Deniz İNCEOĞLU
Son Güncelleme:
En büyük saplantım Eliot’ın çalıştığı bankaydı, buldum
Hamdi Koç (46), Shakespeare, Faulkner ve Beckett gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi. İlk kez 1992’de Çocuk Ölümü Şarkıları adlı romanıyla ismini duyurdu. Bunu Melekler Erkek Olur, Çiçeklerin Tanrısı, İyi Dilekler Ülkesi, Kalpten Parçalar izledi. Bir Eski Kocanın Öğleden Sonrası ise yeni yayımlandı. Hamdi Koç, yazarlığının yanı sıra gezmeyi de çok seviyor. Pek çok şehir gördü ama onu hâlâ en çok etkileyeni Londra. “Çünkü burası bir edebiyat diyarıdır” diyor. Koç, zevkle okuduğu Dickens, Austen, Bronte romanları sayesinde keşfettiği sokakları anlattı.
İlk gençlik yıllarımda uyku tulumlu gezgin kılığına girip memleketi dolaşmayı çok severdim. Küçük taşra şehirlerine, çarşılarına özel düşkünlüğüm vardır. Belki de sebebi, Fatsa’da doğup büyümem. Otomobille seyahatte yolum sık sık Fatsa’ya uzar. Bir tabela görür, duraksar, bir hayale kapılır, yavaşça sağa yanaşıp karımdan özür dileye dileye U dönüşü yapar, tabelanın gösterdiği yere giderim. Keşke bütün hayatım yollarda geçebilse. Ama bir roman üzerinde çalışırken gezmek pek içimden gelmiyor. Çünkü hayal dünyam değişiyor. Seyahati kendime ödül olarak veriyorum: Şu roman bitsin, avansını alalım, zıplayalım!
ELIOT’IN ÇALIŞTIĞI BANKA
Londra, çocukluğumda Dickens okuduğum yıllardan beri benim için büyülü bir yer olmuştur. Dünya romanında Londra kadar anlatılmış şehir, İngiltere kırı kadar anlatılmış kır yoktur. Londra okumak istiyorsanız Dickens; kır, taşra istiyorsanız Jane Austen, Charlotte Bronte. Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk işim satabildiklerimi paraya çevirip, Londra’ya gitmek olmuştu. İki sene öncesinde kardeşim Londra’ya gitmiş, T.S Eliot’ın şehirdeki izlerini fotoğraflayıp bana getirmişti. En büyük saplantım Çorak Ülke’de geçen St. Mary Woolnoth kilisesini görmek, o sokağın köşesinde dikilip Eliot’ın çalıştığı bankanın camına bakmaktı. Baktım da. Çünkü Eliot masasında başını kaldırdıkça camdan o kiliseyi ve saatini görüyormuş. O yıllarda çok mutlu olmuştum, şimdi “Gençlik işte” deyip gülüyorum.
Bu gezide ilk dikkatimi çeken İngilizlerin nezaketiydi. İster sokakta çevirip soru sor, ister dükkan kapısında karşılaş, hemen her zaman nezaket görürsün. Sen çıkarken, o giriyorsa kapıyı açık tutar. Etkilenir, kapıdan çıkarken arkamdan gelen var mı, diye bakarsın. Medeniyet işte orada başlıyor. Avrupa’nın tümündeki nezaketin bu kadar kaliteli, zarif olanı sadece İngilizlere has.
ZİNCİR ZİNCİR ÜSTÜNE
Tek hoşuma gitmeyen yemeklerdi. Gerçi bu, Türklerin tüm ülkelerde yaşadığı sıkıntı. Damağımız çok şımarık, kolay beğenmiyor. İlginçtir, Londra son 15 yılda Amerikan restoran zincirlerinin istilasına uğradı. Ulusalcı arkadaşlarım İstanbul’da yerin göğün Burger King, Pizza Hut, Starbucks olmasından şikayetçi. Bir de gidip Londra’yı görseler. Eskiden iki adımda bir büfe-pub arası dükkanlara rastlardım, ayaküstü masal yemeği Shepherd’s Pie yenebilirdi. Onlar da kapandı. Yüksek kira ödeyen büyük şirketlerin gıda zincirine katıldılar. Kentin hemen bütün publarını, birkaç büyük şirket işletiyor. Aynı sistem tiyatro, sinemalar için de geçerli. Çeşitlilik kayboluyor, renk azalıyor. Geçmişte farklı lezzet keşfetme umuduyla Wagamama’yı denemiştim. Beğendim ama çabuk sıkıldım. Gower Street’in (British Museum’a giden cadde) başında, yeraltındaydı. Üstünde sahaf, onun bitişiğinde bir Türk’ün dönercisi vardı. Sonunda dükkana dalıp “Baba çek bir pilavüstü” demiştim. Dönerin tadını unutamıyorum. O gün bugün yurtdışında hamburger ve pizzadan şaşmıyorum. Hiç olmazsa hayal kırıklığı yaşamıyorum.
Londra, viski demektir. Satın almak, ayaküstü tatmak ya da içmek için. Üstelik Türkiye’dekinden ucuz. İngilizler bira delisi, sabah başlıyorlar. Pub’da iyi bir viski isteyince barmen keyif adamı olduğunuzu anlayıp, saygı gösteriyor. Kokteyl meraklıları için durum zor. Çünkü kokteyl farklı ruhsata tabi. Herkeste yok. Kentin iyi tarafından biri, kazıklanma riskinin olmaması. Her şeyin bir standardı var. Viski kadehinin de, bira bardağının da. Fiyat tahtada yazılı. Turist tarifesi uygulandığını ne gördüm ne de duydum. Nüfusunun yaklaşık dörtte biri göçmenlerden oluşan çok uluslu bir şehir. Emperyal terbiye “Öteki olana alışkınlık” sağlıyor. Londra’da yabancı olmak rahat. Tabii, yabancı olduğunuzu unutmadığınız sürece.
EDEBİYAT TARİHİNDE YÜRÜYÜN
Londra kitapçı zenginliği, gelip geçen yazarların sayısı itibarıyla edebiyat şehridir. İki adımda bir evlerin duvarlarında tabelalar görürsünüz. Belirtilen yıllar arasında Orwell’in ya da Virginia Woolf’un o evde yaşadığını, Dickens’ın o pub’a ya da kulübe takıldığını, T.S Eliot’ın orada çalıştığını öğrenirsiniz. Edebiyat tarihinde yürüyüşe çıkmış gibi olursunuz. Zaten “Edebiyat Londrası” rehberli bir gezi güzergahıdır. Tabii kentin çevresi de önemlidir. Oxford’a, Cambridge’e gitmemek olmaz. Kısa bir tren yolculuğu ve belki bir gecelik konaklama. Dünyanın en eski ve en soylu iki üniversitesini, kolej binalarıyla, bisikletli hayatıyla, kitapçılarıyla ve kırlarıyla görmek lazım.
Londra dışında da İngiltere’nin her yanı, her bölgesi bir edebiyatçı menbaıdır. Her bölgenin yetiştirdiği bir ya da birkaç büyük şair, romancı vardır. Birkaç yıl önce Thomas Gray isimli bir 18. yüzyıl şairi üzerine araştırma yapıyordum, ki genel olarak en meşhur şairlerden biri olmasa da “çılgın kalabalıktan uzak” ve “zafer yolları” dizelerinin sahibidir. Stoke Poges isimli, Londra’ya çok uzak olmayan bir köyde ölüp annesinin yanına gömüldüğünü öğrendim. Bu sırada “Kayıp Cennet”in şairi Milton’ın da 1665’deki veba salgını sırasında Londra’dan kaçıp bu köye yerleştiğini, o büyük şiiri burada bitirdiğini okudum. İngiltere’de tarih ve coğrafya böyle sürprizlerle dolu. Gray’in mezarı aynı yerde duruyor. Üstelik, 1665’te Milton’ın kaldığı ev de bugün hâlâ yerinde. Köy halkı evi satın alıp müzeye dönüştürmüş.
Londra’nın sanat merkezleri anlatmakla, gezmekle bitmez. Zamanınız sınırlıysa programı baştan yapın. Türkler çoğunlukla alışverişe odaklanıyor. Harrods’un ya da Harvey Nichols’ın herhangi bir katında ya da Bond Street’teki Burberry mağazasında heyecanla Türkçe konuşan, alışverişe doyamayanlara her an rastlayabilirsiniz. Tezgahtarlar Türk olduğunuzu öğrenince size ihtimam gösterecektir...
KİTAP İÇİN PICCADILLY
Oralarda dolaşmayı ben de seviyorum ama sadece karıma, kızıma hediye için. Kendime ayırdığım para, olduğu gibi kitapçılara gidiyor. Eskiden merkez Charing Cross Road’du. Şimdi Piccadilly. Eskiden Daks’ın olduğu binada Waterstones dünyanın en büyük kitapçısını açtı. Böylece merkez Piccadilly’ye kaydı. Bir de tabii, dünyanın en güzel ve İngiltere’nin en eski kitapçısı da orada: Hatchards. Eğer tek kitapçıya gidilecekse Hatchards’a gidilmeli, asaleti yerinde tespit etmek için. İlginçtir, her iki kitapevinin de sahibi aynı şirket. Bir de rekabetten bahsederler! Alışverişi internetten yapsanız bile, büyük kitapçıların ne sürprizler sunduğunu tahmin edemezsiniz. Hiçbir online katalogda baskısını bulamadığım çok kitabı, Londra’daki herhangi bir büyük kitapçının raflarında, bir tane araya sıkışmış kalmış halde bulduğumu bilirim. Zamanında herhalde o kadar çok alıyorlar ki yayıncısında kalmayan kitap onların rafında hâlâ mevcut oluyor. Yeter ki raflara sabırla bakın.
ELIOT’IN ÇALIŞTIĞI BANKA
Londra, çocukluğumda Dickens okuduğum yıllardan beri benim için büyülü bir yer olmuştur. Dünya romanında Londra kadar anlatılmış şehir, İngiltere kırı kadar anlatılmış kır yoktur. Londra okumak istiyorsanız Dickens; kır, taşra istiyorsanız Jane Austen, Charlotte Bronte. Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk işim satabildiklerimi paraya çevirip, Londra’ya gitmek olmuştu. İki sene öncesinde kardeşim Londra’ya gitmiş, T.S Eliot’ın şehirdeki izlerini fotoğraflayıp bana getirmişti. En büyük saplantım Çorak Ülke’de geçen St. Mary Woolnoth kilisesini görmek, o sokağın köşesinde dikilip Eliot’ın çalıştığı bankanın camına bakmaktı. Baktım da. Çünkü Eliot masasında başını kaldırdıkça camdan o kiliseyi ve saatini görüyormuş. O yıllarda çok mutlu olmuştum, şimdi “Gençlik işte” deyip gülüyorum.
Bu gezide ilk dikkatimi çeken İngilizlerin nezaketiydi. İster sokakta çevirip soru sor, ister dükkan kapısında karşılaş, hemen her zaman nezaket görürsün. Sen çıkarken, o giriyorsa kapıyı açık tutar. Etkilenir, kapıdan çıkarken arkamdan gelen var mı, diye bakarsın. Medeniyet işte orada başlıyor. Avrupa’nın tümündeki nezaketin bu kadar kaliteli, zarif olanı sadece İngilizlere has.
ZİNCİR ZİNCİR ÜSTÜNE
Tek hoşuma gitmeyen yemeklerdi. Gerçi bu, Türklerin tüm ülkelerde yaşadığı sıkıntı. Damağımız çok şımarık, kolay beğenmiyor. İlginçtir, Londra son 15 yılda Amerikan restoran zincirlerinin istilasına uğradı. Ulusalcı arkadaşlarım İstanbul’da yerin göğün Burger King, Pizza Hut, Starbucks olmasından şikayetçi. Bir de gidip Londra’yı görseler. Eskiden iki adımda bir büfe-pub arası dükkanlara rastlardım, ayaküstü masal yemeği Shepherd’s Pie yenebilirdi. Onlar da kapandı. Yüksek kira ödeyen büyük şirketlerin gıda zincirine katıldılar. Kentin hemen bütün publarını, birkaç büyük şirket işletiyor. Aynı sistem tiyatro, sinemalar için de geçerli. Çeşitlilik kayboluyor, renk azalıyor. Geçmişte farklı lezzet keşfetme umuduyla Wagamama’yı denemiştim. Beğendim ama çabuk sıkıldım. Gower Street’in (British Museum’a giden cadde) başında, yeraltındaydı. Üstünde sahaf, onun bitişiğinde bir Türk’ün dönercisi vardı. Sonunda dükkana dalıp “Baba çek bir pilavüstü” demiştim. Dönerin tadını unutamıyorum. O gün bugün yurtdışında hamburger ve pizzadan şaşmıyorum. Hiç olmazsa hayal kırıklığı yaşamıyorum.
Londra, viski demektir. Satın almak, ayaküstü tatmak ya da içmek için. Üstelik Türkiye’dekinden ucuz. İngilizler bira delisi, sabah başlıyorlar. Pub’da iyi bir viski isteyince barmen keyif adamı olduğunuzu anlayıp, saygı gösteriyor. Kokteyl meraklıları için durum zor. Çünkü kokteyl farklı ruhsata tabi. Herkeste yok. Kentin iyi tarafından biri, kazıklanma riskinin olmaması. Her şeyin bir standardı var. Viski kadehinin de, bira bardağının da. Fiyat tahtada yazılı. Turist tarifesi uygulandığını ne gördüm ne de duydum. Nüfusunun yaklaşık dörtte biri göçmenlerden oluşan çok uluslu bir şehir. Emperyal terbiye “Öteki olana alışkınlık” sağlıyor. Londra’da yabancı olmak rahat. Tabii, yabancı olduğunuzu unutmadığınız sürece.
EDEBİYAT TARİHİNDE YÜRÜYÜN
Londra kitapçı zenginliği, gelip geçen yazarların sayısı itibarıyla edebiyat şehridir. İki adımda bir evlerin duvarlarında tabelalar görürsünüz. Belirtilen yıllar arasında Orwell’in ya da Virginia Woolf’un o evde yaşadığını, Dickens’ın o pub’a ya da kulübe takıldığını, T.S Eliot’ın orada çalıştığını öğrenirsiniz. Edebiyat tarihinde yürüyüşe çıkmış gibi olursunuz. Zaten “Edebiyat Londrası” rehberli bir gezi güzergahıdır. Tabii kentin çevresi de önemlidir. Oxford’a, Cambridge’e gitmemek olmaz. Kısa bir tren yolculuğu ve belki bir gecelik konaklama. Dünyanın en eski ve en soylu iki üniversitesini, kolej binalarıyla, bisikletli hayatıyla, kitapçılarıyla ve kırlarıyla görmek lazım.
Londra dışında da İngiltere’nin her yanı, her bölgesi bir edebiyatçı menbaıdır. Her bölgenin yetiştirdiği bir ya da birkaç büyük şair, romancı vardır. Birkaç yıl önce Thomas Gray isimli bir 18. yüzyıl şairi üzerine araştırma yapıyordum, ki genel olarak en meşhur şairlerden biri olmasa da “çılgın kalabalıktan uzak” ve “zafer yolları” dizelerinin sahibidir. Stoke Poges isimli, Londra’ya çok uzak olmayan bir köyde ölüp annesinin yanına gömüldüğünü öğrendim. Bu sırada “Kayıp Cennet”in şairi Milton’ın da 1665’deki veba salgını sırasında Londra’dan kaçıp bu köye yerleştiğini, o büyük şiiri burada bitirdiğini okudum. İngiltere’de tarih ve coğrafya böyle sürprizlerle dolu. Gray’in mezarı aynı yerde duruyor. Üstelik, 1665’te Milton’ın kaldığı ev de bugün hâlâ yerinde. Köy halkı evi satın alıp müzeye dönüştürmüş.
Londra’nın sanat merkezleri anlatmakla, gezmekle bitmez. Zamanınız sınırlıysa programı baştan yapın. Türkler çoğunlukla alışverişe odaklanıyor. Harrods’un ya da Harvey Nichols’ın herhangi bir katında ya da Bond Street’teki Burberry mağazasında heyecanla Türkçe konuşan, alışverişe doyamayanlara her an rastlayabilirsiniz. Tezgahtarlar Türk olduğunuzu öğrenince size ihtimam gösterecektir...
KİTAP İÇİN PICCADILLY
Oralarda dolaşmayı ben de seviyorum ama sadece karıma, kızıma hediye için. Kendime ayırdığım para, olduğu gibi kitapçılara gidiyor. Eskiden merkez Charing Cross Road’du. Şimdi Piccadilly. Eskiden Daks’ın olduğu binada Waterstones dünyanın en büyük kitapçısını açtı. Böylece merkez Piccadilly’ye kaydı. Bir de tabii, dünyanın en güzel ve İngiltere’nin en eski kitapçısı da orada: Hatchards. Eğer tek kitapçıya gidilecekse Hatchards’a gidilmeli, asaleti yerinde tespit etmek için. İlginçtir, her iki kitapevinin de sahibi aynı şirket. Bir de rekabetten bahsederler! Alışverişi internetten yapsanız bile, büyük kitapçıların ne sürprizler sunduğunu tahmin edemezsiniz. Hiçbir online katalogda baskısını bulamadığım çok kitabı, Londra’daki herhangi bir büyük kitapçının raflarında, bir tane araya sıkışmış kalmış halde bulduğumu bilirim. Zamanında herhalde o kadar çok alıyorlar ki yayıncısında kalmayan kitap onların rafında hâlâ mevcut oluyor. Yeter ki raflara sabırla bakın.