Dertlerimden arınmak için çölün kumuna, denizin dibine vurdum
Artık kışları eski Türkler gibi Kartalkaya’da, Alpler’de değil, ata topraklarımızda kaçamak yapmaya karar verdim. Biraz güneye inmem gerekti ama gırtlak gırtlağa olmadığımız bir devlet buldum: Ürdün Haşemi Krallığı...
Ülkenin tek limanı Akabe’deyim.
Cennet parçası...
Kızıldeniz, Akabe Körfezi’nde dalgalarını dört ülkeye savuruyor.
Manzara içimi huzurla kaplıyor: Karşımda küçücük bir tepeye dikili yüzlerce binayla İsrail kenti Eilat...
Biraz solda devrimin ateşindeki Mısır’ın Taba kenti...
Körfezin bizim tarafımızda, yedi kilometre güneyde bir diğer favori tatil destinasyonu, özgürlükler diyarı Suudi Arabistan!
Ohh! Havayı genzime çekiyorum derin derin.
KENDİMİ NEDEN BURADA BULDUM?
Şahika’yı deveyle gezdirirken beni ‘light Bedevi’ sanmasınlar diye “Bu üçüncüsü. Evde iki karım daha var” diye durumu kurtarmaya çalıştım.
Bu, gazetedeki ekibimin bana son operasyonu.
Daha önce beni köpekbalıklarıyla yüzmeye, Yunanistan’dan Türkiye’ye kulaç atmaya ve hazırlıksız maraton koşmaya ikna eden arkadaşlarım işi iyice ilerletti.
Yeni ittifaklarla geliyorlar: “Bak, dünya rekortmeni Şahika Ercümen de geliyor, seninle Kızıldeniz’de batığa dalacak. Her şeyi organize ettik. Beklentimiz yüksek, yürü be!” dediler.
Bu sefer tufaya düşmeyecek, gaza gelmeyecektim ama Şahika’nın denizkızı gibi fotoğraflarını böyle hipnotize eder gibi sağa sola sallayıp sürekli gösterince “peki” dedim.
DEMEK Kİ BEN İNSAN DEĞİLİM
Akabe’de dalış ekibiyle tanışıyorum. Normalde bu tür ekstrem işleri çok kafaya takan gruplardan uzak dururum. Bit yeniği arar, “Çocukken ne yaptılar size?” diye sormak isterim onlara.
Ekibin lideri, baba sualtı fotoğrafçılarımızdan Tahsin Ceylan.
Marlon Brando’nun ‘Paris’te Son Tango’dan birkaç yıl sonraki halini gözünüzün önüne getirin, onu balıkadam giysisi ve dalış tüpüyle hayal edin...
Tahsin Hoca’nın samimi, idealist tavırları, bir de denizin ortasında Ahmed Arif şiirleri patlatması beni gevşetiyor. O, denizlerin Sokrates’i, ekibi de scuba’cı Atinalılar gibiler.
Yıllar önce, arama kurtarma çalışmalarında bir binanın 12’nci katından düşmüş, ciğerlerinin dikilmesi gerekmiş. “Bir daha dalamayacaksın” demişler. O günden beri inadına sudan çıkmıyor.
“Bu vatoz normalde insandan kaçar. Ben yanaşıyorum, fotoğrafını çekiyorum, kaçmıyor. Demek ki ben insan değilim” demiş ve sualtı fotoğrafçısı olmuş.
Ekibin starı Şahika Ercümen kadınlar serbest dalış dünya rekortmeni. Tahsin Hoca’yla sıkı ekip olmuşlar.
Şahika da çocukken yakalandığı astıma inat kendini denize vurmuş. Bir nefeste 91 metre dalıyor. Tüp müp kullanmıyor.
Ekipte sıkıcı ofis işlerini bırakıp dalmaya yönelmiş kişiler var hep.
Bense plazadaki işimden, genel olarak yerüstünde bulunmaktan son derece memnunum. Neden buradayım, hiçbir fikrim yok.
AŞIRI MANTIKSIZ ÖNERİLER
İlk gün, sabahın köründe dalış var.
Bırakın dalmayı, yataktan çıkmaktan korkuyorum.
Çöl gecesinin soğuğu sürüyor.
Şort, terlik, üzerimde palto, darmadağın şekilde odadan çıkıyorum.
Benim sualtıyla ilişkim, 5 numara miyop bir çocukken zıpkınla küçücük balıkları ıskalamak ve huzursuz etmekle sınırlı.
Dalış eğitmeni Yeliz Meriç tane tane ne yapmam gerektiğini anlatıyor. Ben de anlama-onaylama taklidi yapıyorum. Ama aşırı mantıksız bir tabloyla karşı karşıyayım.
Hazır suyun üstünde nefes alabiliyorken, burada kalıp bir margarita söylesem çok daha akılcı olur... Bu tüpü de ihtiyacı olan kullansın.
İstemiyorum, ilgilenmiyorum planktonla, sualtı mercan oluşumuyla. Sonra vurgun yememek için nasıl da adım adım sudan çıkmak gerektiğini izah ediyor.
Süngerci miyim ben! Cevat Şakir romanında mıyız? Bu ne gerilim böyle?
Tatile geldik, en ufak bir konsantrasyon eksikliğinde ciğerim infilak edecek, Kral Hüseyin Sağlık Ocağı’nda bacağımı bırakacağım!
“Bakın hanımefendi, ben sizi şu şezlongda bekliyorum. Siz de bana katılın, gencecik kadınsınız, değmez iki tane levrek görücem diye” demek istiyorum.
Ama ekip o kadar motive ki... Çıt çıkmıyor. Kıyafetleri, teçhizatlarıyla sanki deniz keyfine değil, Mars’ın kolonizasyonuna hazırlanıyorlar.
Sonunda söylene söylene tekneye biniyorum.
KAN, ÇİŞ VE GÖZYAŞI
Böyle bir batığı sadece Ortadoğu’da görebilirsiniz.
Skandal bilgiler bitmiyor. Suda üşürsek çok pratik bir çözüm varmış: Altına işemek.
Yani kıyafetin içini sıcak su kaplıyor. Sen yüzen bir lazımlık olarak, hiç garip bir durum yokmuş gibi bilimsel keşif peşinde koşuyorsun.
Gerçi rüzgâr öyle bir esiyor ki, ben bu işleme teknede başlasam mı diye bir değerlendiriyorum artıları eksileri.
Dertler burada da bitmiyor: Bu şirin balıklar da aksi taraflarına denk gelirse bana zehir zerk edebilirlermiş!
Kısmi felç ya da ölümle sonuçlanabilirmiş.
Kızıldeniz’e mi geldik, IŞİD kenti Rakka’ya mı belli değil!
DISNEY FİLMİ GİBİ
Ama daldığımda Kızıldeniz’in neden efsane olduğunu anlıyorum.
Bu balıkların birini bile Bodrum’da yüzerken birden görsem kalp krizi geçiririm.
Mavi üzerinde sarılar, pembeler, kayaları andıran heykel gibi ‘stone fish’ler, dev kestaneler, yeşil-kahverengi ahtapotlar... Olacak iş değil! Şoktan, “Allah’ın cezaları! Bana tüpün içinde hava yerine ‘acid’ mi verdiniz?” diye soracaktım.
Şahika “Suyun altında ne kredi kartı borcu, ne sevgilinle kavga ne siyaset... Hiçbir şeyi düşünmezsin, tamamen arınırsın” demişti.
İlk birkaç dakika adapte olamıyorum.
Seri ve gergin hareketlerle yüzen balıkları Tayyip Erdoğan gibi görüyorum.
Sonra geçiyor neyse ki bu travmam.
İçimi huzur kaplıyor.
Mercan kayalarının güzelliği, palyaço, imparatorbalığı, sarı lacivert fenerbahçebalığı, Caretta caretta...
Kızıldeniz bir akvaryum. Disney animasyonları kadar fantastik.
Hele aslanbalığı...
Yüzgeçleri, çizgileri, tavuskuşu gibi yüzlerce detayla akıllara zarar.
Bu balığa bakınca insanın ne kadar banal bir canlı olduğunu düşünüyorsunuz. Candice Swanepoel’in Victoria’s Secret meleği kostümlü hali bile halt etmiş!
İnsanın bu güzelliğe ulaşabilmesi için evrim sürecinin milyonlarca sene, o da hep lehimize işlemesi lazım.
Bu Ortadoğulular zamanında scuba diving bilseydi, hepimiz aslanbalığına tapıyor olabilirdik! Gerçi yine Müren’ciler, Ahtapot Tugayları filan da çıkardı kesin. Denizde balık kalmazdı.
Dipteki dinginliği görünce balık avlamak, zıpkın, buğulama gibi fikirler zalimce geliyor.
Türkiye’de dalış yapıp dipte, doğal yaşam alanlarında şaşkın, savunmasız orfozları, ahtapotları vuranlar var.
Bu, Akmerkez’e, Kuğulu Park’a gidip acıkınca gözünüze kestirdiğiniz birini uluorta zıpkınlamak gibi bir şey.
İlk günü bu dalışla tamamlıyorum. Yarın büyük gün, sırada batıklar var.
SADECE ORTADOĞU’DA...
Bu eşsiz coğrafya asırlarca türlü medeniyete ev sahipliği yapmış.
Hint Okyanusu’ndan gelen gemiler egzotik Doğu’nun pahalı kokularını, kumaşlarını zengin Akdeniz’e taşımış.
Kim bilir ne amforalar, şarap testileri göreceğim, buram buram tarih kokan bir deneyim yaşayacağım.
İlk batığıma dalıyorum.
Latin yelkenli bir Roma batığı mı? Dünyayı alfabeyle tanıştıran Fenike küreklisi mi? Türk kadırgası mı? Yelkenlerinin kudretiyle Hint Okyanusu’ndan Atlantik’e cihat eden İslam donanmasından bir gemi mi derken ilk batığa ulaşıyoruz: M42 Duster Amerikan tankı!
Sadece bir Ortadoğu ülkesinde akıl edilebilir böyle bir şey.
Deniz ve doğa sevgisi aşılamak için Kral Abdullah scuba severlere bağışlayıp buraya batırmış gariban tankı.
Bir de gemi var 1985’te batırılmış. Gemi dalışı müthiş keyifli, insan kendini Kaptan Cousteau gibi hissediyor.
Şahika tüpsüz şekilde bir orada, bir burada yüzüyor.
Su üstünde Nişantaşı, su altında tam bir deniz kızı!
O gün 14 metreye iniyorum ve scuba kanıma giriyor. Şu anda bile özlüyorum, kabul.
Fakat artık ben de kendi doğal ortamımda solumak ve birtakım bilimsel gözlemlerde bulunmak durumundayım.
Herkesi Akabe gecelerine davet ediyorum.
ŞİMDİ BEYRUT’TA OLMAK VARDI ANASINI SATAYIM
En gözde yer merkezde 30 Plus Pub.
Tarlabaşı’nda dayak garantili bir-iki kulüp vardır ki buranın yanında Studio 54 gibi kalır.
Ama iki gündür kara yüzü görmeyen kemiklerimiz ısınıyor en azından.
Barda Ürdünlü ve Suudi erkekler ile Slav kadınlar var.
Temizlik görevlisi Filipinli, barmaid Moldovalı... Dubai modeli...
Dışarda Ürdünlü bir kadın gördüm mü, emin değilim. Ki üniversite yıllarımdan hatırlıyorum, ne kadar güzel ve asillerdir...
“Le Beyrut, min kalbi selamun li Beyrut” diye sayıklıyorum. Aslında şimdi Beyrut’ta olmak vardı anasını satayım gibi bir duyguyla...
Sonunda işkembeci benzeri bir restorana gidiyoruz.
Yoğurtlu çorba içiyoruz, bayağı güzel.
Hoparlörde ateşli bir hatip konuşuyor.
Mısırlı Muhammed Hassan’mış.
“Ne diyor” diye soruyorum. “Kuran okuyor” diyorlar.
Bana pek öyle gelmiyor. Ateşli, siyasi bir hutbe gibi. Sokağı inletiyor.
Google’ladığımda karşıma çıkan ilk konuşmasında İslam’dan dönenlerin öldürülmesi gerektiğini savunan konuşma metnini görüyorum.
Ürdün gece hayatını çok zorlamamaya karar veriyorum.
BEDEVİLER CANIMIZ CİĞERİMİZDİR
Dalış ekibinin ‘arası’ olmadığı için, ertesi gün deniz yerine bu sefer çölün ortasına yola çıkıyoruz.
Nebatilerin MÖ 6. yüzyılda kurduğu dünyada eşini benzerini görmediğim Petra Antik Kenti’ne.
Arabistanlı Lawrence’ın ‘Bilgeliğin 7 Sütunu’ adlı enfes kitabını karıştırıyorum yolda.
Çöl insanını, çölün ahlakını, sertliğini anlatıyor.
Burada ‘Bedul’ adı verilen Bedevi kabilesi yaşıyor.
Turistleri deve ve eşekle gezdiriyorlar.
Yapışkan, para peşinde insanlar değiller.
Bob Marley dinleyen, şakır şakır İngilizce konuşan ve doğru yerde, doğru sözleri söyleyen Bedevi gençlerle sohbet ediyoruz.
Mağaralarda, tepelerin ardındaki taş evlerde yaşıyorlar. Çok mutlular. “We are rich in mind” diyorlar. Yani “Bizim kafamız zengin...”
Che Guevara tişörtlü Bedevi genç “Sen özgür müsün?” diye sorduğumda bana “Esas sen özgür müsün?” diye soruyor samimi bir güvenle. “Değilim, deniyorum” diyorum. Gülümsüyor.
14 yaşındaki küçük Bedevi Abdullah bize i-Phone’dan son numaraları, görsel efektleri, panoramik resim çekmeyi öğretiyor. Bahşişi kabul etmiyor. Biraz Şahika’ya âşık oluyor sanırım. Sonunda onu da gruba katıp yemeğe davet ediyoruz.
Bedevi erkekleri süper karizmatik.
Pek çoğunun Avrupalı sevgilileri var. Evlenip yurtdışına gidiyorlar, geri geliyorlarmış. Bazıları burada yabancı eşleriyle mağaralarda yaşıyormuş.
Hollandalı yazar Marguerite van Geldermalsen’in yedi yıl önce yazdığı ‘Bir Bedevi ile Evlenmek’ kitabı bestseller olmuş. (Kozmik Kitaplar, 2011)
Ne hayatlar!
Bedevileri, buralarda kim bilir ne acayip yaşamlar sürmüş Osmanlı atalarımı merak ediyorum...
Binlerce yıl önce bu muazzam şehri dikebilen Nebatiler tüylerimi ürpertiyor.
Ürdün deneyimi benim için çölde derinlik kazanıyor.
Lawrence’ın kitabını yanıma alıp, çölün dibine girmek, bu bambaşka dünyayı tanımak istiyorum.
Hayat, büyüsü bitmeyen, ne eşsiz bir nimet...
Otobüse biniyoruz.
Tahsin Hoca mikrofonu alıyor, Nâzım’ı konuşturuyor:
“Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
TARANTA-BABU
Yaşamak ne güzel şey..."
MİLLİ SERBEST DALICI ŞAHİKA ERCÜMEN:
ASLINDA NEFES TUTMAYI SEVMİYORUM
Şahika su üstünde Nişantaşı, sualtında tam bir deniz kızı!
Nefes tutmak kâbus gibi bir şey. Sen neden seviyorsun bunu?
Aslında sevmiyorum. Suyun altında daha fazla kalmak için gerekiyor bu. Şu anda bana karada “nefes tut” desen birkaç dakika sonra çok sıkılabilirim.
Suyun altında ne buluyorsun? Esas motivasyonun ne?
Meydan okuma. Astım hastası bir çocuk olarak 1-0 geride başlamıştım hayata. Şimdi öne geçtim, bunu bırakmak istemiyorum. İdealist ve mükemmeliyetçi bir yapım var. Bunun verdiği kamçılayıcı duyguyla kendi başıma kalmayı, daha derine inmeyi çok seviyorum. Canlılar çok güzel, büyüleyici ama suyun altında esas kendinle buluşuyorsun. Ses yok, yer çekimi yok. Sadece sen varsın. Sudan arınmış şekilde çıkıyorum. Tarif edilemez bir rahatlık yaratıyor bu.
‘Derin Mavi’ filmini izlemişsindir. Güzel film ama çocuk sonunda ölüyor. Ölmekten, sakat kalmaktan korkmuyor musun?
Tehlike, korku bilgiyle alakalı. Bu bilinmeyen bir branş olduğu için çok tehlikeli görünüyor. Ama ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum. 20 metreyle 100 metre arasında çok fark yok. Bir de o kadar keyifli bir yaşam sürüyorum ki.… Birçok ülkeye gidiyorum. Oraların sualtını da keşfediyorum. Ahtapotlarla yüzüyorum, üçboyutlu yaşıyorum hayatı. Olabilecek her şeye
karşı boynum kıldan ince.