Son Güncelleme:
HİNDİSTAN VE ALTIN ÜÇGEN -1 Delhi-Agra-Jaipur adlı
HİNDİSTAN VE ALTIN ÜÇGEN -1 Delhi-Agra-Jaipur adlı üç sıcacık kentin oluşturduğu "altın üçgen"deyiz. Tam bir kültür bombardımanına uğruyoruz bu altın üçgende. Gördüğümüz her şey bize o denli ilginç geliyor ki yolda başımızı ne yana çevireceğimizi şaşırmış gibiyiz. Pinpon seyreden insanlara benzedik, durmaksızın bir o yana, bir bu yana bakmaktan... Hindistan'da 1652 dil konuşulduğunu ve bunların da 15'inin resmi dil olarak kabul edildiğini duyuyoruz. Şaşkınlığımız iyice artıyor… Böcek kaçar diye!.. Hindistan gerçekten çok ilginç bir ülke... Gazetelere verilen evlenme ilânlarına bir gözatıvermek bile yeterli olabilir bu ilginçliğin ne düzeylerde seyrettiğini kavrayabilmek için: "Şu kastın evlenme yaşına gelmiş olan kız ve erkekleri şu kapalı salonda, şu gün toplansınlar". Dört ana kastın bölünmüş olduğu yaklaşık üç bin alt-kasttan birinin, evlilik çağına gelmiş binlerce üyesi bu gazete ilânıyla birlikte bir kapalı salonda toplaşıp birbirlerinin dest-i izdivacına talip oluveriyorlar. Sihizm, Hinduların işte bu kast sistemine bir tepki olarak ortaya çıkmış ve bundan beş asır önce Hinduizm ve İslam dinlerinin en iyi özelliklerini bir araya getirme fikrinden doğmuş. Sihlerde kast yok, dul kadınların yakılması, içki ve tütün kullanılması ise kesinlikle yasak. Sihler makas ve jilet kullanmıyorlar, sakallarını örüyorlar, saçlarını da kesmiyorlar. Sokakta yürürken ağızlarını bir bezle kapatan insanlara rastlıyoruz zaman zaman. Bunların Jainler olduğunu öğreniyoruz. Budizme çok benzeyen bu dinin taraftarları yaşayan canlılara zarar vermekten müthiş korkuyor ve kesinlikle et yemiyor. Hatta bazı keşişler kazara bir böcek kaçar korkusuyla ağızlarını sürekli bir parça bezle kapatıyorlar. Bunların içinde, maddi şeylere değer vermemenin bir belirtisi olarak çıplak gezenlere de rastlanıyor. Delhi'de "açık çamaşırhane" İlk durağımız Delhi. Bir zamanlar "İngiliz tacındaki elmas" olarak adlandırılan Delhi, bugün dünyanın en kalabalık demokrasisine başkentlik ediyor. Kentin her yerinde kollektif bir çamaşır yıkama ve kurutma harekâtı gözümüze çarpıyor. Meydanlarda, parkların çevresindeki demir parmaklıklarda dur durak demeksizin, yıkanmış çamaşırlar kurutuluyor. İnsanlar o kadar beyaz giyiyorlar ki doğal karşılamak gerek herhalde bu "açık çamaşırhane" görünümündeki kenti. Kentin her yanı yemyeşil. Oyuncakmış izlenimi veren üstü sarı, dışı siyah mini mini sevimli taksiler dolaşıyor yollarda. Büyük caddelerden birine K.Atatürk adının verilmiş olması dikkatimizi çekiyor. Bir zamanlar Hint-Türk imparatorlarının fil sırtında gezindikleri Delhi sokaklarında şimdi binlerce motosiklet inanılmayacak gürültüler çıkararak fır dönüyor. Dört kişilik bir ailenin motosiklet yolculuğunu izliyoruz merakla. O denli rahat ve sereserpe oturmuşlar ki sanki limozinde gidiyor gibiler! Kuş Hastanesi İlkin, sokaklardaki insan seline bakıp bakıp, "Delhi, Hindistan'ın en kalabalık kenti olsa gerek!.." diye düşünmüştüm. Oysa Delhi, nüfus yoğunluğunda ancak üçüncü geliyormuş. Bunu öğrendikten sonra diğer iki kentin caddelerini düşünmek bile istemiyor insan! Ülkede, sokakta yatanların sayısı inanılmayacak boyutlara ulaşmış. Ancak, tüm yoksulluğa karşın, hırsızlık ender görülen olaylardan Hindistan'da. Sokaklardaki sefalet görüntüleri yanısıra sadece kuşlar için yapılmış bir hastane de bulunuyor Delhi'de. Kuş Hastanesi'nin hemen yanında bu hastaneyi kuran dini tarikatın mabedini görüyoruz. Hastanede onbinlerce kuş ameliyat ediliyor, tedavi görüyor. Kuşlara süper ihtimam gösterilirken bu hastanenin bahçesine giren meraklı çocukları ise bakıcı sopayla kovalıyor! Ne mutlu Hintli kuşlara! Darısı da tüm insanların ve diğer hayvanların başına!.. Yeşil sahalarda kriket oynayan insanlar görüyoruz sürekli. Caddeler inanılmayacak derecede hareketli ve her şey doğal seyri içinde akıp gidiyor sanki. Ve öylesine doğal karşılanıyor ki her şey, yolun kenarına motosikletini park edip ana caddeyi genel tuvalet gibi kullanan insanlar bizim dışımızda kimsenin ilgisini çekmiyor. Süper lüks apartmanların hemen dibinde, naylon torbalardan yapılmış birkaç metrekarelik mezar gibi evlerin önünde çaresiz görünümlü insanlar görüyoruz zaman zaman. Her yerde karşımıza çıkan ve son derece özenle yapılmış dev boyutlardaki yağlıboya sinema afişleri ise bu ülkede sinema endüstrisinin gücünü kanıtlıyor sanki. Zaman zaman, Hintlilerin doğuştan birer profesyonel fotomodel olduğunu düşünüyorum... Minicik çocuklar, ya da yaşlı amcalar fotoğraflarının çekildiğini anladıkları zaman inanılmayacak kadar ustaca poz veriyorlar. Sonra da "fotorupi, fotorupi" diye fotoğraf çekenin peşinden koşturup Hint parası rupilerden istiyorlar. Çocuklardan birine verince de bunu gören diğerleri akın akın "fotorupi" diye diye geliyorlar. Yılan oynatan adamın uzaktan fotoğrafını çekiyoruz "rupi, rupi" diye işaret ediyor ta oradan!.. Hindistan ve "Baharat" Delhi'de hayat sokaklarda geçiyor sanki! İnsanlar mesire yeri niyetine parklara yayılmışlar. Dilencinin biri takma bacağını çıkarıp sağlam olanının yanına koymuş. Pazar yerinde her köşe başında kazanlar kaynıyor, safranlı mercimeğin yanında koca bir Moğol pilavı tenceresi ısınıyor. Hint yemeklerinden tadılan ilk lokma, Hindistan'ın Sanskritçe adının neden "Baharat" anlamına geldiğini son derece net biçimde anlatıveriyor insana. Bol baharatlı yemeklerden olsa gerek, kimi lokantalar, yemekten sonra ağıza güzel koku versin diye anasonla şeker ikram ediyorlar müşterilerine. Bir de, Betel ağacının yaprağına çeşit çeşit baharat, tütün, badem çekirdeği, bal ve karbonatlı bir madde koyup atıveriyorlar ağızlarına. "Hem tad verir, hem de hazmı kolaylaştırır paan, mutlaka dene!" dedi tanıştığımız Hintliler. Bir kez denedim, tad verdi vermesine de hazmı kolaylaştırdı mı bilemiyorum! Sakal düzelticiler! Eski Delhi'nin inanılmayacak derecede renkli çarşı yaşamını görüntülüyoruz. Çarşıda adım başı, çayla sütü beraberce kaynatan "sütlü-çaycılar"a rastlıyoruz. Sık rastladığımız bir diğer meslek grubu da "sakal düzelticiler"! Yüzlerce tavuğun tek tek yerleştirildiği kafesler dağ gibi yığılmış sokaklara. Her yerde Kongre Partisi'nin sembolü olan "el"li afişler görüyoruz. Bu tür afişlerde o kadar çok resim kullanılıyor ki şaşmamak elde değil! Bunda, Hindistan'da her üç kişiden ikisinin okuma yazma bilmemesinin hayli rolü olsa gerek diye düşünüyoruz. Yollardaki duvar yazılarına bakıyoruz, Sanskritçe harfler sanki çamaşır ipine dizilmiş mandallar görüntüsü veriyor bize. Bu harflerden bir anlam çıkarmak imkânsızın da ötesinde bizler için! İyi ki İngilizcesi de bulunuyor genellikle altında! Çarşının hemen yanındaki 25 bin kişilik Cuma Mescid'i, soğan tipli dev kubbelerinden tanıyoruz hemen. Öğle saatlerinde cami, Müslüman olmayanlara kapatılıyor. Kadınlarla erkeklerin havuzun başında yan yana oturup abdest alması pek de alışık olduğumuz görüntülerden değil doğrusu!.. Bir zamanlar, Hint-Türk imparatoru Evrengzib bu camiye, ya süslü filinin sırtında, ya da altın tahtında taşınarak getirilirmiş. Kaleden camiye kadar tüm caddelere de ısıyı ve tozu azaltmak üzere su serpilir, yol boyunca da üç yüz asker dizilirmiş... Düğünde gamalı haç! Akşam bir Hint düğünü çekimine gidiyoruz. Düğünde bir çalgıcı, çeşitli boylarda, içi su dolu kâselere vurarak inanılmayacak hoş sesler çıkarıyor. Uzunca bir süre bu "sulu müzik"le hoşca vakit geçirdik. Hint müziğinin, eski Yunan, Arap ve Türk müzikleriyle akraba olduğunu öğreniyoruz. Az sonra gelin arabası yaklaştı büyük bir ihtişamla. Arabanın önünde çiçeklerden yapılmış dev bir gamalı haç bulunuyor! Gamalı haçın ortasında da dört nokta. Hindistan gezimiz boyunca duvarlardan müzelere dek her yerde karşımıza çıkıyor bu sembol. "Svastika" denilen ortası noktalı bu gamalı haçın bundan altı bin yıl kadar önce Batı Asya'da ortaya çıktığı rivayet ediliyor. Svastika Sanskritçe'de "Mutlu hayat" anlamına geliyormuş. "Nerdeeen nereye!" demekten alamıyoruz kendimizi. Alman Nazilerinin, ırkçı düşüncelerinin sembolü haline getirip sonra da 3.Reich'ın bayrağı yaptıkları gamalı haçla Hindistan'da bir zengin düğününde karşılaşmak aklımızın ucundan geçmezdi doğrusu! Hint usulü kına! Gelinle damat adayı ağır ağır arabadan çıkıyor. Gelinin boynu altınlarla öylesine yüklü ki kızcağız yürümekte güçlük çekiyor! Kim bilir belki de "Altının var mı derdin var kardeş!" diye yakınıyordur gelin kız diye düşünüyorum. Gelinin yanısıra davetli hanımlar da ellerine kına yakmışlar. O denli ince ince çiçek desenleriyle doldurmuşlar ki ellerini, bunların kaç saatte yapıldığını sormadan edemiyorum. "Saat mi?" diye gözlerini aça aça bakıyor bir Hintli kız. "Beş dakika bile sürmez ki bu!" diyor gülümseyerek. Sonra da, bu denli ince işin bu kadar kısa sürede nasıl yapıldığının sırrını açıklayıveriyor. Meğer, krema sıkacağı gibi bir alet kullanırlarmış ellerine kına yakarken! Bu arada, Hindistan'da kimi düğünlerde cazbantların sömürgecilik döneminden kalma alışkanlıkla hâlâ "Çok yaşa Kraliçem"i çaldıklarını öğreniyoruz. Hindistan'da dokuz, on yaşta evlilikler ve drahoma da hayli yaygınmış. Drahoma yüzünden aileler çocuklarının oğlan olması için dua ederlermiş. Bu nedenle olsa gerek, terk edilen çocuklar genellikle kız olurmuş. Bu drahoma da öyle bir dertmiş ki, bir kere vermekle bile kurtulamayabiliyormuş kız ailesi; çünkü, kızın bakire çıkmaması gibi kimi "nâhoş" durumlarda erkek ailesi bir de "evlilik sonrası drahoması" talebinde bulunabilirmiş! Sonraki bölümde: "Karısını yakan kocalar"; "Kısırlaştırma taburları"; Aşk anıtı Tac Mahal"; "Hayalet Kent"; "200 milyon inek"… Not: Yazar'ın "İsveç ve Filmin İkinci Yarısı" ile "Turkuaz Günlüğü" adlı iki gezi kitabı bulunmaktadır… Murat ÖZSOY- 17 Ocak 2001, Çarşamba