Denizden yükselen piramit
Normandiya kıyısından 600 metre açıktaki Mont Saint Michel doğayla insanın el ele vererek yarattığı zarif, mimari anıt gibi bir ada. Sular çekilince karaya bağlanıyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki adaya okurumuz Şenay Lüle gitti, izlenimlerini yazdı.
Fransa deyince aklınıza ilk gelen Paris’tir mutlaka. Bu güzeller güzeli başkentin, kendine özgü ruhu ve çekim gücü, herkese hitap eden cazibe merkezleri onu ön plana çıkarmıştır hep. Oysa; başka çekim güçleri ve cazibe merkezleri Fransa’yı sarıp sarmalasa da, bunlardan en etkileyici olanı, kuzey batı bölgesindeki Brötanya ve Normandiya sınırları arasındaki Mont St. Michel Adası’dır bana göre.
Mont St. Michel için bakmayın “ada” benzetmesi yaptığıma… Aslında o ne adadır, ne de dağ. Normandiya çıkartmasının yapıldığı bu sığ sahillerde eşine az rastlanır uzunlukta med cezir olayları yaşanır. İşte bundan dolayı, anakaradan epey uzakta kalan ve denizin içinden yükseliveren bu muhteşem granit kütle, medcezirin en yüksek olduğu zamanlarda ada görünümünü alır. En etkili biçimde gündönümlerinde görülen bu olay sırasında deniz hızla 15 kilometre çekilir. Mont St. Michel tüm ihtişamıyla denizin ortasından yükselen bir ada görünümüne dönüşür. Deniz çekildiğinde parlak kumların üzerinde öylece kalıverir. O artık sıradışı ve çarpıcı bir granit dağdan ibarettir. Taa ki sular tekrar yükselip onu bir manastır adası haline dönüştürene kadar… İşte Ay ile Dünya’nın birlikte oynadığı bu muazzam oyun sayesinde Mont St. Michel her mevsimde turist çeker. “Batı Dünyası Harikası” kabul edilir.
Manzaralı yolculuk
Günübirlik bir gezi için arkadaşımla Paris’ten yola çıktık. Otomobille dört saat süren bu yolculukta, görkemli ormanlar, kanola çiçekleriyle bezenmiş sapsarı tarlalar, Monet tablosunu andıran pitoresk manzaralar, uzaktan göz kırpan bir çok sevimli köy ve kasabalar, bulutlar arasına kah saklanıp kah yüzünü gösteren güneş eşlik etti bize. Empresyonist resmin ustalarının neden Normandiya‘da yaşamayı tercih ettiklerini ve eserlerini burada ürettiklerini işte bu güneş, bu yumuşak ışık sayesinde kavradım.
Otomobilimizi otoparka bıraktıktan sonra Mont St. Michel’in uzaktan bir piramidi andıran siluet halindeki görüntüsüyle karşılaştık. Heyecanlandım. Büyüleyici, aklımı başımdan alacak bir yere gittiğimin farkındaydım çünkü. Bıçak gibi keskin bir rüzgarın iliklerime kadar işlemesini umursamadan adayı anakaraya bağlayan yolun üzerinde yürüdüm. Karşımda Mont St. Michel, sol tarafımda Couesnon Nehri’nin bulanık sularıyla sağ tarafımda çimenlerin üzerinde otlayan presale koyunları (eti tuzlu) sürreal bir görüntü çiziyor. Nihayet incecik kumların üzerinde yükselen sislerin arasındaki piramit şekillenmeye başlıyor. Sivri kulesiyle en tepedeki manastır, yüzünü anakaraya çevirmiş gri çatılı şirin binalar, bütün bunları çevreleyen kuleler ve surlar ona iyice yaklaştığımın müjdesini veriyor.
Manastır hapisane oldu
8’inci yüzyılda küçük bir kiliseyken, 12 ve 13’üncü yüzyılda muazzam bir Benedikten manastırı haline gelip, Aziz Mikail’i onurlandırmak için çok uzaklardan gelen hacıların toplanma yerine dönüşmüş. Yüksek duvarlarla çevrili bu manastır restoranların ve hediyelik eşya dükkanlarının sıralandığı Grand Rue’nun bitiminde ve adanın ele geçirilmesi en zor noktasına konuşlanmış. Üç bölümden oluşuyor. Hiyerarşik düzene göre, keşişler en üst katta her şeyden uzak, inzivada yaşarmış. Başrahip üst sınıftan konuklarını ikinci katta, hacıları ve askerleri en alt bölümde kabul eder, aynı bölümdeki imarethanede yoksullara yardım dağıtılırmış. Manastırla birlikte Mont St. Michel’deki diğer yapıların tümü devrim sonrasında hapishane olmuş.
Rehberli turlarla ortalama bir saatte gezilen manastır, 14’üncü Yüzyıl’da yapılan gotik kilisenin kriptalarla desteklenmiş devasa sütunlarıyla, çiçeklerle süslü yemyeşil bir bahçeyi çevreleyen zarif revaklarıyla, labirenti andıran sofaları, odaları ve Gotik Şövalye Salonu’yla gerçek bir başyapıt olduğunu doğrular. Revaklı bahçeye ulaştığınızda gözler önüne serilen manzarayla birlikte doğanın gücü karşısında şaşırırsınız. Deniz almış başını gitmiş, geriye pırlanta gibi kumsal kalmıştır. Grand Rue’nun çevresindeki postanesi ve müzesiyle küçük bir köy görüntüsü veren taş ve ahşap karışımı tarihi evler aklınızı başınızdan alır. Bakmaya doyamazsınız.
Rüzgarın hızını arttırdığı akşam saatleri ayrılma vaktinin geldiğini haber verse de veda edemedim adaya. Karaya doğru ilerlerken tekrar tekrar dönüp baktım denizden yükselen piramide. Müdavimleri, şairler ve yazarlar “Denizden Yükselen Piramit” adını vermiş. Haklılarmış. Dilekte bulunup, “Suların yükseldiği dönemde tekrar gelebilsem” diye mırıldandım. Kimbilir?...
Sütlü balıklar peynirli etler
Sadece 50 kişinin ikamet ettiği bir kilometrekarelik ada, aynı zamanda bir gurme cenneti. Yöreye özgü elma şarabıyla kabuklu deniz ürünlerinin en tazesi ve en lezzetlisi, tereyağlı ve bol kremalı sosa yatırılarak pişirilen “sütlü balık”, comambert peyniriyle servis edilen etler ve adanın spesiyalitesi omlet… Hayal kırıklığına uğramayacağınızdan emin olabilirsiniz.