Geri bırakılmışlığın ülkesi: Demokratik Kongo
Hürriyet Seyahat için de seyahat yazıları yazan müzisyen ve gezgin Atilla Atasoy sekiz kişilik bir grupla, 'Dünyanın doğal kaynaklar itibariyle en zengin ama en fakir ülkesi, sıtma ve sarıhumma tehlikesinin en yüksek olduğu ülke' olarak anılan Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ne gitti. Çeçe sineği tarafından ısırıldı, hapse girme tehlikesi atlattı ve kanoyla nehirler arasında maceraya atıldı.
'Dünyanın doğal kaynaklar itibariyle en zengin ama en fakir ülkesi, sıtma ve sarıhumma tehlikesinin en yüksek olduğu ülke' gibi duyumlarla yola koyulduk. Üç profesör, bir madenci, bir endüstri mühendisi, bir avukat, bir emekli lise öğretmeni ve bendeniz tarla kuşu... Toplam sekiz kişi... Türkiye'deki bir acenta kanalıyla buradaki 'Go KONGO' acentasının uhdesi ve rehberliğinde bir gün başkent Kinşasa'da kalıp 12 eyaletten en ormanlı bölge olan Ekvator eyaletine gidip ormanlarda yerli kabilelere misafir olacağız.
THY'nin düzenli seferlerinin başladığı Kinşasa, 12 Milyon dolayında nüfusuyla Afrika'nın üçüncü en büyük şehri. Özel sektörün yeni yeni geliştiği, trafik keşmekeşinin, pisliğin, fakirliğin, üst üste yaşayan ve fotoğraf çekilmesine izin vermeyen kızgın halkın, polisin, askerin ve rüşvetin başkenti. Tabii ki zenginler mahallesi 'Gombe' hariç... Sınıf farkı uçurumunun en ideal örneği. Dışarıdan gelip ticaret yapan ve iş dünyasına hakim Lübnanlı, Çinli, Hintli ve Türklerin vahası... Toplasan hepsi beş bini geçmiyormuş. Türkler çok azınlıkta... Duyduğuma göre 150 kişi kadar. Ama THY seferleriyle bu sayı epey artacaktır.
'DEMOKRATİK KONGO AMAN NE KADAR DEMOKRATİK...'
Afrika'nın göbeğinde Afrika'nın ikinci büyük ülkesi... Komşuları Ruanda, Kongo Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti, Sudan, Uganda, Brundi, Tanzanya, Zambiya ve Angola... 75 milyona yakın nüfusu olduğu söyleniyor. Ormanlar çocuk fabrikası gibi çalışıyor. Her evde on çocuk var. Elektrik yok, su nehirden, internet yok, televizyon yok. Çok tuhaf, az da olsa 'mobil telefon' var. Kinşasa'daki otelimizin ışığı yanmıyordu ama interneti vardı. Çelişki üstüne çelişki... İç hat uçuşuyla Ekvator eyaletine uçacağımız Air Tropiques, 12 adet özel hava yolundan biri. Tabii zamanında kalkmıyor. Sıkıntıdan fotoğraf çekiyoruz. Sakın asker, polis, resmi bölge fotoğrafı çekmeye kalkmayın, yoksa bizim gibi hapse girme tehlikesi yaşarsınız.
Zaten normal halk da fotosunun çekilmesine izin vermiyor, olay çıkarıyorlar. Bu arada niye bekletildiğimizi öğrenmek istiyoruz. Cevap orada iş yapan bir Türk iş adamından geliyor. "Biz geciktiğimiz zaman uçağı bekletiriz..." Bizi bekleten o değildi tabii... Cumhurbaşkanının protokol müdürüymüş. O da gelecekmiş bizim uçakla. İkinci bekleten de Belçikalı rehberimiz Michael'den yeterli rüşveti alamayan havaalanı polis müdürü... Yoksa önceki uçağa girebilirmişiz. 17 kişilik uçak, ancak gündüz aydınlığında sefer yapabiliyor. Özel şirket havaalanlarında gece aydınlatması yok. Sonunda uçağımıza doluştuk. Bir kadıncağız bağırış çağırış uçağa binemeyip kalakaldı.
Eee... protokol müdürümüzün maiyeti var ne de olsa... Burası öyle böyle demokratik değil. Bir pervasızlık, bir acımasızlık genlere işlemiş, geçmişin intikamını alır gibiler. Neyse arkamda protokol müdürü, maiyeti ve bizim ekip iki saatlik bir yolculuktan sonra Ekvator eyaletinin merkezi Mbandaka Havaalanı'na iniyoruz. Protokolü karşılayan bandodan, basından biz de nasibimizi alıyoruz. Sanki iki saat önce havaalanı bekleme salonunda asılı duran cumhurbaşkanının resmini çektim diye hapse atılmaya çalışılan ben değilim...
NEHİRLERİN BULUŞTUĞU YER: MBANDAKA
Görkemli Ruki nehri ile Kongo Nehri'nin buluştuğu yerde Mbandaka... Bu iki nehir daha sonra yollarına birleşerek Kongo Nehri adıyla devam ediyor. Tam bir açık pazar kenti... İnsan dahil her şeyin taşındığı, satıldığı iğne atsan yere düşmez büyük-küçük tekneler, motorlu motorsuz kanolar, karşı köylerden ustaca akıntı hesaplarıyla gelen ve giden kürekli kano insanları. Pazarda sıcak, nem, toz, toprak, bataklık içersinde canlı timsahtan kaplumbağaya, salyangozdan palmiye ağaçları dibinden toplanan canlı kurtlara, ’makenena’ denilen böceklere kadar herşeyi bulabilirsiniz... Bunlar canlı da tüketiliyor. Eğer Kongo Frank’ı yerine Dolar ile alışveriş yapmak isterseniz en az kâğıt beş dolar kabul ediliyor. Üstü Frank olarak veriliyor. Tabii bizimle gelen aşçı ekibimizin yaptığı kuru fasulye-pilav mönüsü ile odun ateşinde pişirilen balıkları da ihmal etmeyelim nankörlük olur.
YOLCULUK BAŞLIYOR
Rehberimiz Michael, yardımcı ekibi ve aşçımız çikolata renkli cici kızla biz sekiz kişilik ekip, biri pikap türünde iki cipimsi vasıtaya nasıl sığdık halen anlayabilmiş değilim. Eşyalarımız, çadırlarımız ve yemek malzemelerimizle pikapa doluştuk. Diğer kapalı uzun kasalı cipte ise geri kalanlar. Güneye doğru pek yakındaki Ekvator Çizgisi'nden geçerek delik deşik kil topraklı yollarda hoplaya zıplaya yol alıyoruz. Arada İndiana Jones filmlerini aratmayan aralıklı ağaç köprülerden kıl payı geçiyoruz. Öbek öbek yol kenarı köylerden geçerken, bazı evlerin önünde aküye bağlanmış güneş enerjisi panelleri görüyoruz. Elektrik ihtiyacını böyle karşılayan nadir köylüler de olduğunu görüyor, şaşırıyoruz. Öğle yemeği için mola verilen köyde, çocukların ve yerlilerin aç bakışları karşısında yiyemeyip hepsini çocuklara bırakıp devam ediyoruz.
"BEYAZ ADAM" BAĞIRIŞLI KARŞILAMA
Önce 38 sonra 68 km olduğu söylenen ama üç buçuk saat süren yolculukla Samba Köyü'ne varıyoruz. Çocukların "mondele mondele" çığlıklarıyla karşılanıyoruz. 'Beyaz adam' demekmiş. Aslı Fransızca'dan geliyor. 'Model' veya 'Model Adam' gibi bir şeymiş... Herkes siyahımsı olduğundan uzaylı ya da yaratık muamelesi görüyoruz. Aramızdaki hiperaktif profesörlerimizden Filiz Hoca, onlarla dans edip şarkı söyleyerek ortalığı iyice azdırıyor. Artık her birimiz etrafında çocuk ve ergin yerli çemberiyle yürüyebiliyor ya da oturuyoruz. Çadırlar kurulurken köy okulunun önünde çaresiz bekleşiyoruz. Bu 'miting' alanında gece geç saatlere kadar yemek dahil, köy konaklamamız oturarak ya da çocukların isteklerine cevap vererek geçiyor. Sonunda biz üçer arkadaş şeklinde çadırlarımıza kapanıp orada muhabbete devam ediyoruz. Bu arada yerli içkisi 'Agene'yi deniyor, eczacılık içgüdümle bu yoğun alkollü içkinin yeşil portakal veya yeşil limonla kombine olduğunu keşfediyorum.
KANO İLE NKAKE'YE...
Bu iki köy de Bantu/Pigme karışık köyler. Samba’nın bataklık sularında başlayacak yolculuğumuz, sık ormanların arasından geçerek hava şartlarına göre iki köyden birinde son bulacak... Önce iki-üç km'lik uzun bir patika yürüyüşümüz var. Bu defa eşyalarımız iki tekerlekli elle çekilen arabada gidiyor. Normal araba giremiyor. Yola devrilmiş devasa bir ağacın altından geçiliyor ve 15-20 dakika sonra içinde bir buçuk km yürüyeceğimiz dereye varıyoruz. Ekibi beklerken iki çeçe sineği tarafından ısırılıyorum. Biri elimden biri kaşımdan ısırıyor. Çok yakıyor ve ısırdıkları yer kabarıyor. Hemen tükürüğümü sürdürüyor yerliler. Arada gülerek kendi tükürüklerini de sürüyorlar. Hangisine üzülsem bilemiyorum... Biliyorum beni seviyorlar. Yanlarında Tursil beyazı gibi olmamdan değil, onlara 'Agene' ikram etmemden...
KANO MACERASI
Sonunda devasa bir ağaçtan oyma yekpare kanomuza varıyoruz. İçine sandalyeler konuyor, can yelekleri dağıtılıyor. Diğer daha küçük kanoya yemek ve eşya ekibi eşyalarla yerleşiyor. Bizim kanoda beş kürekçi, diğerinde dört kürekçi bağırış-çığırışlarla daracık sığlıklarda inerek yol alıyoruz. Kırmızı-siyah sular, el değmemiş büyüleyici doğa rahatlatıyor bizi... Milyonlarca yılın bitki köklerinin çürüyüp çökmesiyle buluşan killi ve demirli kırmızı toprak ,suyu ph'sı yüksek kırmızı-siyah bir kokteyl haline getirmiş. Benzeri Venezuela yağmur ormanlarında ve Amazonlarda Rio Negro'da var. Ama Rio Negro daha çok Tannik asid içeriyor. Aynı paralel kuşakta bulunuyorlar. Benim çeçe sokma yerleri de hafif inmiş durumda muhabbetler başlıyor. Daha geniş sulara gelindiğinde hızımız artıyor. Bu incecik yerli adamlar nasıl yorulmuyor, keyifle kürek çekiyor diye şaşırıyoruz.
IKOKO VE BIKORO'YA YOLCULUK
Küreklerle bitmiyor bu yol... Şaka değil yedi buçuk saatte varıyoruz. Göl öncesi kavga bile ediyoruz. Neyse bir ara nehrin göl ile birleştiği yer olan Ikoko’da mola verip kırmızı-siyah sularda yüzüyoruz da kendimize geliyoruz. Sonra ver elini Ntomba Gölü... Matruşka gibi bir burundan diğerine bitmiyor yolumuz. Tabii ki güneşin bağrında sinirler bozuluyor. Arada gerginlikler yaşıyoruz. Ama kürekçilere şaşırmaya devam ediyoruz. Nasıl yorulmuyor bunlar yahu... Biz oturarak bizden çıkmışız, bunlar şarkı söylüyor.
GERİ DÖNÜŞ ÇİLESİ
Artık yurda dönüş zamanı geliyor. Sabah bizi acı bir sürpriz bekliyor. Uçak gelmemiş ya da gelememiş. Grubumuzun şefi Orhan Hoca oraya buraya telefonlar ediyor. Nafile... Esas yetkili kişi Michael'den ses çıkmıyor. Bütün ödemeler tarafımızdan yapıldığı halde cebinde parası yok. Uçak gelmiyor ve biz parası ödenmeyen otelde rehin kalıyoruz. Daha doğrusu kalamıyoruz... Çıkın diyorlar. Nereye çıkıyoruz, dışarısı mahşer yeri... Bir tek Michael'in nehir kıyısında her yeri açık mavunası var. Orada bize öğle yemeği vermişti de hepimiz bunalıma girmiştik. Kim bilir gecesi ne büyük felaket olacaktı. Michael'e fırçalar çekiliyor. Orhan Hoca basın ve diğer güçler içeren tehditlerine cevap alamıyor ve bekleşiyoruz.
Yan gelip yatmak ve yüksek sesle dedikodu yapıp gülüşmek ve en iyi koltuklarda oturmaktan başka işleri olmayan otel personeli de fırçalarımızdan nasibini alıyor. Dünyada bu kadar ayranı yok küstah ve umarsız bir millet görmediğimizi konuşuyoruz. Büyükelçimizi de arıyor, işi Türkiye basınına malzeme olacak şekilde ilerletiyoruz ki Michael son bir sarsılmayla arkadaşımızdan borç para alıp oteli ödüyor. Biz
de kendi paramızla otelde kalmış oluyoruz.
Sabah olduğu söylenen uçağımız öğleden sonra 15.25'te kalkıyor. O ana kadar ki duygularımızı siz düşünün. Zira aynı akşam Türkiye dönüş uçağımız var. Büyükelçi ve Türk iş adamı görüşmeleri işe yarıyor, acentası uyarılan Michael, durumu toparlıyor. İki saatlik uçuş sonunda Büyükelçiliğimize bile misafir oluyor, çay içiyoruz. Sonra ver elini havaalanı... Özetle; "Do not Go Kongo"