yüzlerle restorandan ayrılıyordu. Kapıdaki fiyat listesi dikkatimizi çekti: Hamsi, istavrit 7,5 TL, mezgit, lüfer 10 TL. Kahvaltı ve yemek dahil 55 TL ödediğimiz turun ucuzluğu bizi şaşırtmıştı, demek ki ucuzluğun sırrı Kaptan’daydı. Mezgit, hamsi, istavritten oluşan karışık balık tabağını, salatalarımızı yıldırım hızıyla servis ettiler. Helvayla damağımızı tatlandırdık.
Denizden bir sütun gibi yaklaşık 20 metre yükselen Kartal Kayası’na uğradıktan sonra, yakındaki bir kafede, günün son ışıklarıyla aydınlanan Kerpe Koyu’nu izledik. Baba Dağı’na uzaktan baktık. Çevremizdeki tek ses, balıktan dönen teknelerin patpatlarıydı.
MÜTHİŞ YÜRÜYÜŞÇÜ ÖMER
Babadağı’ndan Kerpe merkezine, engebeli arazideki yaklaşık 7 kilometrelik yürüyüşümüz boyunca sekiz yaşındaki Ömer Kantur hep grubun önünde, rehberin yanında yürüdü. Yosunlu kayalardan, çamurlu sırtlardan geçerken bile düşmedi. Annesinden, babasından yardım istemedi, şikayet etmedi. Rehberimiz Emrah Özkök “Ömer, üç yaşından beri yürüyüşlerimize katılıyor. Birçok yetişkinden daha iyi. Gruplarımıza katılanlar bazen rotadaki engebelerden şikayetçi olurken onun hiç sesi çıkmaz. Hatta şikayetçiler Ömer’e bakıp mahcup olur” diyor. Ömer, Ataköy Muhittin Üstündağ İlköğretim Okulu üçüncü sınıfı öğrencisi. Annesi ve babasıyla birlikte üç yaşında Kartepe’de kış yürüyüşü yapmış, beş yaşında Karçallar’a tırmanmış. Geçen yıl Doğu Karadeniz dağlarını keşfettiğini anlatıyor hevesle. Peki, arkadaşlarına anlatıyor mu maceralarını, onları seyahate teşvik ediyor mu? Biraz düşünüyor Ömer bu soru üzerine. “Okuldakilere hiç anlatmadım, çünkü bu konularla ilgilenmezler” diyor. Haksız sayılmaz, yaşıtlarını TV ve bilgisayar başından kaldırmak zor. Ömer gibi bir yürüyüşçüyü nasıl yetiştirdiklerini annesine ve babasına sorduğumuzda kısa bir cevap alıyoruz: “Aslında çok basit. Bilgisayar ve TV’ye saat kotası koyduk. Pazar günleri bilgisayar kapalı. Bizimle gelmeyi tercih ediyor. Üç yaşından beri yürüyüşlere katıldığı için alıştı, şikayet etmiyor.”
KIŞIN 50, YAZIN 1500 HANE
Kerpe, İzmit merkezine 50, Kanlıca’ya 20 kilometre uzaklıkta. MÖ 5’inci yüzyılda bir Bitinya kentiymiş, iki yıl önce kıyıdan 200 metre açıkta antik liman kalıntıları bulundu. İsminin Eski Yunanca, küp, çömlek, çanak anlamınındaki kalpe sözcüğünden türediği söyleniyor. Bugün Kıncıllı Köyü’ne bağlı bir mahalle. Özenle yapılmış villaları, siteleriyle Şile ve Kefken’den ayrışıyor. Bölgenin yerlisi Manavlar tarımla, balıkçılıkla geçiniyor. “20 yıl önce sahilde sadece birkaç balıkçı kulubesi vardı. Son 10 yılda siteler yapılmaya başladı. Kışın 40-50 hane kalıyor, yazın 1500 haneye çıkıyor. Köy meydanına kadar otomobil diziliyor” diyor sahilden iki kilometre içerideki Kıncıllı’nın altı yıllık Muhtarı İbrahim Kolay. Geçen yıl turizm bölgesi ilan edilen Kerpe’deki iki otel kapalı. Sadece pansiyonlarda konaklanabiliyor.