Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Gece yarısı güneşinin ışığında Norveç
Norveç’te haziranın ilk haftasından itibaren gecesi olmayan günler başlıyor. Yani güneş hiç batmıyor. Bunaltmayan bir sıcakta, cennet benzeri fiyortlarda dolaşmak, balık tutmak, balinaların peşinde gitmek, dağlara tırmanmak, doğada yürümek, bisikletle gezmek, lezzetli yemekler yemek, gece yarısı güneşinin altında romantik düşlere dalmak istiyorsanız hazırlanın. Norveç sizi bekliyor.
Son bir aydır göçmen kuşlara döndüm. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna kanat çırpmaktan yoruldum artık. Geçen ay Asya’nın en güneyinde, Tayland’da sıcak ve nemden bunalıyordum, geçen hafta da Avrupa’nın en kuzeyinde, Norveç fiyortlarında soğuktan titredim durdum. Aslında Norveç’in tam zamanıydı. Hiç batmayan bir güneş ve kavurmayan bir yaz... Kuzey ülkelerinin yazlarını çok seviyorum. Bitmeyen günlerde, tablo benzeri doğada gezinmek, berrak ve serin sulardaki yansımaları seyretmek, vahşi kalabalıklardan uzak kentlerin, sakin yaşamlarında akıp gitmek çok keyif veriyor bana. Olanak bulsam yaz aylarını kuzeyde geçirip, güneyin gürültüsünü ve telaşını özlemeyi beklerim.
Norveç’e giderken bavulumu yapmakta zorlandım. Gardırobun kapağını açtığımda, İstanbul’da termometre 30 dereceyi gösteriyordu. Kışlıklar çoktan yazlık giysilerle yer değiştirmişti. Zaman zaman yağmurlu, gündüz 3-4 derece, akşam daha da soğuyan bir iklime yolculuk edecektim. Yaz sıcağında bunalırken soğuğu hayal etmek biraz zor oluyordu. Önce kadife pantolonlarımı çektim çıkardım. Bir iki kazak, yün çoraplar, oduncu gömlekleri, yün bere, eldiven, atkı... Bavulun en üstüne de paltomu yerleştirdim. Çünkü Oslo’ya yazlık kıyafetle gidecek, orada, havaalanından çıkmadan bavuldan paltomu alacaktım. Tüm bu yazdıklarıma bakıp, her şeyin yolunda gittiğini sanmayın sakın. Ne yaparsanız yapın, sıcakta soğuğun şiddetini hesap etmek çok kolay olmuyor ve mutlaka bir şeyleri eksik alıyorsunuz. Bunu anladığınızda iş işten geçmiş oluyor ve benim gibi rüzgar ve soğukla sürekli kavga ediyorsunuz.
OPERA’NIN DAMINDA
Oslo’ya yolculuk yaklaşık dört saat sürdü. Uçak pistte yavaşlarken, dışarıda yağmur estire estire yağıyordu. Gri, loş, soğuk, ıslak bir günde uzun bir pasaport kuyruğuna girdim.
Dışarıya çıktığımda, unutmaya başladığım soğuk bir havayla sarmaş dolaş oldum. Oslo’nun merkezine giden trenin penceresinden akan giden manzaraya bakıp, daha önceki gezilerimi anımsamaya çalıştım. Gözlerimin önüne hep fiyortlar geliyordu. Cennete benzeyen görüntülerdi bunlar. Rengarenk evler, yeşil çayırlar, pamuk balyalarını andıran beyaz bulutlar, boncuk mavisi gökyüzü, aynı renk deniz, kıyıya bağlanmış karpuz kıçlı balıkçı tekneleri... O gün bugündür aklımdan çıkmayan, insanı çeşitli düşlere sürükleyen, inanılmaz görüntüler.
“Tanrıların Tarlası” anlamına gelen Oslo’da, önce 2008’de tamamlanan Opera Binası’nın damında yürüdüm. “Damda ne işin var” diye sorarsanız; küçük bir körfezin kıyısında, cam ve beyaz mermerden yapılmış bu muhteşem binanın damı bir seyir yeriydi. Ziyaretçiler bu terastan kentin siluetini seyrediyor, anı fotoğrafları çektiriyordu.
Oslo geceleri çok uzun olduğu için, geç saatlere kadar caddelerde gezindim durdum. O gün önemli bir rock gruplarından AC-DC’nin konseri vardı. Sokaklar siyah tişört ve deri ceketli, saçlarına ak düşmüş, yaşıtım müzikseverlerle dolmuştu. Barlarda Aquavit denen milli içkilerini içerek konsere hazırlanıyorlardı. Arada bir onlarla kadeh tokuşturdum.
Oslo hakkında fazla ahkam kesemem. Küçük, yeşil, sakin, renkli bir kent olduğunun ötesinde söyleyecek çok sözüm yok. Çünkü bu kadar kısa sürede onun ruhuyla kucaklaşamadım.
KUZEYDEKİ FİYORTLAR
Ertesi sabah erkenden, asıl hedefime, daha da kuzeye doğru hareket ettim. Önce Bodo kentine uçtum. Oradan, pervaneli bir uçakla Lofoten’e süzüldüm. Uçak çok alçaktan uçtuğu için, kuzeyin yalnız fiyortlarını kuşbakışı seyrettim. Denizin kıyısından yükselen dağlar hâlâ karlıydı. Sonra adalar göründü. Büyüklü küçüklü onlarca ada. Kiminde deniz feneri, kiminde kırmızı damlı birkaç ev, kimin de beş on evden oluşan köyler vardı. Ama çoğu yalnız, kimsesiz adalardı.
Uçak adaların en büyüklerinden Svolvaer’in küçük havaalanına kondu. Hava güneşliydi ama soğuk rüzgar üşütüyordu. Duvardaki derece 3 dereceyi gösteriyordu. Daha 5-6 saat önce 30 derece sıcakta olduğumu düşündüm.
Bu bölge hazirana gecesi olmayan günleri yaşıyordu. Güneş yorulmak bilmeden gökyüzünde dolaşıp duruyordu. Bu aydınlık geceleri birkaç yıl önce, Norveç’in epey kuzeyindeki Tromso’da yaşamıştım. Kente “Kutuplara Açılan Kapı” ya da “Kuzeyin Paris’i” deniyordu. 21 Haziran’da, Gece Yarısı Güneşi’ni selamlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor, Norveç’in ve dünyanın dört bir yanından gelenler, hep tepede duran güneşin altında, bitmek bilmeyen günün keyfini çıkartıyordu.
Orada, yaşamımda bir ilke imza atıp, gece yarısı sığınacak bir gölgelik aradığımı anımsadım. Kalabalık bir kahvenin bir köşesinde oturup kendimi zamanın akışına kendimi terk etmiştim. Oturduğum yerden kalkıp otelime doğru giderken kolumdaki saatin 05.00’i gösterdiğini dün gibi hatırlıyordum.
Svolvaer’de Norveç’in ünlü somon, ringa, halibut balıklarının peşinde koşturup duracaktım. Geziyi düzenleyenler, şansım varsa balina da görebileceğimi müjdelediklerinde çok heyecanlandım.
VİKİNGLERİN TORUNLARI
Lofoten bölgesi, sivri zirveli karlı dağların, kıvrım kıvrım fiyortların, büyüklü küçüklü adaların süslediği bir balıkçılık cennetiydi. Balıkçılık geleneği Vikinglerle birlikte başlamış, bugüne kadar sürüp gitmişti. Balıkçı tekneleri bile Viking stilindeydi. Yöre halkı, ataları gibi denize alışkın, fırtınalara karşı koyan, sağlam yapılı, kırmızı suratlı, cana yakın kişilerdi.
Önce büyükçe bir zodyak motora binip, açıklardaki somon çiftliğine hareket ettim. Deniz dalgalıydı. Motor sanki dalgayla inatlaşıyordu. Kendimi bazen dalgaların üstünde, bazen de iki dalganın arasındaki çukurda buluyordum. Dalgaya her girişimizde, oturduğum yerden en az yarım metre yukarı fırlıyor, sonra aynı hızla yerime oturuyordum. Akşam otele döndüğümde moraran yerlerime bakıp, yolculuğun ne kadar zorlu geçtiğini anlayacaktım.
Yarım saat süren çalkantılı yolculuktan sonra, sakin bir koydaki somon çiftliğine vardım. Her birinin içinde 70 bin somon bulunan havuzlar, kenarlardaki otomatik makinelerle yemleniyordu. Çiftliğin kahyası, bu somonların derelerde, tatlı suda doğduklarını, bir süre orada büyüyüp, derilerinde pullar oluşunca, deniz suyuna alındıklarını anlattı. Somonun gerekli ağırlığı kazanması, etinin içindeki yağ şeritlerinin oluşması için 1,5 yıl geçmesi gerekiyordu. Havuzların üstü ağlarla kapatılmıştı. Arada bir somonlar suyun üstüne sıçrayıp, kendilerini gösteriyorlardı. Kahya, martıların ve beyaz kuyruklu su kartallarının balıkları kapmaması için bu ağların kullanıldığını söyledi.
Sonra küçük bir adadaki balık işleme fabrikasına gittim. 20 kilo ağırlığındaki, kırmızı etli somonların nasıl temizlendiğini, kesildiğini, paketlendiğini, buzlandığını izledim. Bu balıklardan bir tanesiyle, günün birinde İstanbul’daki marketlerin balık reyonunda karşılaşacağımı biliyordum.
BALIKÇILARIN BARINDA
Fabrikadan dışarı çıktığımda, yağmur işi azıtmış, sağanağa dönmüştü. Havanın sakinleşmesini beklemek için adanın tek bar-lokantasına sığındım. Adada 15-20 ev vardı. Burada yaşayanların hemen hepsi aynı fabrikada çalışıyordu. Dış dünyayla bağlantılarını, günde bir kez iskeleye yanaşan feribot aracılığı ile kuruyorlardı. Herkes işinin başında olduğu için, sessiz barda cam kenarına oturup, Kuzey Denizi’nin köpüren dalgalarını seyrettim. Seyrederken de içimi ısıtsın diye bir iki kadeh aquavit yuvarladım. Adalılar iş çıkışı bu bara uğruyor, bira ve aquavit karışımı ile sarhoş oluyor, akşama kadar yan yana oldukları için konuşacak konu bulamıyor ve sallana sallana evlerine gidiyorlardı. Yaşam hep aynı monotonlukta akıp gidiyordu. Bunları düşününce içim sıkıldı.
Ertesi gün gezimin en heyecanlı günüydü. Açık denizde balık tutacaktım, “şansım yaver giderse” Katil Balina da denen Orca’ları görecektim. Tekne dalgalı denize açıldı. Su geçirmez balıkçı kıyafetlerini giydim. Kuzey Denizi’nin kaba dalgalarında ilerlerken, beşikte sallanan çocukların neden ağlamayı kestiklerini çözümledim. Çünkü bu sallantıda insanın beyni uyuşuyor, düşünme yeteneğini kaybediyor, kendinden geçiyordu.
Kaptan köşkünde gördüklerimden sonra, Norveç balıkçılarının neden “rastgele” kelimesini kullanmadıklarını da anladım. Çünkü radarlar denizin dibini tarıyor, balık görününce oltalar atılıyordu. Yani şansa yer yoktu bu denizde. İlk görüntüde ben de bir heyecan oltamı salladım ama morina balıkları acemi olduğumu anlamış olacaklardı ki, bana pek yüz vermediler. Halbuki yanımdaki balıkçılar oltalarını hiç boş çekmiyordu. Yılmadım, inat ettim ve sonunda ağırlaşan oltamı, güç bela ama gururla çektim. Beş kilo civarındaki balığı iğneden çıkartırken çocuklar gibi heyecanlanmıştım. Daha sonraki saatlerde altı tane daha yakaladım. Akşam yemeğinde avladığım balıkları yerken, masadakilere morina avcılığı konusunda ahkam kesiyordum.
MORİNA’NIN YOLCULUĞU
Morina buraya çok uzaklardan, Meksika Körfezi’nden geliyordu. Kendilerini Golfstream sıcak su akıntısına kaptıran yavruları bu uzun yolculukta büyüyor, yağlanıyor, bu sularda döllenip fiyortlara milyonlarca yumurta bırakıyordu. Bu yumurtalar yine aynı akıntıya kapılıp, güney denizlerinin sıcak sularına dönüyordu. Asırlardan beri yapılan bu yolculuk Norveçli balıkçıların iyi para kazanmasını sağlıyordu.
Kimi yakalıyor, kimi temizliyor, kimi kurutuyor, kimi satıyordu. Yani kuzeyin insanları ekmeklerini bu balıktan çıkartıyordu. Morina asırlar ötesinden gelen bilgi ve yöntemle kurutuluyordu. İçi temizlenen balıklar, mart başında direkler arasına gerilen iplere asılıyordu. Ne daha erken ne de daha geç. Çünkü şubatta asılan balıklar soğuktan donuyordu. Nisanda asılanlara ise uyanmaya başlayan sinekler yumurta bırakıp, çürütüyordu. Onun için mart ideal aydı.
Son günümde arabayla fiyortlarda gezindim durdum. Beyaz bulut kümeleri burada mavi gökyüzüne çok yakışıyordu. Dayanıklı küçük tekneleriyle denize açılan balıkçılar, kim bilir hangi balığa olta sallıyordu. Hiçbir görüntüyü kaçırmak istemiyordum. Onun için parmağımı deklanşörün üstünden kaldıramıyordum. Fiyortlar kuzeyin soğuk cennetleriydi. Tanrı Norveç’ten güneşi, ışığı ve sıcağı esirgemişti ama bunların karşılığında fiyortları vermişti.
Deniz kıyısında bir karavan gözüme çarptı. Birden o karavanda olmak istedim. Fiyordun kıyısındaki karavanda yaşamayı, ıssız koylarda dolaşmayı, buz gibi sulara olta atıp salak salak balık tutmayı hayal ettim, özledim... Zaten fiyortlardaki küçük evler, hep kaçış ve kayboluş düşleriyle süslenmişti...
İKİ KEZ EKVATOR TURU ATAN İÇKİ
Norveç’in milli içkisi Aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. İçine tat ve renk veren otlar, baharatlar konuluyor. En baskın baharat bir çeşit kimyon. Alkol derecesi 42 ile 45 arasında. Aquavitin piyasaya sürülmeden önce Ekvator’u iki kere geçmesi gerekiyor. “Hayat Suyu” anlamına gelen aquavit, bir dizi rastlantıyla oluşmuş bir içki. Öyküsü şöyle: 1850’de Norveçli bir içki üreticisi, damıttığı aquaviti Avustralya’ya götürmeye karar verir. Yanında çalışanlar içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce shery (alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap) saklanmış fıçılara doldurur. Fıçılar Gymer adlı gemiye yüklenir. Sallantılı ve uzun bir yolculuktan sonra gemi Avustralya’ya varır. Ama içkilerin sahibi karaya ayak basmadan ölür. Kaptan fıçıları ne yapacağını şaşırır. Tekrar gerisin geriye Norveç’e götürüp, içki tüccarının yakınlarına teslim eder. Fıçıların tıpası açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır. Aquavit, uzun yolculuk sırasında sallana sallana fıçıya sinmiş olan sheryi içine çekmiş ve olgunlaşmıştır. Bu bambaşka bir içkidir artık. O gün bugündür aquavitler aynı yolu izleyip, shery fıçılarında Ekvator’u iki kere geçer. Bugün bu yolculuğu Wilhelm Wilhemsen şirketi düzenliyor. Şişelerin arka yüzündeki etikette, içkinin Ekvator’u geçiş tarihleri ve yolculuk ettiği geminin adı yazılır.
FOK BALIĞININ BONFİLESİ REN GEYİĞİNİN PASTIRMASI
Norveçliler kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş ekmek, yumurta, peynir, domates, salatalık ve ringa balığı turşusu yemeyi tercih ediyor. Öğle yemeklerini ise çoğunlukla bir sandviçle veya üstüne karides, sardalye, yumurta konmuş birkaç dilim ekmekle geçiştiriyor. Ana öğün saat 16.00 - 18.00 arasındaki akşam yemeği. Mönü et, balık veya makarnadan oluşuyor. Sofrada mutlaka haşlanmış patates, sebzeler ve salata bulunuyor.
Ben Norveç’te değişik tatların peşinde koştum. Örneğin balina bonfilesini çok sevdim. Koyu kırmızı rengi ve ciğere benzeyen bir dokusu olan bu özel eti, güzel bir şarabın yanına çok yakıştırdım. Ren geyiği pastırmasının, fok balığı bonfilesinin de tadına bakmayı ihmal etmedim. Ama gezi boyunca benim favorim, kuzeyin soğuk sularında tutulmuş vahşi somon, ringa, morina, mezgit ve halibut balıkları oldu. Bir de “Kral Yengeç”in uzun bacaklarını doya doya yedim. Norveç’te haşlanmış karides çekirdek gibi yeniyor. Ben kolesterol korkusundan fazla rağbet etmedim ama, gözüm arkada kaldı. Norveç’in çingene palamutu büyüklüğündeki yağlı uskumrularına da haksızlık etmemem gerek. Soğuk denizin prensesinin tadı, bu satırları yazarken bile hâlâ damağımdaydı. Fiyatlara gelince; Norveç, bir çok ülke vatandaşı, özellikle bizim için çok pahalı. Yediğiniz, içtiğiniz, aldığınız her şeyin üstünde en az yüzde 20 KDV var. Ayrıca lokantalar da yanına yaklaşılacak gibi değil. Bir kişi 70-80 Euro’dan aşağı çıkamıyor. Aslında bu fiyatlar Norveçliler için pek fazla değil. Çünkü onlar, Avrupa’nın en çok kazanan ulusu.
Norveç’e giderken bavulumu yapmakta zorlandım. Gardırobun kapağını açtığımda, İstanbul’da termometre 30 dereceyi gösteriyordu. Kışlıklar çoktan yazlık giysilerle yer değiştirmişti. Zaman zaman yağmurlu, gündüz 3-4 derece, akşam daha da soğuyan bir iklime yolculuk edecektim. Yaz sıcağında bunalırken soğuğu hayal etmek biraz zor oluyordu. Önce kadife pantolonlarımı çektim çıkardım. Bir iki kazak, yün çoraplar, oduncu gömlekleri, yün bere, eldiven, atkı... Bavulun en üstüne de paltomu yerleştirdim. Çünkü Oslo’ya yazlık kıyafetle gidecek, orada, havaalanından çıkmadan bavuldan paltomu alacaktım. Tüm bu yazdıklarıma bakıp, her şeyin yolunda gittiğini sanmayın sakın. Ne yaparsanız yapın, sıcakta soğuğun şiddetini hesap etmek çok kolay olmuyor ve mutlaka bir şeyleri eksik alıyorsunuz. Bunu anladığınızda iş işten geçmiş oluyor ve benim gibi rüzgar ve soğukla sürekli kavga ediyorsunuz.
OPERA’NIN DAMINDA
Oslo’ya yolculuk yaklaşık dört saat sürdü. Uçak pistte yavaşlarken, dışarıda yağmur estire estire yağıyordu. Gri, loş, soğuk, ıslak bir günde uzun bir pasaport kuyruğuna girdim.
Dışarıya çıktığımda, unutmaya başladığım soğuk bir havayla sarmaş dolaş oldum. Oslo’nun merkezine giden trenin penceresinden akan giden manzaraya bakıp, daha önceki gezilerimi anımsamaya çalıştım. Gözlerimin önüne hep fiyortlar geliyordu. Cennete benzeyen görüntülerdi bunlar. Rengarenk evler, yeşil çayırlar, pamuk balyalarını andıran beyaz bulutlar, boncuk mavisi gökyüzü, aynı renk deniz, kıyıya bağlanmış karpuz kıçlı balıkçı tekneleri... O gün bugündür aklımdan çıkmayan, insanı çeşitli düşlere sürükleyen, inanılmaz görüntüler.
“Tanrıların Tarlası” anlamına gelen Oslo’da, önce 2008’de tamamlanan Opera Binası’nın damında yürüdüm. “Damda ne işin var” diye sorarsanız; küçük bir körfezin kıyısında, cam ve beyaz mermerden yapılmış bu muhteşem binanın damı bir seyir yeriydi. Ziyaretçiler bu terastan kentin siluetini seyrediyor, anı fotoğrafları çektiriyordu.
Oslo geceleri çok uzun olduğu için, geç saatlere kadar caddelerde gezindim durdum. O gün önemli bir rock gruplarından AC-DC’nin konseri vardı. Sokaklar siyah tişört ve deri ceketli, saçlarına ak düşmüş, yaşıtım müzikseverlerle dolmuştu. Barlarda Aquavit denen milli içkilerini içerek konsere hazırlanıyorlardı. Arada bir onlarla kadeh tokuşturdum.
Oslo hakkında fazla ahkam kesemem. Küçük, yeşil, sakin, renkli bir kent olduğunun ötesinde söyleyecek çok sözüm yok. Çünkü bu kadar kısa sürede onun ruhuyla kucaklaşamadım.
KUZEYDEKİ FİYORTLAR
Ertesi sabah erkenden, asıl hedefime, daha da kuzeye doğru hareket ettim. Önce Bodo kentine uçtum. Oradan, pervaneli bir uçakla Lofoten’e süzüldüm. Uçak çok alçaktan uçtuğu için, kuzeyin yalnız fiyortlarını kuşbakışı seyrettim. Denizin kıyısından yükselen dağlar hâlâ karlıydı. Sonra adalar göründü. Büyüklü küçüklü onlarca ada. Kiminde deniz feneri, kiminde kırmızı damlı birkaç ev, kimin de beş on evden oluşan köyler vardı. Ama çoğu yalnız, kimsesiz adalardı.
Uçak adaların en büyüklerinden Svolvaer’in küçük havaalanına kondu. Hava güneşliydi ama soğuk rüzgar üşütüyordu. Duvardaki derece 3 dereceyi gösteriyordu. Daha 5-6 saat önce 30 derece sıcakta olduğumu düşündüm.
Bu bölge hazirana gecesi olmayan günleri yaşıyordu. Güneş yorulmak bilmeden gökyüzünde dolaşıp duruyordu. Bu aydınlık geceleri birkaç yıl önce, Norveç’in epey kuzeyindeki Tromso’da yaşamıştım. Kente “Kutuplara Açılan Kapı” ya da “Kuzeyin Paris’i” deniyordu. 21 Haziran’da, Gece Yarısı Güneşi’ni selamlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor, Norveç’in ve dünyanın dört bir yanından gelenler, hep tepede duran güneşin altında, bitmek bilmeyen günün keyfini çıkartıyordu.
Orada, yaşamımda bir ilke imza atıp, gece yarısı sığınacak bir gölgelik aradığımı anımsadım. Kalabalık bir kahvenin bir köşesinde oturup kendimi zamanın akışına kendimi terk etmiştim. Oturduğum yerden kalkıp otelime doğru giderken kolumdaki saatin 05.00’i gösterdiğini dün gibi hatırlıyordum.
Svolvaer’de Norveç’in ünlü somon, ringa, halibut balıklarının peşinde koşturup duracaktım. Geziyi düzenleyenler, şansım varsa balina da görebileceğimi müjdelediklerinde çok heyecanlandım.
VİKİNGLERİN TORUNLARI
Lofoten bölgesi, sivri zirveli karlı dağların, kıvrım kıvrım fiyortların, büyüklü küçüklü adaların süslediği bir balıkçılık cennetiydi. Balıkçılık geleneği Vikinglerle birlikte başlamış, bugüne kadar sürüp gitmişti. Balıkçı tekneleri bile Viking stilindeydi. Yöre halkı, ataları gibi denize alışkın, fırtınalara karşı koyan, sağlam yapılı, kırmızı suratlı, cana yakın kişilerdi.
Önce büyükçe bir zodyak motora binip, açıklardaki somon çiftliğine hareket ettim. Deniz dalgalıydı. Motor sanki dalgayla inatlaşıyordu. Kendimi bazen dalgaların üstünde, bazen de iki dalganın arasındaki çukurda buluyordum. Dalgaya her girişimizde, oturduğum yerden en az yarım metre yukarı fırlıyor, sonra aynı hızla yerime oturuyordum. Akşam otele döndüğümde moraran yerlerime bakıp, yolculuğun ne kadar zorlu geçtiğini anlayacaktım.
Yarım saat süren çalkantılı yolculuktan sonra, sakin bir koydaki somon çiftliğine vardım. Her birinin içinde 70 bin somon bulunan havuzlar, kenarlardaki otomatik makinelerle yemleniyordu. Çiftliğin kahyası, bu somonların derelerde, tatlı suda doğduklarını, bir süre orada büyüyüp, derilerinde pullar oluşunca, deniz suyuna alındıklarını anlattı. Somonun gerekli ağırlığı kazanması, etinin içindeki yağ şeritlerinin oluşması için 1,5 yıl geçmesi gerekiyordu. Havuzların üstü ağlarla kapatılmıştı. Arada bir somonlar suyun üstüne sıçrayıp, kendilerini gösteriyorlardı. Kahya, martıların ve beyaz kuyruklu su kartallarının balıkları kapmaması için bu ağların kullanıldığını söyledi.
Sonra küçük bir adadaki balık işleme fabrikasına gittim. 20 kilo ağırlığındaki, kırmızı etli somonların nasıl temizlendiğini, kesildiğini, paketlendiğini, buzlandığını izledim. Bu balıklardan bir tanesiyle, günün birinde İstanbul’daki marketlerin balık reyonunda karşılaşacağımı biliyordum.
BALIKÇILARIN BARINDA
Fabrikadan dışarı çıktığımda, yağmur işi azıtmış, sağanağa dönmüştü. Havanın sakinleşmesini beklemek için adanın tek bar-lokantasına sığındım. Adada 15-20 ev vardı. Burada yaşayanların hemen hepsi aynı fabrikada çalışıyordu. Dış dünyayla bağlantılarını, günde bir kez iskeleye yanaşan feribot aracılığı ile kuruyorlardı. Herkes işinin başında olduğu için, sessiz barda cam kenarına oturup, Kuzey Denizi’nin köpüren dalgalarını seyrettim. Seyrederken de içimi ısıtsın diye bir iki kadeh aquavit yuvarladım. Adalılar iş çıkışı bu bara uğruyor, bira ve aquavit karışımı ile sarhoş oluyor, akşama kadar yan yana oldukları için konuşacak konu bulamıyor ve sallana sallana evlerine gidiyorlardı. Yaşam hep aynı monotonlukta akıp gidiyordu. Bunları düşününce içim sıkıldı.
Ertesi gün gezimin en heyecanlı günüydü. Açık denizde balık tutacaktım, “şansım yaver giderse” Katil Balina da denen Orca’ları görecektim. Tekne dalgalı denize açıldı. Su geçirmez balıkçı kıyafetlerini giydim. Kuzey Denizi’nin kaba dalgalarında ilerlerken, beşikte sallanan çocukların neden ağlamayı kestiklerini çözümledim. Çünkü bu sallantıda insanın beyni uyuşuyor, düşünme yeteneğini kaybediyor, kendinden geçiyordu.
Kaptan köşkünde gördüklerimden sonra, Norveç balıkçılarının neden “rastgele” kelimesini kullanmadıklarını da anladım. Çünkü radarlar denizin dibini tarıyor, balık görününce oltalar atılıyordu. Yani şansa yer yoktu bu denizde. İlk görüntüde ben de bir heyecan oltamı salladım ama morina balıkları acemi olduğumu anlamış olacaklardı ki, bana pek yüz vermediler. Halbuki yanımdaki balıkçılar oltalarını hiç boş çekmiyordu. Yılmadım, inat ettim ve sonunda ağırlaşan oltamı, güç bela ama gururla çektim. Beş kilo civarındaki balığı iğneden çıkartırken çocuklar gibi heyecanlanmıştım. Daha sonraki saatlerde altı tane daha yakaladım. Akşam yemeğinde avladığım balıkları yerken, masadakilere morina avcılığı konusunda ahkam kesiyordum.
MORİNA’NIN YOLCULUĞU
Morina buraya çok uzaklardan, Meksika Körfezi’nden geliyordu. Kendilerini Golfstream sıcak su akıntısına kaptıran yavruları bu uzun yolculukta büyüyor, yağlanıyor, bu sularda döllenip fiyortlara milyonlarca yumurta bırakıyordu. Bu yumurtalar yine aynı akıntıya kapılıp, güney denizlerinin sıcak sularına dönüyordu. Asırlardan beri yapılan bu yolculuk Norveçli balıkçıların iyi para kazanmasını sağlıyordu.
Kimi yakalıyor, kimi temizliyor, kimi kurutuyor, kimi satıyordu. Yani kuzeyin insanları ekmeklerini bu balıktan çıkartıyordu. Morina asırlar ötesinden gelen bilgi ve yöntemle kurutuluyordu. İçi temizlenen balıklar, mart başında direkler arasına gerilen iplere asılıyordu. Ne daha erken ne de daha geç. Çünkü şubatta asılan balıklar soğuktan donuyordu. Nisanda asılanlara ise uyanmaya başlayan sinekler yumurta bırakıp, çürütüyordu. Onun için mart ideal aydı.
Son günümde arabayla fiyortlarda gezindim durdum. Beyaz bulut kümeleri burada mavi gökyüzüne çok yakışıyordu. Dayanıklı küçük tekneleriyle denize açılan balıkçılar, kim bilir hangi balığa olta sallıyordu. Hiçbir görüntüyü kaçırmak istemiyordum. Onun için parmağımı deklanşörün üstünden kaldıramıyordum. Fiyortlar kuzeyin soğuk cennetleriydi. Tanrı Norveç’ten güneşi, ışığı ve sıcağı esirgemişti ama bunların karşılığında fiyortları vermişti.
Deniz kıyısında bir karavan gözüme çarptı. Birden o karavanda olmak istedim. Fiyordun kıyısındaki karavanda yaşamayı, ıssız koylarda dolaşmayı, buz gibi sulara olta atıp salak salak balık tutmayı hayal ettim, özledim... Zaten fiyortlardaki küçük evler, hep kaçış ve kayboluş düşleriyle süslenmişti...
İKİ KEZ EKVATOR TURU ATAN İÇKİ
Norveç’in milli içkisi Aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. İçine tat ve renk veren otlar, baharatlar konuluyor. En baskın baharat bir çeşit kimyon. Alkol derecesi 42 ile 45 arasında. Aquavitin piyasaya sürülmeden önce Ekvator’u iki kere geçmesi gerekiyor. “Hayat Suyu” anlamına gelen aquavit, bir dizi rastlantıyla oluşmuş bir içki. Öyküsü şöyle: 1850’de Norveçli bir içki üreticisi, damıttığı aquaviti Avustralya’ya götürmeye karar verir. Yanında çalışanlar içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce shery (alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap) saklanmış fıçılara doldurur. Fıçılar Gymer adlı gemiye yüklenir. Sallantılı ve uzun bir yolculuktan sonra gemi Avustralya’ya varır. Ama içkilerin sahibi karaya ayak basmadan ölür. Kaptan fıçıları ne yapacağını şaşırır. Tekrar gerisin geriye Norveç’e götürüp, içki tüccarının yakınlarına teslim eder. Fıçıların tıpası açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır. Aquavit, uzun yolculuk sırasında sallana sallana fıçıya sinmiş olan sheryi içine çekmiş ve olgunlaşmıştır. Bu bambaşka bir içkidir artık. O gün bugündür aquavitler aynı yolu izleyip, shery fıçılarında Ekvator’u iki kere geçer. Bugün bu yolculuğu Wilhelm Wilhemsen şirketi düzenliyor. Şişelerin arka yüzündeki etikette, içkinin Ekvator’u geçiş tarihleri ve yolculuk ettiği geminin adı yazılır.
FOK BALIĞININ BONFİLESİ REN GEYİĞİNİN PASTIRMASI
Norveçliler kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş ekmek, yumurta, peynir, domates, salatalık ve ringa balığı turşusu yemeyi tercih ediyor. Öğle yemeklerini ise çoğunlukla bir sandviçle veya üstüne karides, sardalye, yumurta konmuş birkaç dilim ekmekle geçiştiriyor. Ana öğün saat 16.00 - 18.00 arasındaki akşam yemeği. Mönü et, balık veya makarnadan oluşuyor. Sofrada mutlaka haşlanmış patates, sebzeler ve salata bulunuyor.
Ben Norveç’te değişik tatların peşinde koştum. Örneğin balina bonfilesini çok sevdim. Koyu kırmızı rengi ve ciğere benzeyen bir dokusu olan bu özel eti, güzel bir şarabın yanına çok yakıştırdım. Ren geyiği pastırmasının, fok balığı bonfilesinin de tadına bakmayı ihmal etmedim. Ama gezi boyunca benim favorim, kuzeyin soğuk sularında tutulmuş vahşi somon, ringa, morina, mezgit ve halibut balıkları oldu. Bir de “Kral Yengeç”in uzun bacaklarını doya doya yedim. Norveç’te haşlanmış karides çekirdek gibi yeniyor. Ben kolesterol korkusundan fazla rağbet etmedim ama, gözüm arkada kaldı. Norveç’in çingene palamutu büyüklüğündeki yağlı uskumrularına da haksızlık etmemem gerek. Soğuk denizin prensesinin tadı, bu satırları yazarken bile hâlâ damağımdaydı. Fiyatlara gelince; Norveç, bir çok ülke vatandaşı, özellikle bizim için çok pahalı. Yediğiniz, içtiğiniz, aldığınız her şeyin üstünde en az yüzde 20 KDV var. Ayrıca lokantalar da yanına yaklaşılacak gibi değil. Bir kişi 70-80 Euro’dan aşağı çıkamıyor. Aslında bu fiyatlar Norveçliler için pek fazla değil. Çünkü onlar, Avrupa’nın en çok kazanan ulusu.