GeriSeyahat Doğu Fransa’nın dört duyuyu doyuran şarap yolu
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Doğu Fransa’nın dört duyuyu doyuran şarap yolu

Doğu Fransa’nın dört duyuyu doyuran şarap yolu

Bu kez Fransa’nın önemli şarap bölgelerinden Alsace’ta yolculuk yaptım. 170 kilometrelik “Şarap Yolu” üstündeki ortaçağdan kalma köy ve kasabalarda beyaz şarapların keyfine vardım. 500 yıllık yapılardaki restoranlarda yöre yemeklerini tattım, kartal yuvası benzeri kalelerde geçmişe yolculuk ettim.

Beni en çok heyecanlandıran geziler, içinde bol miktarda yeme-içme olan gezilerdir. Daha doğrusu böylesi bir heyecanı, ilerleyen yaşımla birlikte duymaya başladım. Oysa ki, gezginliğimin ilk yıllarında başka türlü eylemler beni heyecanlandırırdı. Örneğin yağmur ormanlarında vahşi doğayla boğuşmak, çöllerde sessizliğin sesini dinlemek, dünyanın en kuzeyinde veya en güneyinde asırlık buzulların kırılmasını izlemek, dağ yamaçlarında, sislerin arasında kaybolmak, azgın dalgalarda beşik gibi sallanan teknelerde ölüm korkusunu yaşamak... Uzun yıllar bu heyecanları doyasıya yaşadım. Artık aheste beste dolaşmak, lezzetli yemekler ve içkilerle damağımı çatlatmak istiyorum.
Geçen hafta bu tür bir geziye çıktım. Fransa’nın önemli şarap bölgelerinden Alsace havzasındaki Şarap Yolu’nu, güneyden kuzeye kat ettim. Tam anlamıyla “dört kol çengi” bir gezi oldu bu yolculuk. Neredeyse bütün duyularım geziden nasibini aldı. Burnum kokladı, damağım tattı, gözüm inanılmaz güzellikler gördü, kulaklarım, bağlardaki sararmış yapraklarla oynaşan rüzgarın sesini duydu.
Güney Fransa haricindeki tüm şarap bölgelerini daha önce doya doya gezmiştim. Burgonya’da, Bordo’da, Rhone Vadisi’nde, Loire Vadisi’nde, Champagne’da tattığım şarapların ve yemeklerin tadı, hâlâ belleğimin bir köşesinde durur.
Yolculuğum İsviçre’nin Basel kentine bitişik, Mulhouse’dan başladı. Kiraladığım otomobille bir acele yola koyuldum. Derdim, bu sanayi kentinden bir an önce çıkmaktı. Aslında saatle işim yoktu. Ne bir bekleyenim ne de yetişmem gereken bir randevum vardı. Bu turu düzenleyen arkadaşlarım Martin ve Fikret Atalay ikilisi, yolculuğun tadını çıkartabilmem için esnek bir program hazırlamıştı.

FİSTAN GİBİ BAĞLAR

Onların önerisine uyup, otoyol yerine köylerin arasından geçip giden yola saptım. Yol, sararıp dalını terk etmiş yapraklarla örtülmüştü. Güneş, gri bulutların arkasına çekilmiş, yaz yorgunluğunu çıkartıyordu sanki. Yağmur, hasat sonu alt üst edilmiş tarlalara, bir sonraki ekim için bereket saçıyordu.
Solumda Vosges Dağları uzanıp gidiyordu. Dağın eteklerini bağlar kaplamıştı. Sararmış yapraklarıyla bağlar, etek ucundaki fistanları andırıyordu. Ren Nehri’ne kadar uzanan ovanın büyük kısmında şeker pancarı tarlaları yer alıyordu. Tarla ortasındaki yığınlara bakılırsa, pancar hasatı da bitmek üzereydi. Toprak, elinde avucunda ne varsa insanlara armağan etmiş, bir sonraki üretim için, kardan yorganı üstüne çekeceği günleri bekliyordu.
Sağ tarafta, uzaklarda, Karaorman Dağları mor siluetler halinde ufku süslüyordu. Orası Almanya’nın Alsace’a bakan yüzüydü. Daha bir ay önce oradaki şarap yolunda yolculuk etmiştim. Baden Baden’de, Sasbachwalden’de, Durbach’ta damağımı şenlendirip durmuştum. Oberkirch köyünde, tepedeki Schauenburg Kalesi’nin bahçesinde şarabımı yudumlarken, uzaktaki Fransa’yı, Alsace’ın bereketli topraklarını seyretmiştim.
Etrafta öylesine güzel görüntüler vardı ki, yolun bitmesini hiç istemiyordum. Bir süre sonra bağlar görüntüye girdi: Göz alabildiğine uzanıp giden, tek sıra halinde, dümdüz, sağlıklı ve sararmış bağlar... Asmalarda daha birkaç ay önce, dünyanın en lezzetli beyaz şaraplarının yapıldığı üzüm salkımları sallanıyordu: Pinot Blanc, Muscat, Riesling, Pinot Gris, Gewurtztraminer... Kimi dağın yamacında, kimi eteğinde, kimi ovanın tabanında yetişen bu üzümler toplanmış, sıkılmış, dev fıçılarda şarap olmaya terk edilmişti.

400 YILLIK FIÇILAR

İlk molayı Zellenberg kasabasında verdim. Vosges Dağları’ndan kopup gelen serin sonbahar rüzgarı, ıssız sokaklarda deli deli esiyordu. Burada 400 yıllık bir şaraphanede ilk tadımı yapacaktım. Geçmiş kokan mahzende, asırlık dev fıçılar arasında şarapları yudumladım. Yörenin baskın üzümü Pinot Noir’ın, kırılgan ve mahcup kırmızısını damağımda dolaştırdım. Beyazları ise küçük yudumlar halinde belleğime not ettim. Buradaki tadımın kraliçesi olarak Gewurtztraminer üzümünü seçtim. Aslında asırlık mahzenden istemeye istemeye çıktım. Otomobil kullanmasaydım, o güzelim beyazlardan daha dolu yudumlar alırdım.
İlk geceyi geçireceğim Colmar’a doğru giderken, bir kasabanın girişinde, karşıma Amerika’nın simgesi Özgürlük Anıtı çıktı. Önce tattığım şarapların etkisiyle görüntü yanılgısına düştüğümü sandım. Ama içtiklerimin toplamının bir bardağı dahi bulmadığını biliyordum. Heykelin sırrını sonradan öğrendim. Uzun öyküyü özetlemek istiyorum: Özgürlük Anıtı, Süveyş Kanalı’nın Akdeniz girişine dikilecekti. Osmanlı’nın Mısır Valisi Said Paşa, bu konudaki anlaşmaları imzalamış, Sultan Abdülaziz’in fermanıyla tüm parası ödenmişti. Heykeltraş Frederic Augusto Bartholdi, heykelini bitirdi ama bir takım politik nedenler yüzünden yerine konamadı. Depoya kaldırılan heykel, küçük düzeltmelerden sonra, 100. kuruluş yıldönümünde ABD’ye hediye edildi. Meğer bu heykeli yapan Bartholdi, önünden geçtiğim kasabada doğup büyümüştü.

BİR MASALIN İÇİNDE
 
Colmar’a geldiğimde ufuk, batan güneşin doyumsuz renklerini sergilemeye başlamıştı bile. Yükseklerden geçen bir uçak, bu renklerin üstüne beyaz tebeşirle dümdüz bir çizgi çekiyordu.
Akşam yemeğini bir Rönesans malikanesi olan Maison des Tetes’de yedim. Eski bir şarap borsası olan bu ev, ön cephesini süsleyen asık suratlı kafa yontuları nedeniyle bu adı almıştı. Yemekten çok binanın geçmişi beni etkiledi. Yemek boyunca, evin yapıldığı yılları, beş asır öncesini düşlemeye çalıştım durdum.
Ertesi sabah, kargalar bile yemeğini yemeden otelden ayrılıp, Colmar’ın eski mahallerine daldım. Sokaklarda o saatte kimsecikler yoktu. Pastel renklere boyanmış 400-500 yıllık evlerin arasından geçerken, bir masalın içine düştüğümü sandım. Gerçeğe hiç benzemeyen sokaklardı bunlar. “Küçük Venedik” denen semte geldiğimde, nehir kayıkları henüz palamarlarını çözmemişti. Colmar, 16. yüzyılda bir ticaret üssüydü. Şarap fıçıları ve diğer mallar, kenti sarmalayan pitoresk kanallarda, nehir tekneleriyle bir yerden bir yere taşınırdı. Eski sokaklarda fotoğraf çekmeye doyamadım. Ben direksiyonu kentin dışına doğru çevirirken, sokaklarda, koltuklarının altında sıcak baget ekmeleriyle, sabah mahmurları görünmeye başladı.

MÜZE GİBİ KASABALAR

Yoğun bir gün olacaktı. Tabir yerindeyse, kırk kapının ipini çekecektim. Önce bir başka müze kasaba olan Riquewihr’de durakladım. Burası Şarap Yolu’nun en varlıklı ve en güzel kasabalarındandı. Yüzyıllar öncesinin taşlarıyla döşenmiş yokuştan yavaş yavaş tırmandım. Yokuşun iki yanında, pencerelerini kırmızı sardunyaların süslediği ortaçağ ve Rönesans dönemi evler sıralanmıştı. Bir avluda küçük bir pazar kurulmuştu. Yörenin peynirlerini, salamlarını, sucuklarını, şekerlemelerini, reçellerini satıyorlardı. Her tezgahın önünde durup, biraz ondan biraz bundan tadarak sabah kahvaltısını aradan çıkardım. Yokuşun bittiği yerde bağlar başladı. Ucu bucağı görünmeyen Tokay, Pinot Gris, Riesling bağları. Bu üzümler, asırlar boyu bu küçük kasabanın insanına refah saçmıştı.
Sonra kah Martin-Fikret Atalay çiftinin çizdiği rotaya sadık kalarak, kah rotanın dışına çıkarak köşe bucak gezdim. Tek şikayetim, lezzetli yemekleri şarap yerine su eşliğinde yemekti. Otomobil kullandığım için bir-iki kadehle yetinmek zorundaydım. Bu miktar da gezinin daha pembeleşmesine yetmiyordu.
Günü Obernai kasabasının tepelerinde bitirdim. Eski Alsace’tan izler taşıyan bu kasabada halkın, Fransızca-Almanca karışımı olan Alsace dilini konuşmakta ısrarcı olduklarını öğrendim. Rüzgar ve yağmur izin vermediği için bağların arasına giremedim, rehberin anlattıklarıyla yetinmek zorunda kaldım.
Strasbourg’a vardığımda karanlık iyiden iyiye çökmüştü. Otomobili park ettikten sonra, gündüz gezilerimde aklıma not ettiğim şarapların peşine düştüm. O şarapevi senin, bu şarapevi benim derken, otele yalpa vura vura döndüm. Gündüz içemediğim şaraplardan gereken intikamı almanın huzuru içindeydim.

AVRUPA’NIN KAVŞAĞI

Ertesi gün erkenden tüm Alsace Ovası’na tepeden bakan Koenigsbourg Şatosu’na gittim. 1114 yılında yapılan bu feodal şato, gotik salonları, Rönesans mimarisini yansıtan odaları, Karaormanları, Alpleri gören müthiş panaromasıyla gördüğüm en güzel şatolardandı. Şato gezisiyle birlikte tabanı yanmış it gibi dolaşma faslı da sona erdi... Bir acele kendimi “Avrupa’nın Kavşağı” Strasbourg’a attım. Yarım günde görülebileceklerle yetindim. Daha çok sokak kahvelerinde oturup, geleni geçeni izledim, sokak çalgıcılarını dinledim, tabii ki Alsace’ın lezzetli beyaz şaraplarının tadını çıkardım.
170 kilometrelik “Şarap Yolu”nda, ortaçağ kentleri, süslü sokaklar, birkaç asırlık evler, lezzetli lokantalar, Romanesk kiliseler arasında çok keyifli bir gezi yapmıştım. Bu yolun üstünde tam 160 köy vardı. Hepsi de şarap işiyle uğraşıyordu. Hem de Romalılardan bu yana. Yöredeki kanlı savaşlar yüzünden yanıp yok olan bağlar, her seferinde küllerinden yeniden doğmuştu. Şarap tüm bu insanlara para, refah ve mutluluk sağlıyordu.
Uçağa binmek için Moulhose’a dönerken, yanaklarından kan damlayan, iri yarı bu dost insanları özleyeceğimi hissettim.
(Bu gezi Koptur Turizm’in sporsorluğuyla gerçekleştirilmiştir.)

ETIENNE ŞARAP KARDEŞLERİ YILDA İKİ KEZ ŞATODA TOPLANIP EN LEZİZ ŞARABI SEÇİYOR

Alsace deyince akla gelen ilk lezzet, meyvemsi kokular saçan, neşeli beyaz şaraplardır. Buradaki şarap üretimin geçmişi, çok eskilere, Roma dönemine kadar dayanır. Daha sonra kanlı savaşlar yüzünden üretim ara ara kesilse de bağlar her seferinde kendi küllerinden yeniden doğmuştur.
Bu bölgenin gözde şaraplarını beyazlar oluşturur. Gewürtztraminer, Riesling, Muscat, Pinot Gris üzümleri bölge şarapçılığının prensesleridir. Bölgenin tek kırmızısı ise Pinot Noir’dır. Ama bu kırmızılar toplam ürtimde yüzde dokuzu geçmez. 170 kilometre uzunluğundaki Şarap Yolu üzerindeki yüzlerce köyde üretim yapıldığı için, hangi şarabın daha güzel olduğuna karar verebilmek için bir ömür boyu tadım yapmak gerekir. Ama şarapların çoğu damaklarda unutulmaz tatlar bırakır.
15. yüzyıldan beri yılda iki kez Kientzheim Şatosu’nda toplanan Saint Etienne Şarap Kardeşleri, üstünde marka yazılmayan şişelerdeki şarapları tadarak, o yılki rekoltenin en lezzetlilerini seçer. Bu seçimin sonucunun açıklanacağı gün tüm köylerde şölenler düzenlenir.
Eğer Alsace Şarap Yolu’nda yolculuk yapmaya niyetlenirseniz, bu geziyi hasat mevsimine getirmemenizi öneririm. Çünkü bağ bozumu sırasında bağlar ziyaretçi kabul etmemektedir.

ŞOFRALARIN VAZGEÇİLMEZİ ŞARAPLI, BAHARATLI LAHANA

Alsace sofralarının vazgeçilmezi Choucroute (şukrut) yörenin beyaz şaraplarına en çok yakışan yemek. Kıyılmış beyaz lahananın, büyük bir tencerede kaz yağı, tavuk suyu, gerdan, tane karabiber, ardıç meyvesi, defne yaprağı, sarımsak ve beyaz şarapla uzun süre pişirilmesiyle yapılan bu yemek sosis, jambon, haşlanmış patatesle yenir. Ama son zamanlarda bu geleneksel tarif biraz yumuşatılmış, şukrutun yanına balık, kaz eti, geyik eti gibi değişik seçenekler sunan mönülerde boy göstermeye başlamıştır.
Tabii tavada bol tereyağıyla kızartılmış kaz ciğeri veya ördek ciğeri patesi de bölge şaraplarının vazgeçilmez eşlikçileridir. Alsace bölgesinin bir diğer vazgeçilmez lezzeti de Tarte Flambee. Bu, lahmacun biçimli, Munster peyniri ile yapılan bir çeşit pidedir. Gittiğiniz her şarap evinde, her masada bu lezzetli yiyeceği görebilirsiniz.
Yörenin ünlü peyniri Munster’in ise damağınızı lezzetin doruklarına taşıyacağından emin olabilirsiniz. Kırmızı kabuklu bu yumuşak peynir, özellikle bağcıların en önemli öğle yemeği. Üstüne bol tane kimyon veya anason serpilerek, kalın köy ekmeği dilimleriyle yenen bu peynirle beyaz şarap, dünyanın en lezzetli ikilisini oluşturur.
Eğer bu peynirden alıp getirmek isterseniz, birkaç kat kağıda sarmanızı öneririm. Çünkü Munster’in kokusu, alışık olmayanları rahatsız edebilir, bavulunuzdaki giysilerinize sinebilir.

False