Son Güncelleme:
Flamenko sesli, seramik renkli Endülüs güzeli
İspanya’da, mimariden müziğe, eğlenceden mutfağa Endülüs ruhunun tüm boyutlarıyla yaşadığı en güzel şehirlerden biri Sevilla. Piyanist Gülsin Onay geçen ay konser vermek için gittiği şehirde özellikle seramiklere hayran kaldığını yazıyor.
Bir şehre ilk kez gidiyorsam, genellikle konser sonrasında en az bir gün kalırım ki müzik zihnimi meşgul etmeden gönlümce şehri keşfedebileyim. Fakat Sevilla’da zamanım kısıtlıydı. Büyükelçimiz Ender Arat’ın eşi Ayşe Arat’ın mükemmel rehberliğiyle tek günüm verimli, keyifli bir geziye dönüştü.
Kimi şehirlerin söylenceleri kendilerinden önde gider. Sevilla deyince akla Don Juan, Carmen, Sevil Berberi gibi başyapıtlar gelir. Benim için ise bu şehir seramik sanatının en güzel örnekleriyle bezeli duvarları, her balkondan katmer katmer taşan çiçekleri, portakal kokulu daracık sokaklarıyla bir masal âlemiydi.
EN BELİRGİN İŞARET
Arap etkileri zaten Endülüs’ün tüm şehirlerinde hissediliyor. 700 yıl bu bölgede Arapça konuşan bir İslam devleti hüküm sürmüş. Emeviler, bilimde ve sanatta çok ileri bir medeniyetmiş. Endülüs sanatını şekillendirmişler. Emeviler gittikten sonra da İspanyol sanatçılar, mimarlar Mağribi stilini yüzyıllarca kullanmış. En belirgin etkileşim seramiklerde ve mimaride görülüyor.
Mimarinin dikkat çeken yönü portakal ağaçlarıyla dolu, avlulu kare veya dikdörtgen plan üzerine saraylar, evler. Avlu ve ev duvarları parlak renkli seramiklerle, balkonlar aşağılara sarkan çiçeklerle kaplı. 1929’daki Dünya Ticaret Fuarı için yapılan hilal şeklindeki Plaza de Espana’nın seramik işçiliğinin doruğu olduğu söyleniyor. Seramik kentin yaşamına öylesine girmiş ki sokaktaki banklar, pencereler, tavanlar, hatta balkonların yola bakan alt kısımları bile rengarenk. Döndüğünüz her köşede, baktığınız her sokakta kendinizi açık hava seramik sergisindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. Hardal sarısı, deniz mavisi, beyaz ağırlıkta; Sevilla’nın atmosferinde yaz renkleri başka bir hoş görünüyor.
SANTA CRUZ’UN LABİRENTLERİ
Şehirdeki en tipik mahallelerden biri, merkezdeki Santa Cruz. Sevilla, Kudüs Tapınağı yıkıldıktan sonra İspanya’ya göçtükleri söylenen, ülkenin en eski Yahudi cemaatini barındırırmış. 14’üncü yüzyılda yedi bin aileyi bulmuş nüfusları. Bilim, sanat, teolojide önemli isimler yetiştirmişler. 15’inci yüzyılda yaşadıkları topraklardan sürülmüşler, fakat mahalleleri ayakta kalmış. Günümüzde cıvıl cıvıl dükkanlara, restoranlara ev sahipliği yapıyor. Sokaklarını adımlarken ortaçağa gittiğinizi hissediyorsunuz. Öylesine karmaşık ki sokakları, yanımda sevgili Ayşe Arat olmasaydı haritayla gezmem gerekecekti.
Şehirde mutkala uğramanız gereken yerlerden biri tapas barlar. İspanya’ya özgü bu mezelerin, en güzel Sevilla’da yapıldığını söylüyorlar. Hele Santa Cruz’da, hangi mekanı seçerseniz seçin en lezizini buluyorsunuz: büyük karides, balık, etli börek ve mayonezli yumurta, ve hepsi birbirine en güzel uyum içinde... Ferforjeler ve yine çiçeklerle süslü taş bir avludaki kafe o kadar rahat ve samimiydi ki tapasımı yerken kendimi bu şehirde yaşıyor ve buraya sık sık uğruyor gibi hissettim.
MÜZİĞE RUHUNU VEREN SARAY
Sevilla’nın en ünlü katedrali, Santa Cruz’un bitişiğinde. Minareden bozma çan kulesi Giralda, kentin sembolüne dönüşmüş. 105 metrelik kuleye çıktığınızda tüm şehir ayaklarınızın altında. Kuleye çıkmak için çok uzun bir kuyruğa girmek gerekiyor. Kristof Kolomb da bu katedralde gömülü. Konsolosluğumuz tam katedralin önünde. Şanımıza yakışan bir konumda, kocaman bayrağımızla çok haşmetli duruyor. Bunu görmek bana ayrı bir mutluluk verdi, göğsümü kabarttı.
Konser verdiğim Palacio de Pilatos, müziğe adeta ruhunu katan bir yapıydı. İspanya’nın en meşhur saraylarından biri ama ününü sadece Arabistanlı Lawrence, Görevimiz Tehlike gibi filmlere set olmakla kazandığını söylersek haksızlık ederiz. 500 yıllık saray, sahiplerinin İtalya ile sıkı ilişkileri vesilesiyle, 16’ıncı yüzyıl boyunca geçirdiği değişikliklerle rönesansın yeni biçimlerinin ve zevklerinin şehre tanıtıldığı mekan olmuş. 19’uncu yüzyıl ortalarında, bu kez de Romantik akımın zevkleri doğrultusunda eklemeler yapılmış. Saray gotik, rönesans ve romantik stillerin zarif bileşimiyle pitoresk bir görüntüye sahip. İspanyolcada mimaride “mudejar” diye bir terim var; romanesk ve gotik üslupların Arap mimari tarzıyla karışımını ifade ediyor ki Pilatos’un bunun en iyi örneklerinden biri olduğu söyleniyor.
Tarihi şehre bitişik Maria Luisa, Sevilla’nın en büyük parkı. Palmiyeler, karaağaçlar, Akdeniz çamları ve daha pek çok asırlık ağacı iftiharla sunan bu park, farklı kıtalardan akrabaları birbirine kavuşturmuş sanki! Dev egzotik ağaçların kökleri toprağın üstüne çıkmış, kimileri neredeyse 1,5 metre yükseklikte, balık yüzgecine benziyor.
EN BÜYÜK FLAMENKO FESTİVALİ 15 EYLÜL’DE
Endülüs deyince flamenkoyu, Çingeneleri, matadorları da unutmamak lazım ve Sevilla bunların hepsini temsil ediyor. Dünyanın en büyük flamenko festivali 15 Eylül’de burada yapılıyor; bir ay sürüyor. Flamenkoya vakfedilmiş pek çok barı ve kulübü var. Hatta konser gecesi Sevilla fahri konsolosumuz yemek sonrası beni bir gösteriye davet etti. Ancak sabah erken yola çıkacağım için bu şöleni bir başka sefere bırakmak zorunda kaldım. Diğer yandan ülkenin en prestijli boğa güreşi arenası olan Maestranza da Sevilla’daymış ki bu bilgiyi pek mutlulukla karşıladığımı söyleyemeyeceğim. (www.flamencofestival.info)
Kimi şehirlerin söylenceleri kendilerinden önde gider. Sevilla deyince akla Don Juan, Carmen, Sevil Berberi gibi başyapıtlar gelir. Benim için ise bu şehir seramik sanatının en güzel örnekleriyle bezeli duvarları, her balkondan katmer katmer taşan çiçekleri, portakal kokulu daracık sokaklarıyla bir masal âlemiydi.
EN BELİRGİN İŞARET
Arap etkileri zaten Endülüs’ün tüm şehirlerinde hissediliyor. 700 yıl bu bölgede Arapça konuşan bir İslam devleti hüküm sürmüş. Emeviler, bilimde ve sanatta çok ileri bir medeniyetmiş. Endülüs sanatını şekillendirmişler. Emeviler gittikten sonra da İspanyol sanatçılar, mimarlar Mağribi stilini yüzyıllarca kullanmış. En belirgin etkileşim seramiklerde ve mimaride görülüyor.
Mimarinin dikkat çeken yönü portakal ağaçlarıyla dolu, avlulu kare veya dikdörtgen plan üzerine saraylar, evler. Avlu ve ev duvarları parlak renkli seramiklerle, balkonlar aşağılara sarkan çiçeklerle kaplı. 1929’daki Dünya Ticaret Fuarı için yapılan hilal şeklindeki Plaza de Espana’nın seramik işçiliğinin doruğu olduğu söyleniyor. Seramik kentin yaşamına öylesine girmiş ki sokaktaki banklar, pencereler, tavanlar, hatta balkonların yola bakan alt kısımları bile rengarenk. Döndüğünüz her köşede, baktığınız her sokakta kendinizi açık hava seramik sergisindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. Hardal sarısı, deniz mavisi, beyaz ağırlıkta; Sevilla’nın atmosferinde yaz renkleri başka bir hoş görünüyor.
SANTA CRUZ’UN LABİRENTLERİ
Şehirdeki en tipik mahallelerden biri, merkezdeki Santa Cruz. Sevilla, Kudüs Tapınağı yıkıldıktan sonra İspanya’ya göçtükleri söylenen, ülkenin en eski Yahudi cemaatini barındırırmış. 14’üncü yüzyılda yedi bin aileyi bulmuş nüfusları. Bilim, sanat, teolojide önemli isimler yetiştirmişler. 15’inci yüzyılda yaşadıkları topraklardan sürülmüşler, fakat mahalleleri ayakta kalmış. Günümüzde cıvıl cıvıl dükkanlara, restoranlara ev sahipliği yapıyor. Sokaklarını adımlarken ortaçağa gittiğinizi hissediyorsunuz. Öylesine karmaşık ki sokakları, yanımda sevgili Ayşe Arat olmasaydı haritayla gezmem gerekecekti.
Şehirde mutkala uğramanız gereken yerlerden biri tapas barlar. İspanya’ya özgü bu mezelerin, en güzel Sevilla’da yapıldığını söylüyorlar. Hele Santa Cruz’da, hangi mekanı seçerseniz seçin en lezizini buluyorsunuz: büyük karides, balık, etli börek ve mayonezli yumurta, ve hepsi birbirine en güzel uyum içinde... Ferforjeler ve yine çiçeklerle süslü taş bir avludaki kafe o kadar rahat ve samimiydi ki tapasımı yerken kendimi bu şehirde yaşıyor ve buraya sık sık uğruyor gibi hissettim.
MÜZİĞE RUHUNU VEREN SARAY
Sevilla’nın en ünlü katedrali, Santa Cruz’un bitişiğinde. Minareden bozma çan kulesi Giralda, kentin sembolüne dönüşmüş. 105 metrelik kuleye çıktığınızda tüm şehir ayaklarınızın altında. Kuleye çıkmak için çok uzun bir kuyruğa girmek gerekiyor. Kristof Kolomb da bu katedralde gömülü. Konsolosluğumuz tam katedralin önünde. Şanımıza yakışan bir konumda, kocaman bayrağımızla çok haşmetli duruyor. Bunu görmek bana ayrı bir mutluluk verdi, göğsümü kabarttı.
Konser verdiğim Palacio de Pilatos, müziğe adeta ruhunu katan bir yapıydı. İspanya’nın en meşhur saraylarından biri ama ününü sadece Arabistanlı Lawrence, Görevimiz Tehlike gibi filmlere set olmakla kazandığını söylersek haksızlık ederiz. 500 yıllık saray, sahiplerinin İtalya ile sıkı ilişkileri vesilesiyle, 16’ıncı yüzyıl boyunca geçirdiği değişikliklerle rönesansın yeni biçimlerinin ve zevklerinin şehre tanıtıldığı mekan olmuş. 19’uncu yüzyıl ortalarında, bu kez de Romantik akımın zevkleri doğrultusunda eklemeler yapılmış. Saray gotik, rönesans ve romantik stillerin zarif bileşimiyle pitoresk bir görüntüye sahip. İspanyolcada mimaride “mudejar” diye bir terim var; romanesk ve gotik üslupların Arap mimari tarzıyla karışımını ifade ediyor ki Pilatos’un bunun en iyi örneklerinden biri olduğu söyleniyor.
Tarihi şehre bitişik Maria Luisa, Sevilla’nın en büyük parkı. Palmiyeler, karaağaçlar, Akdeniz çamları ve daha pek çok asırlık ağacı iftiharla sunan bu park, farklı kıtalardan akrabaları birbirine kavuşturmuş sanki! Dev egzotik ağaçların kökleri toprağın üstüne çıkmış, kimileri neredeyse 1,5 metre yükseklikte, balık yüzgecine benziyor.
EN BÜYÜK FLAMENKO FESTİVALİ 15 EYLÜL’DE
Endülüs deyince flamenkoyu, Çingeneleri, matadorları da unutmamak lazım ve Sevilla bunların hepsini temsil ediyor. Dünyanın en büyük flamenko festivali 15 Eylül’de burada yapılıyor; bir ay sürüyor. Flamenkoya vakfedilmiş pek çok barı ve kulübü var. Hatta konser gecesi Sevilla fahri konsolosumuz yemek sonrası beni bir gösteriye davet etti. Ancak sabah erken yola çıkacağım için bu şöleni bir başka sefere bırakmak zorunda kaldım. Diğer yandan ülkenin en prestijli boğa güreşi arenası olan Maestranza da Sevilla’daymış ki bu bilgiyi pek mutlulukla karşıladığımı söyleyemeyeceğim. (www.flamencofestival.info)