Erdoğan GÜMÜŞ / Instagram: @erdogangumus1 | Fotoğraflar: Gülcan Acar
Safranbolu’da bir kış masalı
İstanbul ve Ankara’nın karmaşasından hafta sonları iki günlüğüne uzaklaşmak için ideal bir rota Safranbolu. Şu sıralar karla birlikte harika bir görsel şölen yaşanıyor. Peki Safranbolu'da nereye gitmeli, neler yapmalı? Sizin için güzel bir Safranbolu rehberi hazırladım.
Akşam olmak üzere… Şehre henüz ayak basmış ve otel odamıza yerleşmiştik ki yoğun şekilde yağmaya başlayan kar, kentin üzerini dantel dantel işlemeye koyulmuştu. Bir taraftan karın yağışını seyretmek, bir taraftan da büyük şehirlerde hasret kaldığımız temiz havayı ciğerlerime hapsetmek isteğiyle odamın ahşap penceresinin içeriye doğru olan her iki kanadını birden açıyorum ve bu muhteşem tabloyu seyre dalıyorum. Konakladığımız otel, kente hâkim konumda ve penceresinden bakıldığında panoramik manzara, “Anlatılmaz yaşanır” denilecek derecede… Vadi boyunca sıralanan, kırmızı kiremitli çatılarıyla birbirinin önünü kesmeyen evleri izliyorum soluksuz!Fotoğraflar: Gülcan Acar
Daha birkaç ay önce sonbahar mevsiminin en güzel renkleriyle süslenmiş olan bu şehir, bu defa beyaz bir örtüye bürünmüş. Sanki bir gerdanlık! Sokak lambaları gerdanlık üzerinde dizili pırlantaları andırıyor. Baktıkça gözlerim kamaşıyor. Yüzüme yüzüme çarpan ve sonra kirpiklerimden gözlerimin içine kadar sızan taneciklerin verdiği hazla yürümeye devam ediyorum.
Safranbolu’nun tarihteki adlarından biri de Dadybra olunca hislerimle birlikte ayaklarım da beni bu şirin butik otele doğru sürüklemişti. İyi ki de sürüklemiş diyorum kendi kendime. Odamda dinlenirken bile böyle bir manzarayı doyumsuz bir keyifle yaşattığı için şanslı addediyordum kendimi…
Safranbolu’nun adları demişken bahsetmeden geçmek istemiyorum. Kimilerine göre Bizanslılar döneminde İmparator Teodoros Laskaris’in şehri anlamında Teodoropolis olarak adlandırılmış. Türklerin idaresine geçtikten sonra ise İbn-i Batuta’nın Seyahatnamesi’nde Borlu olarak bahsedildiği biliniyor. Bizanslılar’dan alındığı zaman adının Dadybra olduğunu ve sonradan Türk diline ‘Zalifre’ olarak geçtiğini ileri sürenler de var.
Ayrıca Taraklı-borlu, Zagfiran-borlu, Zafran-borlu ve nihayetinde Safranbolu olarak adlandırıldığı da görülmekte. Netice itibariyle tarihte birçok adla anıldığı iddiası, bilim çevrelerinin zaman zaman tartışmalı konusu olmakla beraber ittifak halinde kabul edilen bir durum var ki o da Safranbolu adının, bir zamanlar bölgede bolca yetiştirilen ‘safran’ bitkisinden geldiğine ilişkin kesin kanaat…
Kar tanelerinin süslediği huzurlu bir gecenin sabahında yerel lezzetlerin de sunulduğu nefis bir kahvaltının arkasından Safranbolu’nun Arnavut kaldırımlı dar sokaklarına atıyorum kendimi. Konakların birbirine yakın çatı örtüleri, elini uzattığında komşunun elini tutacakmışçasına yakınlıkta cumbalı evler iç ısıtan bir görüntü sunuyor.
Tarihin tozlu sayfalarından kopup gelen yaşanmış hikâyelerin akisleri yansıyor muşabaklı pencerelerden sanki. Geleneksel Osmanlı Türk mimarisinin en özgün karakterini taşıyor Safranbolu evleri. Birbirine yakın planda olsa da birbirinin güneşini kesmeyen konumda inşa edilişleri, sosyal dayanışmanın, doğaya ve komşuya saygının bir ifadesi adeta.
Düşünüyorum da dört mevsimi de ayrı güzel olan bu şehir sevilmez mi? Bu şehirden kimler gelmiş kimler geçmiş! Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenistik krallıklar, Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Çandaroğulları ve Osmanlılar… Her biri bir imza atmak için nasıl da çaba göstermişler bu şehir üzerinde. En çok iz bırakan da Osmanlılar olmuş hâliyle…
Şehrin hâkim noktalarından biri olan Hıdırlık Tepesi’ne çıkıyoruz. Eskiden Türkler tarafından yağmur duası ve Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı bu alan, kenti izleyebileceğimiz en güzel mekânlardan… Beyaza bürünmüş kent silueti muhteşem görünüyor bu noktadan… Beyaza bürünmüş kent silueti muhteşem görünüyor bu noktadan… Safranbolu, “Bir kış masalı” gibi büyüleyici görüntüsüyle içimizi ısıtıyor adeta…
Hıdırlık Tepesini arkamızda bırakıp, aşağıya doğru dar ve dik inen sokak aralarından merkeze, Yemeniciler Arastası’na geçiyoruz. Yemeni eski dilde ayakkabı anlamına geliyor. Birbirine bitişik nizamda ahşap dükkânlardan oluşan Yemeniciler Arastası (çarşısı) Kurtuluş Savaşı zamanında Mehmetçiğin ayakkabı ihtiyacını da karşılamak üzere gece gündüz demeksizin çalışmış. Günümüzde restore edilen çarşı, artık turistik amaçlı hediyelik eşyaların satıldığı bir yer olarak kullanılıyor.
Döneminin beş yıldızlı otelleri olarak kabul edilen kervansaraylardan Cinci Han ve Cinci Hamamı, tarihe tanıklık edercesine mağrur duruyor karşımızda. Nice yorgun kervancıların yolculuk hikâyelerinin izlerini taşıyor kervansaray. 1645 yılında yapılmış bir Osmanlı dönemi eseri olan bu yapının mimarı bilinmiyorsa da Safranbolu eşrafından Cinci Hoca lakaplı Karabaşzade Hüseyin Efendi tarafından yaptırılmış. Yine restore edilmiş olan bu kervansaray, günümüzde otel, restoran ve kafe bar olarak hizmet veriyor.
Bir ara kulağıma bir çan sesi geliyor ve dikkat kesiliyorum. O sesin Saat Kulesi’nden geldiğini öğreniyoruz. Bir de hikâyesini tabii… Hikâye bu ya: Sadrazam İzzet Mehmet Paşa'nın “Herkesin evine ve cebine girecek saat hediye edeceğim.” diyerek halka haber salmasının ardından, Safranbolu kalesinde yaptırdığı kuleye İngiltere’den getirilmiş saati taktırıp da her saat başı o anki saatin sayısı kadar çalan çan sesi şehrin her tarafından duyulunca Paşa sözünde durduğunu gösteriyor kent ahalisine. Böylece kışı evinde geçiren Safranbolulular, evinde saat varmış gibi, yazın da bağında bahçesinde çalışanlar cebinde saat varmış gibi çalan sesten saati biliyor. Yani saatin sesi her yere kolayca ulaşabiliyor. Ayrıca bu saatin diğer bir özelliği de Türkiye'deki tek zembereksiz ve kulesine çıkılabilen en eski saat olması.
Kentin sokaklarında dolaşırken neredeyse adım başı bir çeşmeyle karşılaşmak oldukça dikkatimi çekiyor. Yalnız, çoğu akmıyor maalesef! Suyu akan bir çeşmeyi görünce durup suyun tadına bakmak istiyorum. Hemen yanı başında rastladığım bir teyzeye, “İçilir mi?” diye soruyorum. Hoş bir tebessümün ardından “İç oğlum iç, paşa suyudur.” diyor. Öyle ya paşa suyuysa vardır bunun bir hikmeti diyorum kendi kendime. Gezimizin ikinci gününde gördüğüm Tokatlı Kanyonu üzerinde Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yenilenerek yapılan ve kentin çeşmelerine dağıtılan İncekaya Su Kemeri’ni görünce anlıyorum “Paşa Suyu” söylentisinin kerametini. Ayrıca Paşa’nın, su kireçlenmesin diye Manisa’daki çiftliğinden getirttiği 40 deve yükü zeytinyağını su kemerinin oluğuna döktürdüğü de söylentiler arasında. Yaklaşık, yerden 60 metre yükseklikte ve 116 metre uzunluğundaki taştan ve Horasan harcı ile yapılan kemer, tam bir zarafet timsali…
Sokak sokak dolaşıp da insanın ayaklarına kara sular inince, bir parça dinlenmek isterken midesi de bir yorgunluk kahvesi arzuluyor nihayetinde. Aynı zamanda yerel kültürün sergilendiği müze olarak da işletilen Kaymakamlar Kahve Evi’ne dalıveriyoruz. Közde kahve yorgunluğumuza iyi geliyor. Ha, bu arada unutmadan belirteyim; Safranbolu sadece Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleri sayılan evleriyle ve bozulmamış kent dokusuyla değil, çok yakın çevresinde yer alan doğal ve kültürel değerleriyle de dikkat çekiyor. Dünya mağara literatürüne girmiş Bulak Mağarası, Tokatlı Kanyonu ve kanyonu seyretmek üzere yerden yaklaşık 80 metre yükseklikte, kristal camdan yapılmış olan seyir terası, adrenalin sevenlerin mutlaka uğraması gereken yerlerden birkaçı...
Safranbolu’ya 11 km mesafede bulunan ve 1997 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca koruma altına alınan Yörük Köyü ise tam bir açık hava müzesi. Gelecekte en az Safranbolu kadar adından söz ettirecek olduğuna emin olduğum bu köyün dokusu, neredeyse hiç bozulmamış hâliyle dikkat çekiyor. Safranbolu’ya ziyaret için gelenlerin de son yıllarda mutlaka uğramadan dönmedikleri cıvıl cıvıl bir uğrak yeri…