Alim ERGİNOĞLU
Son Güncelleme:
Dalmaçya’daki küçük İtalya DUBROVNİK
Çocukken beraber oynadık, aynı okula gittik, sonra birbirimizle evlendik ve bir gün geldi birbirimizi öldürdük, işte Yugoslavya’nın bütün hikayesi budur... İki dünya savaşından sonra bir de iç savaş atlatan Hırvatistan’ın Dubrovnik kenti hálá tüm güzellikleriyle ayakta. Özellikle kentin surlar içindeki tarihi bölümü küçük bir İtalya kasabasını andırıyor.
Uzunca bir süredir Akdeniz’e hasretim. Uzakta yaşayınca insan, hele benim gibi kuzeyde Oxford’daysa; grilikten, yağmurdan, güneşin kemikleri ısıtmamasından bıkmışsa, günün her saati aklının bir ucunda hep o bildik, insanı kucaklayan, bir çırpıda dertlerini unutturan denizi arıyor, onu düşünüyor.
Hırvatistan, bana Akdeniz’in parçası gibi gelmemişti hiç. Hatta ülke kimliğini hafızama kaydetmem bile çok ama çok uzun zaman aldı. Orası hep çocukluğumun gizemli ülkesi Yugoslavya’ydı. Yakın ama bir o kadar uzak, efsane basketbolcu Drazan Petroviç’in, liglerimizde top koşturmaya başlayan Kovaçeviç’in, Simoviç’in, lise yıllarında beraber yatılı okuduğum Faris Cengiç’in, Yugo otomobillerin, 1984 Kış Olimpiyatı’nın, Kızılyıldız’ın ülkesi... Taa ki, Haziran 1991’de başlayan o insanlığın yüzkarası savaşa kadar.
KİM İNANIR SAVAŞ GEÇİRDİĞİNE?
Eşimle 50’şer litrelik küçük çantalarla dünyayı dolaştıktan sonra, günün birinde Hırvatistan’a üç kişi, üstelik 9 aylık bebeğimizin bezleri, emzikleri, puseti, ne olur ne olmaz düşüncesiyle çifter çifter alınan bebek tulumları, ıslak mendilleriyle gideceğimi hayal bile edemezdim. Dubrovnik’e bir haftalık gezi değil, sanki göç etmeye gidiyorduk!
Dubrovnik, Tanrı’nın dantel gibi işlediği Dalmaçya kıyılarının güneyinde, Hırvatistan’ın iyice daralıp Bosna Hersek ile çizgi haline geldiği noktada kurulmuş tarihi bir liman şehri. Uçağımız Adriyatik’in bize göz kırpan masmavi sularının üzerinde alçalırken resim gibi çizilmiş bir yarımadaya kurulmuş eski şehrin tepeden görüntüsü daha ayak basmadan bizi heyecanlandırmaya yetiyor.
Eski şehrin Ploce Kapısı’na bakan, surların hemen bitişiğindeki küçük misafirhanemizin ahşap panjurlarını sabırsızlıkla açıyorum. Masmavi Adriyatik, eski liman ve Ragusa’nın kale duvarları bizi karşılıyor. Bu şehir resimlerde gördüğümden de güzel, daha narin. Akdeniz’in aklımda yer eden bütün şehirlerinden izler taşıyor sanki. Etrafını çevreleyen sarı - beyaz tondaki duvarlarıyla biraz Valetta, burçlarıyla Rodos, katedrali ve taş döşeli meydanlarıyla Floransa, çeşmeleriyle Roma...
Bu kadar etkileyici, bu kadar güzel bir şehrin sadece 16 yıl önce savaşın alçak yüzüyle karşı karşıya geldiğine inanamıyor. Yine bu kadar kısa sürede, savaşın izlerinin sanki hiç olmamış gibi silinebilmesine de şaşıyor.
DUVARLARA AYNI SLOGAN KAZINMIŞ
Dubrovnik ya da tarihteki ismiyle Ragusa, Balkanların belki de Balkan olmayan tek şehri. Hani uçaktan inip pasaport kontrolünden geçmemiş olsam neredeyse İtalya’da olduğuma inanacağım. Akdeniz’deki tüm ticaret limanları gibi Dubrovnik de 7. yy’dan itibaren Araplardan Bizanslılara, Venediklilerden Osmanlılara kadar bir çok gücün eğemenliği altına girmis. Öyle ki, Napolyon bile 1806’da şehri kuşatmış. Dubrovnik’in her köşe başında bir arma ile beraber karşımıza çıkan slogana şaşırmamak gerekiyor: "Non bene pro toto libertas venditur auro - Dünyanın bütün altınları için bile özgürlük feda edilmez!" Belki de şehri bu kadar güzel, etkileyici yapan halkının bu tarihi birikimi, kültürel sentezi özümsemiş olması.
Ploce Kapısı’ndan girip, yüksek duvarlarla çevrili dar yoldan şehrin içine ilerlerken yüzyıllar öncesine keyifli bir yolculuğa çıktığını hissediyor insan. Dubrovnik’in can damarı, şehri bir uçtan diğerine kesen Stradun Caddesi. Kenttekilerin buluşma noktası. Piyasaya çıkıyor, birbirlerini gözlemliyor, kahve içiyor, Katedral’den yayılan ilahileri dinliyorlar. Yaşam taş duvarların, kapıların ardından sokaklara taşmış. Sokaklarda, meydanlarda yaşıyorlar. Her köşe başında bir tabure, sandalye... Akdeniz’in o cıvıl cıvıl havası hemen sizi içine çekiyor. Şaşılacak biçimde burada ne bir otomobil ne de turistleri kolundan bacağından çekiştiren seyyar satıcılar var. Metropollerde görmeye alıştığımız fast-food zincirleri ya da ünlü markaların ürünlerini satan dükkanlar da yok.
MİMAR BARTOLOMEO DÖRDÜNCÜ BURÇTA ŞEHRİ TERK ETTİ
Stradun’u kesen sağlı sollu ufak sokaklara girince, şehir dar ve dik basamaklarla sizi kale duvarlarına doğru çıkarıyor. Kale duvarlarının uzunluğu yaklaşık 2 km. Şehri tepeden tavaf etmek 2 saat kadar sürse de, değer. Manzara şaheser. Birbiriyle uyumlu kırmızı bir kiremit denizi ve de uçsuz bucaksız bir mavilik insanı sarıp sarmalıyor. Bir de binaların o güzelim hardal sarısı rengi, begonvillerle içiçe geçtiğinde manzara gerçek üstü hal alıyor. Şehir duvarları ilk olarak 13. yy’ın sonunda inşa edilmiş. İlk duvarlar yapılırken taş ve ahşap beraber kullanılmış. 1296 yangınında ciddi hasar görmüş. 1453’de Konstantiniye’nin (İstanbul) Osmanlı egemenliğine girmesi ve beraberinde Venediklilerin degüçlenmesi ile Dubrovnik için tehlike çanları çalmaya başlamış. Bugünkü duvarlara şeklini veren büyük çalışma Floransalı mimar Michelozzo di Bartolomeo tarafından 1461’de gerçekleşmiş. O dönemde sadece, dört ana burcun yapımı bitmiş. Bartolomeo, Floransa’ya dönerken diğer burçların planlarını şehir yöneticilerine bırakmış. Günümüze kadar gelen 12 burç ile Dubrovnik, tüm kuşatmalara rağmen Akdeniz’in en korunaklı şehri olma unvanını işte bu duvarlara borçlu.
Duvarların en güneyinde Jesuit Church’e bakan bir noktada, denize inen sarp kayaların arasına gizlenmiş Buza Bar’a uğradık soluklanmak için. Adriyatik’i soğuk bir içecek eşliğinde seyretmek için enfes mekan.
HALK KONUŞKAN VE MERAKLI
Dubrovnik bir açıkhava müzesi gibi olsa da, mimariyi sadece dışarıdan hissetmek yetmiyor. Şehirde görülmesi gereken birçok tarihi yapı var. Tepeden bakıldığında, Floransa’nın Duomo’su ile büyük benzerlik gösteren ve büyük kubbesiyle şehrin sembolü olan Dubrovnik Katedrali bunlardan biri. Hikayeye göre Aslan Yürekli Richard bir sefer sonrasında Dubrovnik açıklarında deniz kazası geçirip ölümden kıl payı kurtulmuş. Tanrıya duyduğu şükranı ifadeetmek için şehre altın bağışlamış, katedral yapılmasını sağlamış. Şehrin tüm önemli yapıları gibi, katedralin mimarı da bir İtalyan. Diğer önemli yapı, Stradun’a Ploce Kapısı’ndan girince sağ kolda tüm güzelliğiyle beliren Sponza Pallace. Gotik ve Rönesans mimarisinin içiçe geçtiği yapının avlusu harika. 16 yüzyılda inşa edilmiş, yıl boyunca şehirdeki önemli sanat sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, şehir arşivlerinden çıkarılmış Latince, İtalyanca, Hırvatça ve Osmanlıca anlaşma metinleri burada sergileniyor.
Yine de şehrin tarihi bölümündeki bu küçük İtalya atmosferi, gerçek Hırvatistan değil. Halkın çoğu, kale duvarlarının dışındaki mahallelerde, Pile ve Ploce’de yaşıyor. Tarihi bölgedeki İtalya havası dış mahallelere girdikçe azalıyor ama yine de sevecen Akdeniz ruhundan bir şey eksilmiyor. Dubrovnikliler yardımsever, konuşkan ve meraklı. Herkesin size soracak bir suali var. Köşe başlarındaki kafelerde kahvesini yudumlayanlar size de muhakkak bir kahve ısmarlıyor. Kapı önlerine atılmış tahta iskemlerde, duvar köşelerinde, kısacası her adımda Dubrovnik sizi sımsıkı kucaklıyor, geçmişini unutmak istercesine size en güzel ve narin yüzünü gösteriyor.
Bu renkli atmosferi yaşamak istiyorsanız, Dubrovnik’e her mevsimde en az iki, üç günlüğüne gidebilirsiniz. İdeal mevsimi ilkbahar. Yazın çok kalabalık. Ağustosta, dört haftalık Dubrovnik Yaz Festivali başlıyor. Resimden müziğe, sinemadan tiyatroya kadar bir çok aktiviteye evsahipliği yapıyor. Kuruluşu 1925’e kadar uzanan Dubrovnik Senfoni Orkestrası, Luza Meydanı’na bakan St. Blaise Kilisesi’nin önünde yıl boyunca açık hava konserleri veriliyor. Gelecek yaz hem festivalin tadını çıkarırım hem de deniz ve yelken keyfi yaparım diyorsanız, şimdiden kalacak yer konusunda harekete geçmeniz şart, aksi takdirde yer bulmanız imkansız!
Hazır Hırvatistan AB’ye girmemişken ve de Türklerden vize istemiyorken bu güzel şehri görmeli. Haydi ne duruyorsunuz!
Burek ve çevapi’yi tadın, deniz ürünü seviyorsanız Orhan Restoran’a uğrayın
Dubrovnikliler sevecen, yardımsever ve de konuşkan. Ancak tek konu var ki kimse bunu ağzına almak istemiyor: Savaş. İşte o zaman suratlar asılıyor, gözler buğulanıyor. Bu, herkesin unutmak istediği, hatta olmamışçasına geçmişe gömdüğü bir konu. Hüznü dağıtmanın en iyi yolu "Rakija"dan bahsetmek, işte o zaman gözler ışıldıyor ve genzi yakan o sert Hırvat brandy’si raflardan indiriliyor. İsmi bizim "rakı"yı çağrıştırsa da bu iki içkinin birbiriyle hiçbir akrabalığı yok. Madem içkiden söz açtık, biraz da yemeklere değinmeli. Dubrovnik halkı denizden ne çıksa yiyor. Sebzeli balık çorbası yemeklerden önce iştah açıcı olarak sunuluyor. Hırvatlar da bizim gibi hamur işine meraklı. Hatta böreğin ismi bile "Burek". Bu, hiç kuşkusuz Osmanlı ile kimi zaman içiçe kimi zaman da komşu olarak yaşamalarının mutfağa etkisi. Yemeklerle beraber ekmek ve zeytinyağı sofranın demirbaşları. Kapalı börekler, etle ve de peynirle fırında pişiriliyor. Bir de "çevapi" var ki bu bizim köftenin uzaktan akrabası. Bunu Hırvat mutfağına kazandırdıkları için Bosnaklara teşekkür etmek gerek. Şehrin ara sokaklarındaki restoran enflasyonu maalesef doğru yeri bulana kadar insana biraz hayal kırıklığı yaşatıyor. Stradun’da ellerinde yemek mönüleriyle bekleşen garsonları pas geçmekte fayda var, buralarda yemekler, fiyatlar fazlasıyla turistik. Eski şehrin içinde yerel yemekleri tadabileceğiniz mekan sayısı maalesef oldukça az. Doğru yeri bulmanın yolu halk ile yapılan sohbetlerden geçiyor. Yaşlı teyzeler en iyi yemeğin kendi mutfaklarında piştiğini söyleseler de, sizi yönlendirecek bir lokanta buluyor. Stradun’un güney tarafındaki Nikole Gucetika 2 sokağındaki Taj Mahal, lezzetli Boşnak yemeklerini ve özellikle çevapi’yi tadabileceğiniz hesaplı bir seçenek. Yine aynı sokaktaki Lanterna’da boğakanı kıvamında Koracula şarabı eşliğinde marine edilmiş Dalmaçya bifteği "pasticada"yı tatmanızı tavsiye ederim. Deniz ürünü için mekana aldanıp eski limana bakan Taverna Arsenal’e gitmeyin sakın. Mönüsündeki herhangi bir deniz mahsullü yemeği, sıradan restoranda yüzde 50 ucuza yiyebilirsiniz. Eğer, deniz ürünleri konusunda hassassanız ve çok para ödemeye hazırsanız Amerika göçmeni Goran’ın, Prijeko 8 Sokağı’ndaki Wanda’sı ile şehir duvarlarının dışında Lovrjenac Burcu’na bakan Orhan Restaurant’a hiç düşünmeden gidebilirsiniz.
Gunduliceva Meydanı’nda her gün kurulan küçük pazardan, meyvelerinizi alabilirsiniz. Ayrıca, yerel zeytinyağı, bal, meyveli çeşitleriyle Hırvat brandy’si "Rakija" ve kurutulmuş portakal kabuğu denemeye değer lezzetler. Boşnakların ünlü tütsülenmiş kuru eti Suhomeso’yu bugüne kadar duymadıysanız doğru yerdesiniz. Muhakkak bir şarküteriden birkaç dilim Suhomeso alarak bunu taze ekmekle tadın. Ancak uyarmalıyım ki, uzun bir tütsülenme süreci ile pişirilen et herkesin damak zevkine uygun olmayabilir. Yine de değişik tecrübeler yaşamayacaksak neden farklı mekanlara yelken açıyoruz ki?
Şehrin tarihi bölümünde kalmanızda yarar var
İrili ufaklı birçok tesis olmakla beraber, eski şehrin içinde Pucic ve Stara Grad gibi bütçeyi fazlasıyla aşan birkaç otel dışında başka bir seçenek yokmuş gibi gözüküyor. Ancak klasik otel alışkanlığınızdan vazgeçebilirseniz birçok kişinin evlerindeki odaları ya da dairelerini kısa süreliğine kiraya verdiğini göreceksiniz. Ayrıca, sehir duvarlarının dışında birçok sevimli ve temiz pansiyon bulmak mümkün. Yeterince araştırmadan, internetten otel rezervasyonu yaptırırsanız kendinizi eski şehre otobüsle 20 dakika mesafedeki Lapad Yarımadası’nda bulabilirsiniz. Dubrovnik’te hayatın nabzı eski şehrin içinde atıyor. Bu nedenle kalacağınız yerin konumu çok önemli. Geceleri otobüs ya da taksi aramanız gerektiğinde, canınız sıkılıyor.
Hırvatistan, bana Akdeniz’in parçası gibi gelmemişti hiç. Hatta ülke kimliğini hafızama kaydetmem bile çok ama çok uzun zaman aldı. Orası hep çocukluğumun gizemli ülkesi Yugoslavya’ydı. Yakın ama bir o kadar uzak, efsane basketbolcu Drazan Petroviç’in, liglerimizde top koşturmaya başlayan Kovaçeviç’in, Simoviç’in, lise yıllarında beraber yatılı okuduğum Faris Cengiç’in, Yugo otomobillerin, 1984 Kış Olimpiyatı’nın, Kızılyıldız’ın ülkesi... Taa ki, Haziran 1991’de başlayan o insanlığın yüzkarası savaşa kadar.
KİM İNANIR SAVAŞ GEÇİRDİĞİNE?
Eşimle 50’şer litrelik küçük çantalarla dünyayı dolaştıktan sonra, günün birinde Hırvatistan’a üç kişi, üstelik 9 aylık bebeğimizin bezleri, emzikleri, puseti, ne olur ne olmaz düşüncesiyle çifter çifter alınan bebek tulumları, ıslak mendilleriyle gideceğimi hayal bile edemezdim. Dubrovnik’e bir haftalık gezi değil, sanki göç etmeye gidiyorduk!
Dubrovnik, Tanrı’nın dantel gibi işlediği Dalmaçya kıyılarının güneyinde, Hırvatistan’ın iyice daralıp Bosna Hersek ile çizgi haline geldiği noktada kurulmuş tarihi bir liman şehri. Uçağımız Adriyatik’in bize göz kırpan masmavi sularının üzerinde alçalırken resim gibi çizilmiş bir yarımadaya kurulmuş eski şehrin tepeden görüntüsü daha ayak basmadan bizi heyecanlandırmaya yetiyor.
Eski şehrin Ploce Kapısı’na bakan, surların hemen bitişiğindeki küçük misafirhanemizin ahşap panjurlarını sabırsızlıkla açıyorum. Masmavi Adriyatik, eski liman ve Ragusa’nın kale duvarları bizi karşılıyor. Bu şehir resimlerde gördüğümden de güzel, daha narin. Akdeniz’in aklımda yer eden bütün şehirlerinden izler taşıyor sanki. Etrafını çevreleyen sarı - beyaz tondaki duvarlarıyla biraz Valetta, burçlarıyla Rodos, katedrali ve taş döşeli meydanlarıyla Floransa, çeşmeleriyle Roma...
Bu kadar etkileyici, bu kadar güzel bir şehrin sadece 16 yıl önce savaşın alçak yüzüyle karşı karşıya geldiğine inanamıyor. Yine bu kadar kısa sürede, savaşın izlerinin sanki hiç olmamış gibi silinebilmesine de şaşıyor.
DUVARLARA AYNI SLOGAN KAZINMIŞ
Dubrovnik ya da tarihteki ismiyle Ragusa, Balkanların belki de Balkan olmayan tek şehri. Hani uçaktan inip pasaport kontrolünden geçmemiş olsam neredeyse İtalya’da olduğuma inanacağım. Akdeniz’deki tüm ticaret limanları gibi Dubrovnik de 7. yy’dan itibaren Araplardan Bizanslılara, Venediklilerden Osmanlılara kadar bir çok gücün eğemenliği altına girmis. Öyle ki, Napolyon bile 1806’da şehri kuşatmış. Dubrovnik’in her köşe başında bir arma ile beraber karşımıza çıkan slogana şaşırmamak gerekiyor: "Non bene pro toto libertas venditur auro - Dünyanın bütün altınları için bile özgürlük feda edilmez!" Belki de şehri bu kadar güzel, etkileyici yapan halkının bu tarihi birikimi, kültürel sentezi özümsemiş olması.
Ploce Kapısı’ndan girip, yüksek duvarlarla çevrili dar yoldan şehrin içine ilerlerken yüzyıllar öncesine keyifli bir yolculuğa çıktığını hissediyor insan. Dubrovnik’in can damarı, şehri bir uçtan diğerine kesen Stradun Caddesi. Kenttekilerin buluşma noktası. Piyasaya çıkıyor, birbirlerini gözlemliyor, kahve içiyor, Katedral’den yayılan ilahileri dinliyorlar. Yaşam taş duvarların, kapıların ardından sokaklara taşmış. Sokaklarda, meydanlarda yaşıyorlar. Her köşe başında bir tabure, sandalye... Akdeniz’in o cıvıl cıvıl havası hemen sizi içine çekiyor. Şaşılacak biçimde burada ne bir otomobil ne de turistleri kolundan bacağından çekiştiren seyyar satıcılar var. Metropollerde görmeye alıştığımız fast-food zincirleri ya da ünlü markaların ürünlerini satan dükkanlar da yok.
MİMAR BARTOLOMEO DÖRDÜNCÜ BURÇTA ŞEHRİ TERK ETTİ
Stradun’u kesen sağlı sollu ufak sokaklara girince, şehir dar ve dik basamaklarla sizi kale duvarlarına doğru çıkarıyor. Kale duvarlarının uzunluğu yaklaşık 2 km. Şehri tepeden tavaf etmek 2 saat kadar sürse de, değer. Manzara şaheser. Birbiriyle uyumlu kırmızı bir kiremit denizi ve de uçsuz bucaksız bir mavilik insanı sarıp sarmalıyor. Bir de binaların o güzelim hardal sarısı rengi, begonvillerle içiçe geçtiğinde manzara gerçek üstü hal alıyor. Şehir duvarları ilk olarak 13. yy’ın sonunda inşa edilmiş. İlk duvarlar yapılırken taş ve ahşap beraber kullanılmış. 1296 yangınında ciddi hasar görmüş. 1453’de Konstantiniye’nin (İstanbul) Osmanlı egemenliğine girmesi ve beraberinde Venediklilerin degüçlenmesi ile Dubrovnik için tehlike çanları çalmaya başlamış. Bugünkü duvarlara şeklini veren büyük çalışma Floransalı mimar Michelozzo di Bartolomeo tarafından 1461’de gerçekleşmiş. O dönemde sadece, dört ana burcun yapımı bitmiş. Bartolomeo, Floransa’ya dönerken diğer burçların planlarını şehir yöneticilerine bırakmış. Günümüze kadar gelen 12 burç ile Dubrovnik, tüm kuşatmalara rağmen Akdeniz’in en korunaklı şehri olma unvanını işte bu duvarlara borçlu.
Duvarların en güneyinde Jesuit Church’e bakan bir noktada, denize inen sarp kayaların arasına gizlenmiş Buza Bar’a uğradık soluklanmak için. Adriyatik’i soğuk bir içecek eşliğinde seyretmek için enfes mekan.
HALK KONUŞKAN VE MERAKLI
Dubrovnik bir açıkhava müzesi gibi olsa da, mimariyi sadece dışarıdan hissetmek yetmiyor. Şehirde görülmesi gereken birçok tarihi yapı var. Tepeden bakıldığında, Floransa’nın Duomo’su ile büyük benzerlik gösteren ve büyük kubbesiyle şehrin sembolü olan Dubrovnik Katedrali bunlardan biri. Hikayeye göre Aslan Yürekli Richard bir sefer sonrasında Dubrovnik açıklarında deniz kazası geçirip ölümden kıl payı kurtulmuş. Tanrıya duyduğu şükranı ifadeetmek için şehre altın bağışlamış, katedral yapılmasını sağlamış. Şehrin tüm önemli yapıları gibi, katedralin mimarı da bir İtalyan. Diğer önemli yapı, Stradun’a Ploce Kapısı’ndan girince sağ kolda tüm güzelliğiyle beliren Sponza Pallace. Gotik ve Rönesans mimarisinin içiçe geçtiği yapının avlusu harika. 16 yüzyılda inşa edilmiş, yıl boyunca şehirdeki önemli sanat sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, şehir arşivlerinden çıkarılmış Latince, İtalyanca, Hırvatça ve Osmanlıca anlaşma metinleri burada sergileniyor.
Yine de şehrin tarihi bölümündeki bu küçük İtalya atmosferi, gerçek Hırvatistan değil. Halkın çoğu, kale duvarlarının dışındaki mahallelerde, Pile ve Ploce’de yaşıyor. Tarihi bölgedeki İtalya havası dış mahallelere girdikçe azalıyor ama yine de sevecen Akdeniz ruhundan bir şey eksilmiyor. Dubrovnikliler yardımsever, konuşkan ve meraklı. Herkesin size soracak bir suali var. Köşe başlarındaki kafelerde kahvesini yudumlayanlar size de muhakkak bir kahve ısmarlıyor. Kapı önlerine atılmış tahta iskemlerde, duvar köşelerinde, kısacası her adımda Dubrovnik sizi sımsıkı kucaklıyor, geçmişini unutmak istercesine size en güzel ve narin yüzünü gösteriyor.
Bu renkli atmosferi yaşamak istiyorsanız, Dubrovnik’e her mevsimde en az iki, üç günlüğüne gidebilirsiniz. İdeal mevsimi ilkbahar. Yazın çok kalabalık. Ağustosta, dört haftalık Dubrovnik Yaz Festivali başlıyor. Resimden müziğe, sinemadan tiyatroya kadar bir çok aktiviteye evsahipliği yapıyor. Kuruluşu 1925’e kadar uzanan Dubrovnik Senfoni Orkestrası, Luza Meydanı’na bakan St. Blaise Kilisesi’nin önünde yıl boyunca açık hava konserleri veriliyor. Gelecek yaz hem festivalin tadını çıkarırım hem de deniz ve yelken keyfi yaparım diyorsanız, şimdiden kalacak yer konusunda harekete geçmeniz şart, aksi takdirde yer bulmanız imkansız!
Hazır Hırvatistan AB’ye girmemişken ve de Türklerden vize istemiyorken bu güzel şehri görmeli. Haydi ne duruyorsunuz!
Burek ve çevapi’yi tadın, deniz ürünü seviyorsanız Orhan Restoran’a uğrayın
Dubrovnikliler sevecen, yardımsever ve de konuşkan. Ancak tek konu var ki kimse bunu ağzına almak istemiyor: Savaş. İşte o zaman suratlar asılıyor, gözler buğulanıyor. Bu, herkesin unutmak istediği, hatta olmamışçasına geçmişe gömdüğü bir konu. Hüznü dağıtmanın en iyi yolu "Rakija"dan bahsetmek, işte o zaman gözler ışıldıyor ve genzi yakan o sert Hırvat brandy’si raflardan indiriliyor. İsmi bizim "rakı"yı çağrıştırsa da bu iki içkinin birbiriyle hiçbir akrabalığı yok. Madem içkiden söz açtık, biraz da yemeklere değinmeli. Dubrovnik halkı denizden ne çıksa yiyor. Sebzeli balık çorbası yemeklerden önce iştah açıcı olarak sunuluyor. Hırvatlar da bizim gibi hamur işine meraklı. Hatta böreğin ismi bile "Burek". Bu, hiç kuşkusuz Osmanlı ile kimi zaman içiçe kimi zaman da komşu olarak yaşamalarının mutfağa etkisi. Yemeklerle beraber ekmek ve zeytinyağı sofranın demirbaşları. Kapalı börekler, etle ve de peynirle fırında pişiriliyor. Bir de "çevapi" var ki bu bizim köftenin uzaktan akrabası. Bunu Hırvat mutfağına kazandırdıkları için Bosnaklara teşekkür etmek gerek. Şehrin ara sokaklarındaki restoran enflasyonu maalesef doğru yeri bulana kadar insana biraz hayal kırıklığı yaşatıyor. Stradun’da ellerinde yemek mönüleriyle bekleşen garsonları pas geçmekte fayda var, buralarda yemekler, fiyatlar fazlasıyla turistik. Eski şehrin içinde yerel yemekleri tadabileceğiniz mekan sayısı maalesef oldukça az. Doğru yeri bulmanın yolu halk ile yapılan sohbetlerden geçiyor. Yaşlı teyzeler en iyi yemeğin kendi mutfaklarında piştiğini söyleseler de, sizi yönlendirecek bir lokanta buluyor. Stradun’un güney tarafındaki Nikole Gucetika 2 sokağındaki Taj Mahal, lezzetli Boşnak yemeklerini ve özellikle çevapi’yi tadabileceğiniz hesaplı bir seçenek. Yine aynı sokaktaki Lanterna’da boğakanı kıvamında Koracula şarabı eşliğinde marine edilmiş Dalmaçya bifteği "pasticada"yı tatmanızı tavsiye ederim. Deniz ürünü için mekana aldanıp eski limana bakan Taverna Arsenal’e gitmeyin sakın. Mönüsündeki herhangi bir deniz mahsullü yemeği, sıradan restoranda yüzde 50 ucuza yiyebilirsiniz. Eğer, deniz ürünleri konusunda hassassanız ve çok para ödemeye hazırsanız Amerika göçmeni Goran’ın, Prijeko 8 Sokağı’ndaki Wanda’sı ile şehir duvarlarının dışında Lovrjenac Burcu’na bakan Orhan Restaurant’a hiç düşünmeden gidebilirsiniz.
Gunduliceva Meydanı’nda her gün kurulan küçük pazardan, meyvelerinizi alabilirsiniz. Ayrıca, yerel zeytinyağı, bal, meyveli çeşitleriyle Hırvat brandy’si "Rakija" ve kurutulmuş portakal kabuğu denemeye değer lezzetler. Boşnakların ünlü tütsülenmiş kuru eti Suhomeso’yu bugüne kadar duymadıysanız doğru yerdesiniz. Muhakkak bir şarküteriden birkaç dilim Suhomeso alarak bunu taze ekmekle tadın. Ancak uyarmalıyım ki, uzun bir tütsülenme süreci ile pişirilen et herkesin damak zevkine uygun olmayabilir. Yine de değişik tecrübeler yaşamayacaksak neden farklı mekanlara yelken açıyoruz ki?
Şehrin tarihi bölümünde kalmanızda yarar var
İrili ufaklı birçok tesis olmakla beraber, eski şehrin içinde Pucic ve Stara Grad gibi bütçeyi fazlasıyla aşan birkaç otel dışında başka bir seçenek yokmuş gibi gözüküyor. Ancak klasik otel alışkanlığınızdan vazgeçebilirseniz birçok kişinin evlerindeki odaları ya da dairelerini kısa süreliğine kiraya verdiğini göreceksiniz. Ayrıca, sehir duvarlarının dışında birçok sevimli ve temiz pansiyon bulmak mümkün. Yeterince araştırmadan, internetten otel rezervasyonu yaptırırsanız kendinizi eski şehre otobüsle 20 dakika mesafedeki Lapad Yarımadası’nda bulabilirsiniz. Dubrovnik’te hayatın nabzı eski şehrin içinde atıyor. Bu nedenle kalacağınız yerin konumu çok önemli. Geceleri otobüs ya da taksi aramanız gerektiğinde, canınız sıkılıyor.