Doğu'da bembeyaz bir masal: Başkale travertenleri
Pamukkale’ye benzer başka bir yerin Van’da olduğunu birkaç yıldır biliyordum ama iki kez Van’a gitmeme rağmen bir türlü yolumu düşürememiştim. Ama bu sefer Van Pamukkale’si çok yakınımdaydı. Başkale’ye 35 kilometre mesafedeki travertenlere gitmenin kolay olacağını düşünmüştüm ancak yanılmışım. Ne gitmek ne de dönmek kolay oldu. Ancak gördüklerimin güzelliğine fazlasıyla değdi...
Yola çıktığımızda bizi yakan güneş yerine kara bulutlar vardı tepemizde. Hava değişken... Travertenlerin tabelası yok... Navigasyona ‘Dereiçi’ diye girmişiz, gidiyoruz. Git git git, en sonunda bana göre köy ama resmen Başkale’nin mahallesi olan Dereiçi’ne vardık. Navigasyon “Geldiniz” dese de etrafta Pamukkale’ye benzer bir yer yok. Köyün çocukları koşturup tarif etti: “Dereiçi’nden çıkıp yukarılara doğru gidin, sonra sola dönün.” Dağların arasında ne bir tabela var ne de internet. Konum girip gidebileceğimiz bir sistem yok yani. Tamamen körlemesine yol aldık. 2.000 rakım dağların ve bahar çiçeklerinin arasında, yola konmuş çeşit çeşit rengârenk kuşları uçura uçura yola devam ettik.
Git git, bir köye daha vardık. Orada da travertenlerin geride kaldığını öğrendik. Aradığımız yerin önünden üç-beş sefer gidip gelmezsek, deli gibi aramazsak hatırı kalır çünkü. Geri döndüğümüzde yolun kenarında paslanmış, yazısı çok zor okunan ‘Pamukkale’ tabelasını gördük. Fark etmemek çok doğal. Zaten tabela da nereye gideceğimizi göstermiyordu. Böyle zamanlarda avazım çıktığı kadar bağırasım geliyor. Dereiçi’ne dönüp köyden birini almak daha pratik geldi ve hop, köye bir daha geri döndük. Zira yağmur yağdı yağacak. Ararken kaybedeceğimiz vakit çok önemli olabilir. Biz bir çocuk alırız derken Sedat Abi “Ben gelirim” dedi. Her şey öyle hızlı oldu ki biri bizi izlese hızlı çekim seyrettiğini zannederdi. Pamukkale tabelasının önünde üçüncü bulunuşumuzdu ve bu sefer olacak gibiydi. Bu nasıl mistik hava Kısa bir yürüyüşün ardından bembeyaz kayalar gözüktü. İlk gördüğümde bir hayal kırıklığıyla “A... Bu mu!” dedim. Neyse ki Sedat Abi “Yok, değil” deyip biraz daha yürüdü. Biraz daha dediğim; 10 adım. Kafamı kaldırsam görecekmişim aslında. İşte orada gördüm gönlümün efendisini. Mevsimden sebep, suyu oldukça azalmış.
Travertenlerin etrafı çiçek tarlası
Hatta yer yer sararmış ama hâlâ çok güzel. Bazı yerlerden fokur fokur sular fışkırıyor. Yerin altında daha fazla durmaya sabrı kalmamış gibi bir tazyikle atıyor kendini yeryüzüne. Mayolarımızı giydik. Suya girmek gibi bir planımız var ama bir taraftan da yağmur atıştırmaya başladı tek tük. Bir ara ardıma baktığımda simsiyah kurşuni bir gökyüzü görmeme karşın bizim olduğumuz yer günlük güneşlikti. Bu nasıl bir mistik hava! Arasan bulunamayacak bir atmosfer. Su sıcak demişlerdi ama sıcak değildi. Aldırmadık. İnsan kaç kere 2.000 rakımda, dağların arasında böyle bembeyaz travertenler ve mavi sular içinde olabilir ki! Biz fotoğraf çekerken aslında Başkale’de yaşayan ve tatil için Dereiçi’ne gelmiş olan Sedat Abi’ye bir haberler geldi ki aman Allahım! Meğer Başkale’yi sel basmış. O kurşuni hava Başkale’ye yağan yağmurmuş. Bu yaz tam iki kez Başkale sele teslim oldu ve biz ikisinde de kıl payı kurtulduk. Şükür...
Başkale’ye gidemeyeceğimiz kesinleşince hayatımda gördüğüm ender güzelliklerden travertenlerin tadını uzun uzun çıkarmaya karar verdim. Dağların zirvesinde, hava kurşuni, travertenler beyaz, su mavi olunca fotoğraf çekerken kendimizi kaybettik ama ne kaybetmek anlatamam! Kuşlar öyle güzeldi ki... Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Kesin Korunacak Hassas Alan ilan edilen travertenler o gün sadece bize aitti. Normalde çevre halkının sıkça geldiği bir yermiş ama hava nedeniyle bizden başkası yoktu. Hayatın bize bir hediyesi gibi. Piknik için yanımıza yiyecek de almıştık ama fotoğraf çekerken kendimizi kaybedince ve ben dağların, çiçeklerin fotoğraflarını da çekmek isteyince yemekten vazgeçtik. O kadar güzel kuşlar vardı ki inanılır gibi değildi.
Ben dağların manzarası eşliğinde çiçeklerin arasında kelebekler gibi uçuşurken bir araç durdu yanımızda. Şoför “Hangi yoldan geldiniz?” diye sorduktan sonra; “O yolu su bastı. Diğer yoldan dönün” dedi. Çok da karanlığa kalmadan dönüşe başladık. Delik deşik dağ yollarından, köylerden geçerek... Ama muhteşem manzaralar eşliğinde. Nasıl güzel bir memleketim var benim... Her bir bölgesi ayrı özel. Asfalt yola inebildiğimizde yol çilemiz bitecek sanmıştım ama erken sevinmişim. Hakkâri’ye dönüşte, yol yer yer sel altında kalmış ve çamur basmıştı. Arabayla kaya kaya bir gidişimiz var ki anlatamam. İnsanın yüreği ağzına geliyor. “Ne çektin be Bahar” dedim gülümseyerek, “Ne çektin ama değdi be kızım! Kaç kişi gördü senin bu gördüklerini, kaç kişi yaşadı” diyerek teselli buldum.
NASIL GİDİLİR?
Biz travertenlere Hakkâri’den gittik ama siz Başkale’den giderseniz daha yakın olacaktır. Van- Hakkâri yolu üzerinde sağda tabelası var. Tam Van il sınırında, köprüden önce. Bir başka gidiş daha var ama orada tabela yok. Navigasyonla gidebilmek için ‘Dereiçi’ yazmanız gerekiyor. Konum olarak bu isimle kaydedilmiş. Ancak Dereiçi’nden sonra navigasyon çalışmadığı için mümkünse size rehberlik edecek bir çocuğu köyde yanınıza almanız en iyisi olacaktır. Yol toprak ama çok kötü değil. Dağların manzarasına yolun yanından akan dere eşlik ediyor.