Göl kıyısındaki zafer ülkesi
İznik’e gitmenin tam zamanı. Ağaçlar renklenmiş, ortalığa bir sessizlik oturmuş, sazan ve yayın balıkları yağlanmıştır. Ayrıca göl kıyısındaki bu küçük ilçenin geçmişi öylesine zengin tarihle dolu ki,tüm bu önemli olayların burada nasıl gerçekleştiğine insanın inanası gelmiyor.
İznik’i, “güney Marmara’da göl kıyısında şirin, küçük bir kasaba” olarak tanımlarsam, ona çok büyük haksızlık etmiş olurum. Haksızlık cümlenin içinde kullandığım tanımlamalardan kaynaklanmaz. İznik’i tanımlarken kullandığım tüm kelimeler doğrudur: Göl kıyısındadır, şirindir, küçüktür... Doğrudur ama çok eksiktir. Çünkü bu tanımlama ile İznik hiçbir şekilde anlatılmaz. Bu hafta size kış başında kısa bir kaçamak yaptığım, “geçmişiyle çok büyük” olan küçük İznik’ten bahsedeceğim.
Sonbaharın son güzel günlerinden birinde yola çıktım. Göle paralel uzanan yol yine baştan çıkartıcı giysilerine bürünmüştü. Ağaçlar yapraklarını dökmüş, kalanları rengarenk olmuştu. Yolun iki yanına ip gibi dizilmiş kavak ağaçları, düşmeyen bir kaç koyu sarı yapraklarıyla gelene geçene tepeden bakıyordu. İşte böylesine muhteşem manzaraların arasından geçip İznik’e girdim.
DİN TURİZMİ GELİŞEBİLİR
Önce vakit geçirmeden Lefke Kapısı’ndan çıkıp, sancaktar Abdülvahap Efendi’nin türbesinin bulunduğu tepeye çıktım. Daha önceki gelişlerimde, İznik’in en güzel buradan göründüğünü keşfetmiştim. Fotoğraf çekimini bitirdikten sonra tekrar aşağıya indim. Kente girmeden önce Lefke Kapısı’nın fotoğrafını, Fransız bilgin Charles Texier’in, 1800’lü yıllarda çizdiği açıdan çekebilmek için epey uğraştım. Daha sonra, Süleyman Paşa Medresesi’ne gittim. Niyetim biraz soluklanmaktı. Önce avludaki masalardan birine oturup, yeni demlenmiş çaydan içtim.
Sonra köşeyi dönünce kendimi Ayasofya Kilisesi’nin karşısında buldum. Kentin dört kapısına ulaşan yolların kesiştiği yerde, 4’üncü yüzyılda yapılan kilisede mihraptaki basamaklardan birine oturup, bu küçük kentin geçmişindeki büyüklükleri düşündüm:
Hıristiyanlığı biçimlendiren iki önemli toplantı burada yapılmıştı. İyi bir tanıtımla İznik din turizminin önemli ayaklarından biri olabilirdi. Tıpkı Antakya, Tarsus, Kapadokya, Efes ve Meryem Ana gibi...
OSMANLININ MERKEZİ
Ayasofya’dan çıkıp, asırlık çınarların yanından İznik Müzesi’ne yürüdüm. Üç otobüslük bir öğrenci grubuyla karşılaştım. İstanbul’dan özel okul öğrencilerini müzenin avlusunda öğretmenlerini ilgiyle dinlerken buldum. Turlarını bitirmelerini beklemek için avludaki bir banka oturdum.
İznik’in, Osmanlı tarihinde de önemli roller üstlendiğini okumuştum; Osman Bey’in oğlu Orhan Bey, 1331’de Bizanslılardan aldığı İznik’i, Osmanlı Beyliği’nin merkezi yaptı. Yani şimdilerde “küçük” dediğimiz bu ilçe, koca “Osmanlı İmparatorluğu”nun kuruluş planlarının yapıldığı bir başkent oldu. 16’ncı yüzyılın ortalarında başlayan çinicilik ününe ün kattı. Hatta uzun süre “Çinili İznik” olarak anıldı.
Eğer İznik çiniciliğinin Osmanlı’da başladığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz.Üğücek Höyük, Karacakaya, Abdülvahap Tepesi ve Müşüküle Köyü kazılarındaki buluntular, ilk seramiklerin MÖ 7 binlerde yapıldığını gösteriyor. Roma döneminde yeşil sırlı seramikleri dillere destandı. Genlerinde çinicilik bulunan bu kent, daha sonra mavi-beyaz çinilerle ünlendi ve İznik Kırmızısı ile de ününün doruk noktasına ulaştı. Öyle zaman geldi ki, İznik atölyeleri Osmanlı sarayından gelen talepleri karşılayamaz oldu.
YAYIN TAVANIN TADI
Çocuklar çıkınca müzeye girip, o dünya harikası çini kalıntılarını seyrettim. Midem zil çalmaya başlayınca müzeden çıktım. Geçmişin görkemini yansıtmayan, her hangi mimari özelliği olmayan evlerin arasından geçip göl kıyısına gittim. Gölü karşıdan gören bir restoranda karar kıldım. Ivır zıvırı es geçip bir güzel yayın tava, yanına salata ısmarladım. Gölden esen rüzgarın serin esintisi eşliğinde yemeğimi yedim. Daha ilk çatalda, uzun süreden beri yemediğim yayın balığının o müthiş tadını hatırladım...
Yazının başında da söylediğim gibi, İznik şöyle gelinip geçilecek bir yer değil. Geçmişini hatırlamak, kiliselere, kenti çevreleyen duvar kalıntılarına, camilere bakarken o günleri hayal etmek, o devirdeki ihtişamı düşünmek gerek. O zaman bir başka görünüyor. Aslında tüm mekanlar için bu geçerli. Bugününe bakarak karar vermek yanıltıcı olabilir. Oranın geçmişini bilmek insanın bakış açısını değiştiriyor. Onun için her gezi öncesinde gidilecek yeri “çalışmayı” sizlere öneriyorum.
Dönerken de dağları aşıp, Karamürsel’e giden yolu kullandım. Epeyce tırmandıktan sonra arabayı bir kenara çekip, gölü kuşbakışı bir kez daha seyrettim.
İsa tanrı mı
Kent adını Helence “Zafer Ülkesi” anlamındaki Nika’dan almış. Strabon’a göre, kurucusu İskender’in komutanlarından tek gözlü Antigonos. Bir başka kaynağa göre, Truva savaşlarında savunmaya destek veren Askonyalı savaşçıların yurdu bugünkü İznik’ti. Tarih boyunca paylaşılamadı: Bitinya egemenliği, sonra Romalılar, Balkanlar’dan gelen Gotlar, Selçuklular, Haçlılar, tekrar Bizans, Türk boylarının saldırıları ve sonunda Osmanlı’nın zapt edmesi.
Bu küçük ilçe, Hıristiyanlık için önemli. Çok önemli kararlar burada alınmış. Örneğin, İskenderiye Patriği ile papaz Arius arasındaki anlaşmazlık, bu dine inanları neredeyse çatışma noktasına getirmişti. Papaz Arius, İsa’nın tanrılıkla ilgisi olmadığını, yalnızca insan olduğunu savunuyordu. Patrik buna şiddetle karşı çıkıyordu.
İKİNCİ BUNALIM
İşte bu tartışmaya çözüm bulabilmek için, 20 Mayıs 325’te İmparator Konstantin’in başkanlığında “Birinci Konsül” İznik’te toplandı. Papaz Arius, azınlıkta kaldığı için idamdan kurtulamadı. Aynı toplantıda yortu günleri, dinsel tören kuralları saptandı.
Hıristiyanlığın ikinci büyük bunalımı da İznik’te çözümlendi. İkonalara tapınanlarla, kırılmasını isteyenler 787 sonbaharında, Ayasofya’daki II. İznik Konsülü’nde buluştu. Sekiz oturumdan sonra ikonalara tapınmayı yasaklayan kararlar yürürlükten kaldırıldı.