Nedim GÜRSEL
Son Güncelleme:
Hvar Adası ve karşıki dağların hüznü
Hvar, Orta Dalmaçya kıyılarının açığında bir Hırvat adası. Upuzun ve çam ormanlarıyla kaplı. Zeytinyağı ve şarabıyla ünlü. Çok eski bir yerleşim merkezi aynı zamanda. Yontma taş devrinde de insanlar yaşamış burada, cilâlı taş ve tunç devirlerinde de; sonra İliryalılar gelip yerleşmiş. Ama Hvar henüz ortada yokken, daha doğrusu Adriyatik Denizi’nin dibinde bir kaya parçasıyken de yerbilim bulgularından, örneğin adanın en eski kenti Stari Grad Müzesi’nde sergilenen fosillerden, burada hayatın bir biçimde varolduğunu biliyoruz.
İliryalılar hiçbir uygarlık izi bırakmamış adada, Paros’dan gelen Yunanlılarsa ilk yerleşim merkezini, yani adından da anlaşılacağı gibi Stari Grad’ı (Eski Kent) MÖ 384 yılında kurmuş. Hvar Avrupa’nın en eski kentine kucak açmış bir ada anlayacagınız. O günden bu yana, Roma, Venedik, Habsburg yönetimleri altında ikbal günleri de görmüş, yıkımlar da. Bu bölgeye 7’inci yüzyıldan itibaren Güney Slavları’nın gelip yerleştiğini biliyoruz, ne var ki bu kavimlerin, özellikle de Hırvatların ulusal kimliklerinin bilincine varıp bağımsız bir devlet kurmaları epey zaman almış. İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Nazi yanlısı Ustasi devletinin ya da Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra çıkan çatışmaların kaynağını da, bir bakıma, bu geç uluslaşma sürecinde aramak gerekir.
HVAR
Kasaba değil, güngörmüş Avrupa şehri
Hvar (Yunanca Faros’dan geliyor) Adriyatik’in en güzel kentlerinden biri değil yalnızca, kayalık tepeye tünemiş kalesi, surları, inişli çıkışlı sokakları, Gotik ve Rönesans tarzı yapıları, eski tersanesi ve onun üzerindeki Avrupa’nın halka açık ilk tiyatrosuyla eski bir tarihsel mirasa da sahip. Roma mozaikleriyle döşenmiş evler de var burada, San Marco Aslanı’nın kabartmalarıyla süslü duvarlar da. Ve yoğun taş mimari her adımda Dalmaçya kıyılarında olduğunuzu anımsatıyor. Adriyatik Denizi’ne “Venedik Körfezi” denmemiş boşuna, Fernand Braudel’in de belirttiği gibi bu coğrafya tüm Akdeniz’in, mimari açıdan en tutarlı ve bağdaşık yöresi. Kentler toprakla ilişkilerini keserek denize yönelmiş, onunla halleşip kaynaşmış, deniz ticareti sayesinde gelişip serpilmiş. Oysa adanın verimli toprakları, bağları, zeytinlikleri de var; ama Hvar sokaklarında dolaşır, rıhtımda demirli yatlara bakar, katedralle tersane arasında uzayıp giden Dalmaçya’nın en büyük alanını bir uçtan bir uca katederken bir küçük kasabada değil, gün görmüş bir Avrupa kentinde olduğunuzu duyumsuyorsunuz.
SADECE BU TABLOYU GÖRMEK İÇİN GELİNİR
Tintoretto’nun Stari Grad Manastırı’ndaki tablosunda mezara indirilen İsa, Hvar’da, deniz kıyısındaki fransisken manastırının yemekhanesini boydan boya kaplayan yine Venedikli bir ressamın, Matteo Ponzzoni’nin tablosunda havarileriyle yemek yiyor. Sürahilerde kırmızı şarap, tabaklarda balık var. Ve tam ortadaki İsa’nın başında saman sarısı bir hare. Son yemekteler. Tanrının oğlu Zeytindağı’nda çarmıha gerilecek az sonra. Oysa ne İsa’nın ne de havarilerin bakışlarında en küçük bir kaygı var. Aralarında ateşli bir tartışmaya dalmışlar. Belli ki Kudüs’te değil Dalmaçya’da, Akdeniz ikliminin insanoğluna bağışladığı bu eşsiz coğrafyada mutlular. Arka planda, açık kapıdan görülen mutfakta yemek pişiyor, hizmetkârlar sarı lacivert çizgili ipek giysiler içinde onlara şarap servisi yapmada birbirleriyle yarışıyor. Bana sorarsanız İsa da havarileri de iyice kafayı bulmuş. Ne dünya ne ahret umurlarında. Yalnızca bu tabloyu görmek için bile Hvar’a gelmeye değer.
VRBOSKA
Koyları denizle dans ediyor kenti köprüler süslüyor
Vrboska, Hvar Adası’nın bence en güzel köyü. Burada zümrüt yeşili deniz bir küçük koy oluşturmuyor yalnızca, çam ormanlarıyla kaplı burnu döner dönmez nehre dönüşüyor. Ve kara parçasının içlerine dek giriyor, gittikçe daralarak. Kıyı boyunca iki katlı taş evler sıralanıyor. Braç’dan çıkarılan ünlü beyaz taş, adanın tüm mimari dokusuna hakim. Yalnızca burada değil, adanın diğer yerleşim merkezlerinde de sokaklar taş döşeli; rıhtımlar ve duvarlar bembeyaz, alanlar da öyle, akça pakça. Hani ne derler, bal dök yala, Washington’daki Beyaz Saray’ın yapımında da kullanılan bu taş sayesinde temiz bir görünümü var kentlerin. Daha doğrusu kasaba ve köylerin. Adanın en kalabalık yerleşim merkezi Hvar’ın bile, turist mevsiminin dışında nüfusu dört bini geçmiyor çünkü.
KİLİSEDE TÜRK KORKUSUNUN İZİ
Vrboska’da taş köprüler yayaların ulaşımını sağlıyor. Bir simge olarak köprü, Balkanlar’daki doğal konumunda değil burada, Venedik’e öykünüyor sanki, bir ırmağın iki yakasını ya da halkları ve kültürleri birleştirmek gibi bir misyon yüklenmeden, kanalların üzerinde güneşte kedi örneği, gerinmekle yetiniyor. Adanın ender servi ağaçları da saydam suyun kıyısından gökyüzüne yükseliyor yelken direkleri arasından. Gökyüzünde mavi, beyaz, mor, günbatımında erguvan rengi bulutlar salınıyor. Eşine az rastlanır iklimi ve bembeyaz mimarisiyle Adriyatik kıyısını, bizim kıyılarımız da dahil, hiçbir yere degişmeyeceğimi itiraf etmeliyim. Hava günlük güneşlik, hatta çok sıcak. Ama insanı terletmiyor. Buna karşılık deniz az biraz soğuk, girer girmez ürpertiyor bedeni.
Vrboska en ilginç tarihsel yapısını Türklere borçlu. Köyün alanında demeyeceğim çünkü yok böyle bir alan, ama bahçe içindeki iki katlı taş evlerin, taş duvarların nar ağaçlarıyla erguvanların arasında 15’inci yüzyıldan kalma bir kilise var. Bir kale-kilise bu, benzerlerini başka hiçbir yerde göremeyeceginiz şaşırtıcı bir yapı. Yüksek surlardan, kulelerden, burçlar ve mazgal deliklerinden ibaret. Bir de, haç armalı büyükçe giriş kapısından.
Türkler gelirse köy halkının sığınması için yapıldığı ilk bakışta belli oluyor. Yanyana dizili üç küçük çanın bulunduğu kule olmasa köprülerini kaldırmış, savunma hazırlığında küçük bir ortaçağ şatosu sanabilirsiniz. Ve günün birinde gerçekten gelmiş Türkler, Uluç Ali Reis kumandasındaki gemiler, İnebahtı Savaşı öncesinde, Adriyatik kıyılarını vurmuş. Bu olayın izlerini Vrboska’dan çok Hvar’da görmek olası. Zaten adanın asıl savunmasının da, kayalık dağa sırtını dayamış, daha sonraları Napolyon orduları tarafından tahkim edilen İspanyol Kalesi’nden yapıldığını, bu kuytu köşede fazla kan dökülmediğini yazıyor eski kaynaklar.
PANJURLARLA RENKLENİYOR
Kıyıdaki gölgelik, küçük kahve ve lokantaları, bodur palmiyeleri, kahverengi, yeşil, beyaz pancurlu evleriyle insanı ilk bakışta etkileyen, sakin bir köydeyim. Yıkım ve savaş günlerinden uzakta. Neyse ki, Dubrovnik hariç son savaşta bombalanmadı bu kıyılar. Ne olduysa karşı dağların ardında oldu, Bosna’da kan gövdeyi götürdü. Ve Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra patlak veren etnik çatışmalardan yararlanan Hırvatistan Dalmaçya‘yı sahiplendi. Eşsiz güzellikteki bu yöre Sırbistan’ın denize açılan kapısı da olabilirdi, Karadağ ve Sırbistan Dubrovnik’i de bu nedenle bombaladı zaten. Miloseviç’in “Nerede bir Sırp mezarı varsa orası Sırbistandır” görüşünden yola çıkarak yürüttüğü yayılma siyaseti başarıya ulaşsaydı bugün ne Hırvatistan ne de Sırbistan Avrupa Birligi’ne girebilmek için savaş suçlularını Uluslararası Lahey Mahkemesi’ne teslim ediyor olacaklardı.
JELSA
Manzarası en güzel liman
Jelsa, Hvar Adası’nın en sakin olmasa bile manzarası en güzel limanı. Buradan bakıldığında elle tutacak kadar yakın görünüyor dağlar, oysa deniz var arada. Arada kanlı bir savaş ve gençliğim var, geçmiş günlerin hâlâ kanayan yarası. Mavi dağlar mavi göğe doğru yükseliyor ya da uçurumları, yamaçları, yarları ve güneşte tüten çıplak kayalarıyla dimdik iniyorlar mavi denize. Jelsa’nın evleri de, adanın öbür yerleşim merkezlerindeki gibi, taş duvarları ve kiremit çatılarıyla kırmızı beyaz renklerin hakim olduğu bir mimari oluşturuyor. Çam ağaçları, kiliseler, güzel bir park ve sarmaşıklı balkonlar da var. Ve balkonlarda kırmızı-beyaz kareli taçın onurlandırdığı Hırvat bayrakları. Oysa çok değil, bundan 20 yıl önce Hırvatistan adında bağımsız bir devlet yoktu. Bu ülke de, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek ve Slovenya’yla birlikte Federal Yugoslavya’nın bir cumhuriyetiydi. Kosova ile Voyvodina ise yine aynı federal yapı içinde özerk bölgelerdi. Derken, Tito’nun ölümünden kısa bir süre sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan çözülme sürecinde, Sovyetler Birliği gibi Yugoslavya da parçalandı. Ve uzun süredir bir arada yaşayan, hallesip kaynaşmış olduklarını sandığımız halklar birbirlerine düşman kesildi. Ve kan döküldü. Önce Vukovar’da sonra Saraybosna’da geçen yüzyılın en büyük trajedilerinden biri yaşandı. Yalnızca “soykırım” ve “etnik temizlik” değil, bu kardeş kavgası sayesinde, özellikle Bosna’da yaşananlardan sonra, “kentkırım” ve “bellekkırım” deyimleri de girdi siyasi sözlüğümüze.
DAĞLARIN ARDI MOSTAR
Balkanlara Dönüş adlı kitabımda uzun uzadıya anlattığım dehşet günlerine, savaşın yol açtığı acılara, yıkım günlerine dönmek değil amacım. Ama Jelsa Limanı’ndan gördüğüm dağların ardında Mostar var. Ünlü köprüsü, Katolik, Müslüman ve Ortodoks halkıyla bir döneme damgasını vuran kent. Onun da bembeyazdı evleri, sokakları taş döşeliydi. Ve Neretva’nın zümrüt yeşili suları coşkuyla akıp gidiyordu köprüsünün altından. Kuşatma altındaki Saraybosna’dan yeni dönmüştüm ki, bir gece geç vakit telefon çaldı. Arayan eski dostum, Hırvat yazar Predrag Matveyeviç’di. “Siz yapmıştınız biz yıktık” dedi ağlamaklı bir sesle. Mimar Hayreddin’in başyapıtı Mostar Köprüsü’nün yıkım haberini bu ülkenin en büyük yazarlarından birinden öğrenmiş oldum böylece.
Şimdi, yıllar sonra, nice başka savaşlardan ve yıkımlardan sonra, dostum Predrag’ın ülkesindeyim işte. Hırvatistan’a bu ilk gelişim değil, ama Adriyatik kıyısını ilk kez görüyorum. Tito’nun Yugoslavyası yok artık, Paris Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken yaz tatillerini Türkiye’de geçirmek üzere, direksiyonda ağabeyim Seyfettin Gürsel, batıdan doğuya otomobille katettiğimiz ülke yok artık. Yugoslavya bizim gençliğimizdi. Yerini milliyetçi, küçük, içine kapalı, bağımsız devletler aldı. Bu nedenle dağların ardındaki Mostar’a gidiyor aklım, çünkü orada bir zamanlar birlikte hora tepen, karşılıklı kız alıp kız veren, içiçe yaşayan halklar vardı, bugünkü gibi ilk fırsatta birbirinin gözünü oymaya hazır uluslar değil. Tepelere devasa haçlar, Neretva’nın bir yakasına sivri minareler öte yakasına çan kuleleri diken zihniyetten sözediyorum, yoksa ne Hırvatlarla ne de Sırplarla bir alıp veremediğim var. Mostar Köprüsü’yle birlikte bir ülküydü yıkılan, köprünün Türkiye’nin yardımıyla yeniden yapılması bu gerçeği ne yazık ki değiştirmiyor.
Hvar, Mostar’dan uzakta, Adriyatik kıyılarının açığında bir ada. Jelsa’dan bakıldığında yüce dağlar görünüyor. Nasıldı o şarkı, “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” mı diyordu, yoksa ben mi yanlış anımsıyorum. Savaşta Karadağ ve Sırbistan buradan az uzaktaki Dubrovnik’i bombaladı, Hırvat topçusu da Mostar Köprüsü’nü yıktı. Savaş sırasında gittiğim Saraybosna’da olup bitenleriyse anımsamak bile istemiyorum. Yıkılmadık bir dağlar kalmıştı, onlar da çekecegim bir “of”a bakıyor.
STARI GRAD
Şair Hektoroviç’in mekanı
Adı üstünde, eski bir kent Stari Grad, daha doğrusu bir küçük kasaba. İki bin nüfuslu ama limanda demirli yatlara bakacak olursanız adanın nabzının burada attığını sanabilirsiniz. Oysa asıl merkez adaya adını veren Hvar, burasıysa daha çok kiliseleriyle ünlü bir liman. Ne var ki, en eskisi 14’üncü yüzyıla dek uzanan kiliseleri görmek için gelmedim Stari Grad’a, amacım müzesiyle ünlü manastırı ziyaret etmek de değildi. Bir şairin izini sürmek istiyordum. 1487-1572 arasında yaşamış Rönesans şairi ve düşünürü Petar Hektoroviç’in izini.
EVİ KALE GİBİ
Hektoroviç, yapıtını Latince yazmış olmasına karşın Hırvat Edebiyatı’nın temel direği sayılıyor. Ovidius’u anadiline çevirdigi için belki, belki de Balık Avı ve Balıkçıların Sohbeti adlı epik şiirinde halk türkü ve deyimlerine yer verdiğinden. Evi ziyarete açık bir müze bugün, ama o burayı, evden çok kaleyi andıran bu yapıyı müze olsun diye tasarlamamış elbette, giriş kapısının üzerindeki taş levhaya yazdığı gibi “kendisi ve dostları barınsınlar” diye yaptırmış. Bizzat kendisi çizmiş planlarını ve olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi almayı da ihmal etmemiş.
Hektoroviç’in evi dış görünüşüyle biraz itici belki, ama şairin binbir emekle yetiştirdiği bitkilerin göverdiği arka bahçesi, Venedik evlerinin iç avlularını anımsatan kuyusu ve taş kemerlerle çevrili havuzuyla dinlendirici, serin, oldukça ilginç bir mekân. Havuzun içinde her biri elim büyüklüğünde balıklar var. Urfa’da, Hz. İbrahim’in makamındakiler gibi ziyaretçiler tarafından beslendikleri için semirmişler iyice. Duvarlar taşa kazınmış Latince özdeyişlerle süslü. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim: “Ne servet ne başarı ne güzellik ne de yaşlılık ölümden kurtarır, unutma!” “Heyhat! Dalgalar gibi günler de yok olup gidiyor, bir daha geri gelmemek üzere.” “Kim olduğunu gerçekten anlamışsan nasıl gurur duyabilirsin?” “Hiçbir şey gizli kalmaz!”
Şair haklı, evet hiçbir şey gizli kalmaz, gerçek gün ışığına çıkar bir gün. Bunu kapalı kapılar ardında iş bitiren tüm siyasetçilere anımsatmakta yarar var: Nihil occultum!
Stari Grad’a, müzeye dönüştürülmüş eski manastırı görmek için gelmediğimi söylemiş olsam da, Hektoroviç’in evine neredeyse bitişik bu yapıya da bir göz atmaktan geri kalmadım. Benim bildiğim manastırlar dağ başlarında, ıssız yerlerde, genelde yerleşim merkezlerinden uzakta olur, bu kentin ortasında, taş kemerlerle çevrili küçük bir avluyla kiliseden ibaret, bir dominikan manastırıydı. Kilisesi de, tapınaktan çok bir kaleyi andırıyordu. Yine Türkler geldi aklıma, Uluç Ali Reis ve leventlerini, yalın kılıç surlara saldırırken hayal ettim. Bir kaleye değil, Katolik inancına saldırıyorlardı. Oysa Osmanlı inançlarında serbest bırakmıştı fethettiği topraklarda yaşayan halkları, ama bu kale-kilise hilesini de yutmamıştı. Uzun süre Venedik yönetiminde kalan, Serenissima Cumhuriyeti’nin etkisinde bu coğrafyaya özgü bir kültür yaratan Dalmaçya halkının ortak belleğinde “Türk” imgesinin olumsuz yer tuttuğunu görmezden gelemeyiz yine de. O günler geçmişte kaldı, bugün Türkiye ve Hırvatistan dost ve AB üyeliğine talip.
RESME SIKIŞAN SORU
Müzeye, portakal ağaçları ve bodur palmiyelerin gölgelediği bir iç avludan geçerek giriliyor. Sergilenen eşyalar arasında Hektoroviç’in mektuplarıyla Venedik’te basılmış kitapları dikkatimi çekti. Üstadın, yaşadığı dönemde egemen olan İtalyan kültürüyle sıkı bir ilişki içinde olduğu, buna karşın yine de Hırvat Edebiyatı’nın kurucuları arasında sayıldığı anlaşılıyor. Özel bölümde sergilenen Tintoretto’nun bir tablosunda da yine Hektoroviç var. Bugün Hvar’ın orta yerinde bir heyula gibi duran, yapımı yarım kalmış gotik mimari tarzındaki evini de göz önünde tutarsak, adada her taşın altından üstadın çıktığını söyleyebiliriz. Tintoretto’nun tablosunda arka plânda Zeytindağı ve göğe yükselen iki çarmıh görünüyor, önde beyaz örtüye sarılı İsa’nın cansız bedeni çevresinde toplanmış beş figür var. Şair, kısa beyaz saçları, ak sakalı ve koyu kırmızı kadifeden giysisiyle aralarından sıyrılıyor. Yanında, ölüye acıma duygusundan çok merakla bakan genç kadın kızı olmalı, onun yanındakiyse damadı. Ailecek Venedik’e gidip ressama bizzat mı poz verdiler yoksa Tintoretto mu geldi buraya, araştırmaya değer.
HVAR
Kasaba değil, güngörmüş Avrupa şehri
Hvar (Yunanca Faros’dan geliyor) Adriyatik’in en güzel kentlerinden biri değil yalnızca, kayalık tepeye tünemiş kalesi, surları, inişli çıkışlı sokakları, Gotik ve Rönesans tarzı yapıları, eski tersanesi ve onun üzerindeki Avrupa’nın halka açık ilk tiyatrosuyla eski bir tarihsel mirasa da sahip. Roma mozaikleriyle döşenmiş evler de var burada, San Marco Aslanı’nın kabartmalarıyla süslü duvarlar da. Ve yoğun taş mimari her adımda Dalmaçya kıyılarında olduğunuzu anımsatıyor. Adriyatik Denizi’ne “Venedik Körfezi” denmemiş boşuna, Fernand Braudel’in de belirttiği gibi bu coğrafya tüm Akdeniz’in, mimari açıdan en tutarlı ve bağdaşık yöresi. Kentler toprakla ilişkilerini keserek denize yönelmiş, onunla halleşip kaynaşmış, deniz ticareti sayesinde gelişip serpilmiş. Oysa adanın verimli toprakları, bağları, zeytinlikleri de var; ama Hvar sokaklarında dolaşır, rıhtımda demirli yatlara bakar, katedralle tersane arasında uzayıp giden Dalmaçya’nın en büyük alanını bir uçtan bir uca katederken bir küçük kasabada değil, gün görmüş bir Avrupa kentinde olduğunuzu duyumsuyorsunuz.
SADECE BU TABLOYU GÖRMEK İÇİN GELİNİR
Tintoretto’nun Stari Grad Manastırı’ndaki tablosunda mezara indirilen İsa, Hvar’da, deniz kıyısındaki fransisken manastırının yemekhanesini boydan boya kaplayan yine Venedikli bir ressamın, Matteo Ponzzoni’nin tablosunda havarileriyle yemek yiyor. Sürahilerde kırmızı şarap, tabaklarda balık var. Ve tam ortadaki İsa’nın başında saman sarısı bir hare. Son yemekteler. Tanrının oğlu Zeytindağı’nda çarmıha gerilecek az sonra. Oysa ne İsa’nın ne de havarilerin bakışlarında en küçük bir kaygı var. Aralarında ateşli bir tartışmaya dalmışlar. Belli ki Kudüs’te değil Dalmaçya’da, Akdeniz ikliminin insanoğluna bağışladığı bu eşsiz coğrafyada mutlular. Arka planda, açık kapıdan görülen mutfakta yemek pişiyor, hizmetkârlar sarı lacivert çizgili ipek giysiler içinde onlara şarap servisi yapmada birbirleriyle yarışıyor. Bana sorarsanız İsa da havarileri de iyice kafayı bulmuş. Ne dünya ne ahret umurlarında. Yalnızca bu tabloyu görmek için bile Hvar’a gelmeye değer.
VRBOSKA
Koyları denizle dans ediyor kenti köprüler süslüyor
Vrboska, Hvar Adası’nın bence en güzel köyü. Burada zümrüt yeşili deniz bir küçük koy oluşturmuyor yalnızca, çam ormanlarıyla kaplı burnu döner dönmez nehre dönüşüyor. Ve kara parçasının içlerine dek giriyor, gittikçe daralarak. Kıyı boyunca iki katlı taş evler sıralanıyor. Braç’dan çıkarılan ünlü beyaz taş, adanın tüm mimari dokusuna hakim. Yalnızca burada değil, adanın diğer yerleşim merkezlerinde de sokaklar taş döşeli; rıhtımlar ve duvarlar bembeyaz, alanlar da öyle, akça pakça. Hani ne derler, bal dök yala, Washington’daki Beyaz Saray’ın yapımında da kullanılan bu taş sayesinde temiz bir görünümü var kentlerin. Daha doğrusu kasaba ve köylerin. Adanın en kalabalık yerleşim merkezi Hvar’ın bile, turist mevsiminin dışında nüfusu dört bini geçmiyor çünkü.
KİLİSEDE TÜRK KORKUSUNUN İZİ
Vrboska’da taş köprüler yayaların ulaşımını sağlıyor. Bir simge olarak köprü, Balkanlar’daki doğal konumunda değil burada, Venedik’e öykünüyor sanki, bir ırmağın iki yakasını ya da halkları ve kültürleri birleştirmek gibi bir misyon yüklenmeden, kanalların üzerinde güneşte kedi örneği, gerinmekle yetiniyor. Adanın ender servi ağaçları da saydam suyun kıyısından gökyüzüne yükseliyor yelken direkleri arasından. Gökyüzünde mavi, beyaz, mor, günbatımında erguvan rengi bulutlar salınıyor. Eşine az rastlanır iklimi ve bembeyaz mimarisiyle Adriyatik kıyısını, bizim kıyılarımız da dahil, hiçbir yere degişmeyeceğimi itiraf etmeliyim. Hava günlük güneşlik, hatta çok sıcak. Ama insanı terletmiyor. Buna karşılık deniz az biraz soğuk, girer girmez ürpertiyor bedeni.
Vrboska en ilginç tarihsel yapısını Türklere borçlu. Köyün alanında demeyeceğim çünkü yok böyle bir alan, ama bahçe içindeki iki katlı taş evlerin, taş duvarların nar ağaçlarıyla erguvanların arasında 15’inci yüzyıldan kalma bir kilise var. Bir kale-kilise bu, benzerlerini başka hiçbir yerde göremeyeceginiz şaşırtıcı bir yapı. Yüksek surlardan, kulelerden, burçlar ve mazgal deliklerinden ibaret. Bir de, haç armalı büyükçe giriş kapısından.
Türkler gelirse köy halkının sığınması için yapıldığı ilk bakışta belli oluyor. Yanyana dizili üç küçük çanın bulunduğu kule olmasa köprülerini kaldırmış, savunma hazırlığında küçük bir ortaçağ şatosu sanabilirsiniz. Ve günün birinde gerçekten gelmiş Türkler, Uluç Ali Reis kumandasındaki gemiler, İnebahtı Savaşı öncesinde, Adriyatik kıyılarını vurmuş. Bu olayın izlerini Vrboska’dan çok Hvar’da görmek olası. Zaten adanın asıl savunmasının da, kayalık dağa sırtını dayamış, daha sonraları Napolyon orduları tarafından tahkim edilen İspanyol Kalesi’nden yapıldığını, bu kuytu köşede fazla kan dökülmediğini yazıyor eski kaynaklar.
PANJURLARLA RENKLENİYOR
Kıyıdaki gölgelik, küçük kahve ve lokantaları, bodur palmiyeleri, kahverengi, yeşil, beyaz pancurlu evleriyle insanı ilk bakışta etkileyen, sakin bir köydeyim. Yıkım ve savaş günlerinden uzakta. Neyse ki, Dubrovnik hariç son savaşta bombalanmadı bu kıyılar. Ne olduysa karşı dağların ardında oldu, Bosna’da kan gövdeyi götürdü. Ve Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra patlak veren etnik çatışmalardan yararlanan Hırvatistan Dalmaçya‘yı sahiplendi. Eşsiz güzellikteki bu yöre Sırbistan’ın denize açılan kapısı da olabilirdi, Karadağ ve Sırbistan Dubrovnik’i de bu nedenle bombaladı zaten. Miloseviç’in “Nerede bir Sırp mezarı varsa orası Sırbistandır” görüşünden yola çıkarak yürüttüğü yayılma siyaseti başarıya ulaşsaydı bugün ne Hırvatistan ne de Sırbistan Avrupa Birligi’ne girebilmek için savaş suçlularını Uluslararası Lahey Mahkemesi’ne teslim ediyor olacaklardı.
JELSA
Manzarası en güzel liman
Jelsa, Hvar Adası’nın en sakin olmasa bile manzarası en güzel limanı. Buradan bakıldığında elle tutacak kadar yakın görünüyor dağlar, oysa deniz var arada. Arada kanlı bir savaş ve gençliğim var, geçmiş günlerin hâlâ kanayan yarası. Mavi dağlar mavi göğe doğru yükseliyor ya da uçurumları, yamaçları, yarları ve güneşte tüten çıplak kayalarıyla dimdik iniyorlar mavi denize. Jelsa’nın evleri de, adanın öbür yerleşim merkezlerindeki gibi, taş duvarları ve kiremit çatılarıyla kırmızı beyaz renklerin hakim olduğu bir mimari oluşturuyor. Çam ağaçları, kiliseler, güzel bir park ve sarmaşıklı balkonlar da var. Ve balkonlarda kırmızı-beyaz kareli taçın onurlandırdığı Hırvat bayrakları. Oysa çok değil, bundan 20 yıl önce Hırvatistan adında bağımsız bir devlet yoktu. Bu ülke de, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek ve Slovenya’yla birlikte Federal Yugoslavya’nın bir cumhuriyetiydi. Kosova ile Voyvodina ise yine aynı federal yapı içinde özerk bölgelerdi. Derken, Tito’nun ölümünden kısa bir süre sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan çözülme sürecinde, Sovyetler Birliği gibi Yugoslavya da parçalandı. Ve uzun süredir bir arada yaşayan, hallesip kaynaşmış olduklarını sandığımız halklar birbirlerine düşman kesildi. Ve kan döküldü. Önce Vukovar’da sonra Saraybosna’da geçen yüzyılın en büyük trajedilerinden biri yaşandı. Yalnızca “soykırım” ve “etnik temizlik” değil, bu kardeş kavgası sayesinde, özellikle Bosna’da yaşananlardan sonra, “kentkırım” ve “bellekkırım” deyimleri de girdi siyasi sözlüğümüze.
DAĞLARIN ARDI MOSTAR
Balkanlara Dönüş adlı kitabımda uzun uzadıya anlattığım dehşet günlerine, savaşın yol açtığı acılara, yıkım günlerine dönmek değil amacım. Ama Jelsa Limanı’ndan gördüğüm dağların ardında Mostar var. Ünlü köprüsü, Katolik, Müslüman ve Ortodoks halkıyla bir döneme damgasını vuran kent. Onun da bembeyazdı evleri, sokakları taş döşeliydi. Ve Neretva’nın zümrüt yeşili suları coşkuyla akıp gidiyordu köprüsünün altından. Kuşatma altındaki Saraybosna’dan yeni dönmüştüm ki, bir gece geç vakit telefon çaldı. Arayan eski dostum, Hırvat yazar Predrag Matveyeviç’di. “Siz yapmıştınız biz yıktık” dedi ağlamaklı bir sesle. Mimar Hayreddin’in başyapıtı Mostar Köprüsü’nün yıkım haberini bu ülkenin en büyük yazarlarından birinden öğrenmiş oldum böylece.
Şimdi, yıllar sonra, nice başka savaşlardan ve yıkımlardan sonra, dostum Predrag’ın ülkesindeyim işte. Hırvatistan’a bu ilk gelişim değil, ama Adriyatik kıyısını ilk kez görüyorum. Tito’nun Yugoslavyası yok artık, Paris Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken yaz tatillerini Türkiye’de geçirmek üzere, direksiyonda ağabeyim Seyfettin Gürsel, batıdan doğuya otomobille katettiğimiz ülke yok artık. Yugoslavya bizim gençliğimizdi. Yerini milliyetçi, küçük, içine kapalı, bağımsız devletler aldı. Bu nedenle dağların ardındaki Mostar’a gidiyor aklım, çünkü orada bir zamanlar birlikte hora tepen, karşılıklı kız alıp kız veren, içiçe yaşayan halklar vardı, bugünkü gibi ilk fırsatta birbirinin gözünü oymaya hazır uluslar değil. Tepelere devasa haçlar, Neretva’nın bir yakasına sivri minareler öte yakasına çan kuleleri diken zihniyetten sözediyorum, yoksa ne Hırvatlarla ne de Sırplarla bir alıp veremediğim var. Mostar Köprüsü’yle birlikte bir ülküydü yıkılan, köprünün Türkiye’nin yardımıyla yeniden yapılması bu gerçeği ne yazık ki değiştirmiyor.
Hvar, Mostar’dan uzakta, Adriyatik kıyılarının açığında bir ada. Jelsa’dan bakıldığında yüce dağlar görünüyor. Nasıldı o şarkı, “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” mı diyordu, yoksa ben mi yanlış anımsıyorum. Savaşta Karadağ ve Sırbistan buradan az uzaktaki Dubrovnik’i bombaladı, Hırvat topçusu da Mostar Köprüsü’nü yıktı. Savaş sırasında gittiğim Saraybosna’da olup bitenleriyse anımsamak bile istemiyorum. Yıkılmadık bir dağlar kalmıştı, onlar da çekecegim bir “of”a bakıyor.
STARI GRAD
Şair Hektoroviç’in mekanı
Adı üstünde, eski bir kent Stari Grad, daha doğrusu bir küçük kasaba. İki bin nüfuslu ama limanda demirli yatlara bakacak olursanız adanın nabzının burada attığını sanabilirsiniz. Oysa asıl merkez adaya adını veren Hvar, burasıysa daha çok kiliseleriyle ünlü bir liman. Ne var ki, en eskisi 14’üncü yüzyıla dek uzanan kiliseleri görmek için gelmedim Stari Grad’a, amacım müzesiyle ünlü manastırı ziyaret etmek de değildi. Bir şairin izini sürmek istiyordum. 1487-1572 arasında yaşamış Rönesans şairi ve düşünürü Petar Hektoroviç’in izini.
EVİ KALE GİBİ
Hektoroviç, yapıtını Latince yazmış olmasına karşın Hırvat Edebiyatı’nın temel direği sayılıyor. Ovidius’u anadiline çevirdigi için belki, belki de Balık Avı ve Balıkçıların Sohbeti adlı epik şiirinde halk türkü ve deyimlerine yer verdiğinden. Evi ziyarete açık bir müze bugün, ama o burayı, evden çok kaleyi andıran bu yapıyı müze olsun diye tasarlamamış elbette, giriş kapısının üzerindeki taş levhaya yazdığı gibi “kendisi ve dostları barınsınlar” diye yaptırmış. Bizzat kendisi çizmiş planlarını ve olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi almayı da ihmal etmemiş.
Hektoroviç’in evi dış görünüşüyle biraz itici belki, ama şairin binbir emekle yetiştirdiği bitkilerin göverdiği arka bahçesi, Venedik evlerinin iç avlularını anımsatan kuyusu ve taş kemerlerle çevrili havuzuyla dinlendirici, serin, oldukça ilginç bir mekân. Havuzun içinde her biri elim büyüklüğünde balıklar var. Urfa’da, Hz. İbrahim’in makamındakiler gibi ziyaretçiler tarafından beslendikleri için semirmişler iyice. Duvarlar taşa kazınmış Latince özdeyişlerle süslü. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim: “Ne servet ne başarı ne güzellik ne de yaşlılık ölümden kurtarır, unutma!” “Heyhat! Dalgalar gibi günler de yok olup gidiyor, bir daha geri gelmemek üzere.” “Kim olduğunu gerçekten anlamışsan nasıl gurur duyabilirsin?” “Hiçbir şey gizli kalmaz!”
Şair haklı, evet hiçbir şey gizli kalmaz, gerçek gün ışığına çıkar bir gün. Bunu kapalı kapılar ardında iş bitiren tüm siyasetçilere anımsatmakta yarar var: Nihil occultum!
Stari Grad’a, müzeye dönüştürülmüş eski manastırı görmek için gelmediğimi söylemiş olsam da, Hektoroviç’in evine neredeyse bitişik bu yapıya da bir göz atmaktan geri kalmadım. Benim bildiğim manastırlar dağ başlarında, ıssız yerlerde, genelde yerleşim merkezlerinden uzakta olur, bu kentin ortasında, taş kemerlerle çevrili küçük bir avluyla kiliseden ibaret, bir dominikan manastırıydı. Kilisesi de, tapınaktan çok bir kaleyi andırıyordu. Yine Türkler geldi aklıma, Uluç Ali Reis ve leventlerini, yalın kılıç surlara saldırırken hayal ettim. Bir kaleye değil, Katolik inancına saldırıyorlardı. Oysa Osmanlı inançlarında serbest bırakmıştı fethettiği topraklarda yaşayan halkları, ama bu kale-kilise hilesini de yutmamıştı. Uzun süre Venedik yönetiminde kalan, Serenissima Cumhuriyeti’nin etkisinde bu coğrafyaya özgü bir kültür yaratan Dalmaçya halkının ortak belleğinde “Türk” imgesinin olumsuz yer tuttuğunu görmezden gelemeyiz yine de. O günler geçmişte kaldı, bugün Türkiye ve Hırvatistan dost ve AB üyeliğine talip.
RESME SIKIŞAN SORU
Müzeye, portakal ağaçları ve bodur palmiyelerin gölgelediği bir iç avludan geçerek giriliyor. Sergilenen eşyalar arasında Hektoroviç’in mektuplarıyla Venedik’te basılmış kitapları dikkatimi çekti. Üstadın, yaşadığı dönemde egemen olan İtalyan kültürüyle sıkı bir ilişki içinde olduğu, buna karşın yine de Hırvat Edebiyatı’nın kurucuları arasında sayıldığı anlaşılıyor. Özel bölümde sergilenen Tintoretto’nun bir tablosunda da yine Hektoroviç var. Bugün Hvar’ın orta yerinde bir heyula gibi duran, yapımı yarım kalmış gotik mimari tarzındaki evini de göz önünde tutarsak, adada her taşın altından üstadın çıktığını söyleyebiliriz. Tintoretto’nun tablosunda arka plânda Zeytindağı ve göğe yükselen iki çarmıh görünüyor, önde beyaz örtüye sarılı İsa’nın cansız bedeni çevresinde toplanmış beş figür var. Şair, kısa beyaz saçları, ak sakalı ve koyu kırmızı kadifeden giysisiyle aralarından sıyrılıyor. Yanında, ölüye acıma duygusundan çok merakla bakan genç kadın kızı olmalı, onun yanındakiyse damadı. Ailecek Venedik’e gidip ressama bizzat mı poz verdiler yoksa Tintoretto mu geldi buraya, araştırmaya değer.