Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Cennete giden yol
Ben hareketli tatili daha çok seviyorum. Yollar beni yormuyor, aksine dinçleştiriyor. Size bu hafta İstanbul’dan başlayıp, Hopa’da biten yolculuğumu anlatacağım. Yani Karadenizlilerin dediği gibi “yali yali” gittiğim yollarda gördüklerimi, yediklerimi sizlerle paylaşacağım.
Uzun yolculuk, bir yaz sabahı, kuşluk vaktinde İstanbul’dan başladı. Otoyol bitene kadar kayda değer bir görüntü gözüme çarpmadı. Gerede çıkışından otoyoldan ayrıldım. Hedefimde Amasya vardı. Normal karayoluna çıkınca hızım azaldı ama otoyolun tekdüze görüntüsü kayboldu. Çevredeki manzara canlı bir tabloya dönüştü. Yol kenarları çeşitli renklere boyandı.
Dünyanın en kaliteli sarımsağının yetiştiği Taşköprü İlçesi’ne nedense sapmadım. Belki de bu mevsimde sarımsak olmaz diye düşünmüşümdür. Kendimi yolun akışına bıraktım. Karşıma önce çeltik tarlaları çıktı. Kimi kare, kimi dikdörtgen olan tarlalarda çeltikler neredeyse olgunlaşmıştı. Geometrik şekillerle süslenmiş topraklar, yeşilin çeşitli tonlarına boyanmıştı. Kimi açık, kimi koyu, kimi sarılı, kimi zümrüte yakın, kimi mavi ağırlıklı onlarca değişik yeşil, parsel parsel uzayıp gidiyordu. Kısa bir süre sonra bu renk cümbüşü yerini saman sarısına bırakacaktı.
Ilgaz Dağı’nı uzaklardan görünce içimden, “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın” şarkısını mırıldandım. Ezberimde sadece bu tek satır olduğu için gerisini getiremedim.
Amasya’ya gelmeden önce, Sinop yol ayırımındaki Kargı kasabasına saptım. Yıllardan beri yediğim, dünyanın en lezzetli peyniri olan “Kargı Tulumu”nun yapıldığı yeri görmek istedim. Kasabanın girişinde, “Peynir, bamya ve pirinç diyarına hoş geldiniz” yazıyordu. Bir dükkana girip peynir sordum. “Bu mevsimde bulamazsın” yanıtını alınca hayal kırıklığına uğradım. Bunu fark eden dükkan sahibi beni bir kenara oturtup, çay ısmarladı. Sonra da anlattı: “Peynir kasım ayında olur. Mart ayında biter. Bundan sonra kim sana peynir var derse yalan söylemiş olur.”
Amasya’ya güneş batmadan girdim. Yeşilırmak’ın kıyısında, Yalıboyu’nda, eski bir yalıdan bozma otelime yerleştim. Yalıboyu’nun dar sokağında dolaşıp, sayıları giderek azalan eski evlerin, tepeyi taçlandıran kalenin, ne zaman yapıldıkları tam olarak kestirilemeyen kral mezarlarının fotoğraflarını çektim. Evliya Çelebi’nin yazdığı 48 İslam, beş Hıristiyan mahallesini, büyük, küçük beş bin bakımlı evi ve sarayları aramak için gayret sarf etmedim. İnsanların ve zamanın elele verip, onları çoktan yok ettiğini biliyordum. Yeşilırmak’ın kıyısında kalan ayvanlı, çıkmalı, cumbalı evleri görüntülemekle yetindim.
ŞEHZADELER KENTİ
Irmağa olta sarkıtıp, balık bekleyenleri seyrettikten sonra ara sokaklara dalıp, tarihin izlerini aradım. Amasya’nın diğer bir adının da “Şehzadeler Kenti” olduğunu biliyordum. Tahta çıkmadan önce burada “yönetim stajı” yapan şehzadelerin adları aklımda kalanlarını sıraladım: Birinci Beyazıt, Çelebi Mehmet, Şehzade Murat, Ahmet Çelebi, Fatih Sultan Mehmet, İkinci Beyazıt, Sultan Üçüncü Murat... Kentin süsleri olan camileri, mescitleri, türbeleri, hamamları, medreseleri o günleri düşleyerek dolaştım. İki yanında duvar gibi yükselen dağların arasına sıkışmış bu kentin geçmişindeki medeniyetleri sıralamaya çalıştım: Hititliler, Frigler, Kimmerler, Lydialılar, Persler, Selçuklular, Osmanlılar...
Geçmişe dalmış yürürken, kendimi birden ana caddede, kalabalıkların, biçimsiz apartmanların, klakson seslerinin arasında buldum. Yeni Amasya’nın gürültüsünden kaçabilmek için, Çakallı Tepesi’ne doğru tırmanmaya başladım. Kentin tümünü görebildiğim bir noktada durup, ona bütün isimleri ile seslendim: Amasaa, Amis, Amesia, Amazis, Amazus, Amasa, Amisia... Yurt Ansiklopedisi’nden aldığım notlara bakınca, kentin adının, savaşçı kadınlar Amesitler’den (Amazonlar) alındığını gördüm. İslam Ansiklopedisi’nde ise Amasya adının Helenistik dönemden kaldığı konusundaki öne sürümü hatırladım.
STRABON NE YAZDI?
Daha sonra Strabon’un, “Coğrafya Kitabı”nın sayfalarını karıştırmaya başladım.
Antik dünyayı karış karış dolaşan İlkçağ’ın ünlü gezgin-coğrafyacısı, bu kentte doğmuş ve Amasya’ya dönüp, 17 kitaptan oluşan “Geokraphika”yı yazmıştı. Strabon’un kendi kenti hakkında yazdıklarını merak ettim: “Benim kentim, içinden İris Nehri’nin (Yeşilırmak) aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği ve doğa buraya hem kent hem de kale karakterini olağanüstü bir şekilde sağlamıştır. Bu topraklar ağaçlarla doludur. Bir kısmı da atlar için otlaktır. Kentin kurulmuş olduğu yerde, kıyıda bir duvar ve her iki tarafta sivri tepelere doğru uzanan duvarlar vardır. Bu alan içinde kralların hem sarayları hem de anıt mezarları bulunur. Amaseialılar’ın memleketlerinin üst tarafında Phazemonitis sıcak su kaynakları bulunur ki bunlar sağlık için çok iyidir.”
Amasya o kadar önemli bir kenttir ki, gezginler yollarını mutlaka buraya düşürürlerdi. Bunlardan biri de ünlü Fransız arkeolog Charles Texier’di. Fransız bilim adamı “Küçük Asya” adlı kitabında 1800’lü yılların Amasya’sı hakkında şunları yazmıştı: “Amasya şehri, yalnız eski eserleriyle ünlü olmayıp, sürekli olarak bir hükümdarlık merkezi olma önemine sahiptir. Arap mimari tarzındaki eserlere bakılırsa, orta çağda da gelişmiş bir yer olduğu görülür. Bununla beraber şimdiki şehir, eski parlaklığa yakın derecede bir gelişmişlik sergilemez. Sokakları dar ve kaldırımları eksiktir. Halkı şehirden çok, yazlıklarında ve civar tepelerin etrafındaki bahçelerinde ikamet ederler...”
ŞANSLI GEZGİNLER
Kafamda okuduklarımdan kalan bilgi kırıntıları, ayaklarımın altında akıp giden Yeşilırmak (İris ismi daha mı güzel yoksa), vadinin iki ucundaki ovalar, dünkü bugünkü Amasya derken dalıp gittim. Eski kale, kral mezarları, verimli vadi, ırmak, tarihi eserler, Ferhat adlı su kanalı, dik yamaçlı dağlar eski gezginlerin anlattığı gibi yerli yerinde duruyordu. Yani onların yazdıklarına ekleyecek bir şey yoktu. Bana da bugünün apartmanlarını, caddelerin kalabalığını, düzensiz büyümeyi, ırmak kıyısında balık tutanları anlatmak kalmıştı. Bu yüzden eski gezginleri kıskandım.
Ertesi gün Sarp Kapısı’na kadar tüm Karadeniz’i geçmem lazımdı. Otelime gidip, Amasya’yı düşünerek uykuya daldım.
İKİNCİ YAZI:
SAMSUN’DAN AŞAĞI, GİDERİM YALİ YALİ
Sabah erkenden yola çıktığımda yağmur atıştırıyordu. Kavşaktan Samsun istikamine döndüm. Kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. İstanbul’da solmaya başlayan papatyalar, burada yeni yeni boy göstermeye başlamıştı. “Bu yol ne zaman bitecek” derken karşıma Samsun çıktı.
Amazon denen kadın savaşçıların yaşadığı Samsun bölgesi, gururlu bir geçmişe sahipti. Krallar bu kente sahip olabilmek için oluk oluk kan dökmüştü. Strabon kentin bilginlerini şöyle sıralanmıştı: “Rhathenos’un oğlu Demetrios, matematikçi Dionysodoros, öğrencisi olduğum gramerci Tyrannion.” En önemlisi de Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımlarını burada atmıştı. Samsun aslında öyle bir solukta gelinip geçilecek bir kent değildi.
DAĞLARI DELEN EVLER
Çarşamba’yı, Terme’yi geçip Karadeniz sahiline çıkınca, yol çok güzel görüntüler sunmaya başladı. Solumda sahili köpük köpük beyaza boyayan koca Karadeniz, sağımda yeşilin her türlüsüyle kaplı tarlalar, tepeler. Ünye, Fatsa derken görünüm iyiden iyiye büyülemeye başladı. Bulduğum her genişlikte durup fotoğraf çektim. Zümrüt yeşili dağlar, Karadeniz manzaralı evlerle dolmaya başladı. Yapılanlar yörenin ünlü yayla evlerine benzese bir itirazım olmayacaktı. Hatta oralarda oturamadığım için, sahiplerini kıskanacaktım. Ama bunlar, her biri 5-6 katlı ucube apartman bozuntularıydı. Tuğlanın üstüne sıva bile vurulmamıştı. Yine de yeşili bozmaya, çirkinleştirmeye güçleri (şimdilik) yetmemişti.
Ordu ile birlikte dağ taş fındık ağaçlarına büründü. Hemen arabanın disk çalarına, Mahsun Kırmızıgül’ün “Yüzyılın Türküleri” CD’sini koyup, “Ordu’nun Dereleri”ni dinlemeye başladım. Yanıma bu albümün yanı sıra, bariton Ufuk Karakoç ile saz ustası Hacı Taşan’ın da türkü derlemelerini, Mercan Dede’nin “Seyahatnamesi”ni almıştım. Geçtiğim yere ait türkü varsa hemen onu çalıyordum.
Defterimi karıştırıp, Ordu’nun antik dönemine ait notları buldum: “Kotyora adındaki bu Rum şehri, Ksenofon zamanında oldukça önemli bir iskeleydi. On Binler Ordusu bu iskeleden gemilere binerek Ereğli’ye gitti.” Çevrede öylesine çok fındık ağacı vardı ki, bunların tüm dünyaya yeteceğini düşündüm. Fındıklar tüm Karadeniz boyunca görüntüden çıkmadı.
Gülyalı, Piraziz, Bulancak... Dünya güzeli yeşil kasabalardı. Yalnız aşırı yağmurdan dereler çamur çamur akıyordu. Nihayet Giresun göründü. Kirazın anavatanı bu kentte şimdilerde ara ki kirazı bulasın. Fındık, güzelim kirazı silmiş süpürmüştü.
Bir çok kaynak kitapta kentin antik çağdaki adının Cerasus veya Kerasos olduğu belirtilir. Ama Evliya Çelebi’nin anlatımına göre bu adın konmasının öyküsü şöyledir: “Fatih Sultan Mehmet kale fethedilirken Musahip Mahmud Paşa’ya, ‘Bu gece kale altına giresun’ diye ferman edince, kaleye metrise girip fethettiğinden dolayı Giresun denmiştir.”
Vakfıkebir’de fırınlar yol kenarına sıra sıra dizilmişti. Vitrinlerinde sergilenen ekmeklerin öylesine tahrik edici bir görüntüsü vardı ki, dayanamadım, koca bir ekmeği bagaja yerleştirdim.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Oy Trabzon Trabzon
Trabzon’u görünce içimi yolun sonuna yaklaşmanın sevinci kapladı. İtiraf etmesem de yorulmaya başlamıştım. Omuzlarıma hafif bir sızı oturmuştu. Karadeniz’in antik çağdan bu yana paylaşılamayan bu gözde kentinde de bilgi ikilemine düştüm. Kaynaklar kentin antik çağdaki adına “Trapesuz” diyordu. Halbuki Evliya Çelebi’nin savı başka türlüydü: “Fatih Sultan Mehmed Han 70 gün kuşatmadan sonra Rumların elinden aldı. Su ve havasının güzelliğinden hazederek adına Tarb-ı Etzun dedi. Doğrusu eğlence yeridir. Bir adı da Batumzir (Aşağı Batum) diğeri Lezki şehridir. Bazıları Tarb-ı Efsun der. Amma halk Trabzon der.”
Çelebi kent hakkında şu bilgileri de vermişti: “Bütün halkı eğlence ve gezinti ehlidir. İşrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olduklarından yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları Abaza, Gürcü, Çerkes güzelleri olduğundan, güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki her biri sanki birer ay parçasıdır.” Trabzon’u her gelişimde biraz daha gelişmiş, güzelleşmiş bulurum. Bu kez de öyle oldu. Yorulduğum için daha önce gördüğüm Sümela Manastırı’na giden yola sapmadım (Ama siz sakın ihmal etmeyin.) Sahilde oturup, köpüre köpüre sahile vuran Karadeniz’i seyrederek çay içtim.
DERELER DELİRMİŞ
Sürmene’nin bıçaklarının ününü, uzun süreden beri biliyordum. Bir dükkanın önünde durup bıçaklar hakkında sohbet ettim, küçük bir çakıyla büyükçe bir ekmek bıçağı satın aldım. Otomobile dönerken bir lokantanın vitrininde gözüme ilişen yazıyı okuyunca gülmeden geçemedim: “Hamsi ve balık bulunur!..”
Of’tan Çaykara’ya doğru saptım. Niyetim yıllar önce gördüğüm ve aşık olduğum Uzungöl’e gitmekti. Dereyi soluma alıp tırmanmaya başladım. Derme çatma köprülerin fotoğrafını çektim. Kıvrıla kıvrıla tırmanıp, Uzungöl’e vardım. Gölü görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Gençlik aşkım, eski güzelliğini yitirmişti. İçimden fotoğraf çekmek bile gelmedi. Birkaç kare görüntü ile yetindim. Gerisin geri sahile inip, soluğu Rize’de aldım. Aslında Ayder Yaylası’nda bir Kuspuni’de (mısır kurutulan kulübe) kalmaya niyetlenmiştim ama bu isteğimi gerçekleştiremedim. Denizin kıyısındaki odamın balkonundan, hem Karadeniz hem çay tarlaları ile kaplı tepeler görünüyordu. Karadeniz burada nedense suspus olmuş, süt limana dönmüştü.
LAZİSTAN SANCAĞI
Tepede yeşilliklerin arasındaki beyaz evleri görünce not defterimi karıştırıp, Abdülhak Hamid’in 1881 Martı’nda yazdıklarını buldum: “Trabzon’dan ayrıldıktan sonra Lazistan sancağının merkezi Rize’ye gelindi. Önü geniş deniz ve arkası Kafkas Dağları’na benzeyen doruklar ak sıra dağlardır ki, kara kuşun yuva yapmak isteyeceği yerlerden sayılsa yeridir. Evler kıyıdan tepelere kadar dağınık ve sayısız ağaçlar içinde doğanın kayrası gibi serpilmiş bir halde durur. Renkleri ise hep ak olduğundan o sayısız ağaçlıkların arasından dışarıdan kışın bakılırsa kar yağmış, yazın bakılırsa çiçekler açmış denilir.”
Bardağa viskimi doldurup, yeşil dağlarla mavi denizi gözlerime meze yaptım. Balıkçılar ağlarını serpmiş kısmetlerini bekliyordu. Ağaçların arasındaki ak evlerin pencerelerini ise akşam güneşi altına çevirmişti.
Yemekte mıhlamayla yetindim.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
Rize’den Hopa’ya bir masalın içinde
Uyandığımda güneş de yeni uyanmıştı. İlk ışıklar Karadeniz’i bakır rengine boyarken yola koyuldum. Rize içinde bir tur attım. Çok erken olmasına rağmen esnaf işyerlerini açmaya başlamıştı. Caddeleri bir aşağı bir yukarı katederek Rize’yi tanımaya çalıştım. Çevredeki bir çok “cennet mekana” merkez olan bu kentin, yeşil örtüsünü sıyırıp, apartmana boğulmasına üzüldüm.
Rize’den çıkıp Sarp Kapısı’na, yani Karadeniz’in Türk kıyılarının bitiş noktasına doğru ilerlemeye başladım.
Çayeli’nde, Lale ve Hüsrev lokantalarının önünden geçerken ağzım sulandı. Dünyanın en leziz kurufasulyesi buralarda pişiriliyordu. Eğer fasulye pişmiş olsaydı, sabahın körü demez kaşığı sallardım.
Kıyı yolunda, Pazar’dan Hemşin’e doğru saptım. Bir gün önceki sağanak yağış yeşili yıkayıp, ortaya çıkarmıştı. Deli deli akan dereyi, kah sağıma kah soluma alıp tırmanmaya başladım. Tepelerdeki set set çay bahçelerine, dik yamaçlarda ağaçların arasında boy gösteren yayla evlerine, yeşilin arasından bir ok gibi fırlayan beyaz minarelere, arada bir zirvelerden süzülüp ağaçları sarmalayan bulutlara bakınca, bir masal diyarında dolaştığımı sandım. Görüntüler ancak masallara yakışacak kadar gerçeküstü ve güzeldi. Hemşin’de, gerçeğe döndüm. O hülyalı yolun sonunda böylesine kötü yapılaşmış bir kasabayla karşılaşacağımı, aklımın ucundan bile geçirmemiştim.
FIRTINA GİBİ DERE
Tekrar kıyıya dönüp bu kez Ardeşen’den Çamlıhemşin’e yöneldim. Solumda Fırtına Deresi, adına yakışır bir şekilde gürül gürül akıyordu. Dere üstüne kurulmuş eli yüzü düzgün bir tesiste durdum. Niyetim demli bir çay içip, tarihi Timisvat Köprüsü’nün fotoğrafını çekmekti. Garsona zirvelerdeki çay bahçelerine nasıl tırmanıldığını, orada çalışmanın zor olup olmadığını sordum. O, uzun uzun anlattı. Ama Fırtına Deresi öylesine gürültülü akıyordu ki, kelimelerin yarısını önüne kattı götürdü. Pek bir şey anlayamadım.
Tırmandıkça yeşilin rengi daha da güzelleşti. Ağaçlar bulutlarla oynaşmaya başladı. Çamlıhemşin’in çevresine yakışmayan yapılaşmasını seyretmeye tahammül edemedim. Zil Kale yoluna sapıp, tekrar yeşil örtünün arasına daldım. Tepelerde görüntüye giren 3-4 katlı ahşap konaklara hayran kaldım. Yolun bozukluğuna aldırmadan tepelere tırmanıp, konaklara misafir oldum. Onlarla sohbet ettim. Çoğu emekli olup, büyük kentlere yerleşmişti. Yaz aylarında çay toplamak için geliyor, temiz havayla, doğayla hasret giderip geri dönüyordu. “Bu güzelliklerin içinde yaşadığınız için ne kadar şanslısınız” dedim. Aldığım yanıt: “Manzara karın doyurmuyor arkadaş. Çay da doyurmaz oldu. Burası sizler için 15 gün güzel. Sonra sıkılırsın. Hep aynı manzara. Ağaç aynı, otlar aynı, çiçekler aynı. Sesler bile değişmiyor...” Bir gün buralarda sıkılmayı deneyeceğimi söyleyerek vedalaştım.
Yaylalara, Fırtına Deresi’ne veda edip, Sarp Kapısı’nda Karadeniz’i bitirdim. Bir süre Gürcistan tepelerini seyrettikten sonra, geriye dönüp, Kemalpaşa’da, “Başkan’ın Yeri” adlı restoranın bahçesinde öğle yemeğine oturdum: Kötek, tekir, mezgit balıkları mısır ununa bulanıp, kızartılmıştı.
Hopa’dan Karadeniz’e veda edip, döne döne zirvelere çıkan yola saptım.
Dünyanın en kaliteli sarımsağının yetiştiği Taşköprü İlçesi’ne nedense sapmadım. Belki de bu mevsimde sarımsak olmaz diye düşünmüşümdür. Kendimi yolun akışına bıraktım. Karşıma önce çeltik tarlaları çıktı. Kimi kare, kimi dikdörtgen olan tarlalarda çeltikler neredeyse olgunlaşmıştı. Geometrik şekillerle süslenmiş topraklar, yeşilin çeşitli tonlarına boyanmıştı. Kimi açık, kimi koyu, kimi sarılı, kimi zümrüte yakın, kimi mavi ağırlıklı onlarca değişik yeşil, parsel parsel uzayıp gidiyordu. Kısa bir süre sonra bu renk cümbüşü yerini saman sarısına bırakacaktı.
Ilgaz Dağı’nı uzaklardan görünce içimden, “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın” şarkısını mırıldandım. Ezberimde sadece bu tek satır olduğu için gerisini getiremedim.
Amasya’ya gelmeden önce, Sinop yol ayırımındaki Kargı kasabasına saptım. Yıllardan beri yediğim, dünyanın en lezzetli peyniri olan “Kargı Tulumu”nun yapıldığı yeri görmek istedim. Kasabanın girişinde, “Peynir, bamya ve pirinç diyarına hoş geldiniz” yazıyordu. Bir dükkana girip peynir sordum. “Bu mevsimde bulamazsın” yanıtını alınca hayal kırıklığına uğradım. Bunu fark eden dükkan sahibi beni bir kenara oturtup, çay ısmarladı. Sonra da anlattı: “Peynir kasım ayında olur. Mart ayında biter. Bundan sonra kim sana peynir var derse yalan söylemiş olur.”
Amasya’ya güneş batmadan girdim. Yeşilırmak’ın kıyısında, Yalıboyu’nda, eski bir yalıdan bozma otelime yerleştim. Yalıboyu’nun dar sokağında dolaşıp, sayıları giderek azalan eski evlerin, tepeyi taçlandıran kalenin, ne zaman yapıldıkları tam olarak kestirilemeyen kral mezarlarının fotoğraflarını çektim. Evliya Çelebi’nin yazdığı 48 İslam, beş Hıristiyan mahallesini, büyük, küçük beş bin bakımlı evi ve sarayları aramak için gayret sarf etmedim. İnsanların ve zamanın elele verip, onları çoktan yok ettiğini biliyordum. Yeşilırmak’ın kıyısında kalan ayvanlı, çıkmalı, cumbalı evleri görüntülemekle yetindim.
ŞEHZADELER KENTİ
Irmağa olta sarkıtıp, balık bekleyenleri seyrettikten sonra ara sokaklara dalıp, tarihin izlerini aradım. Amasya’nın diğer bir adının da “Şehzadeler Kenti” olduğunu biliyordum. Tahta çıkmadan önce burada “yönetim stajı” yapan şehzadelerin adları aklımda kalanlarını sıraladım: Birinci Beyazıt, Çelebi Mehmet, Şehzade Murat, Ahmet Çelebi, Fatih Sultan Mehmet, İkinci Beyazıt, Sultan Üçüncü Murat... Kentin süsleri olan camileri, mescitleri, türbeleri, hamamları, medreseleri o günleri düşleyerek dolaştım. İki yanında duvar gibi yükselen dağların arasına sıkışmış bu kentin geçmişindeki medeniyetleri sıralamaya çalıştım: Hititliler, Frigler, Kimmerler, Lydialılar, Persler, Selçuklular, Osmanlılar...
Geçmişe dalmış yürürken, kendimi birden ana caddede, kalabalıkların, biçimsiz apartmanların, klakson seslerinin arasında buldum. Yeni Amasya’nın gürültüsünden kaçabilmek için, Çakallı Tepesi’ne doğru tırmanmaya başladım. Kentin tümünü görebildiğim bir noktada durup, ona bütün isimleri ile seslendim: Amasaa, Amis, Amesia, Amazis, Amazus, Amasa, Amisia... Yurt Ansiklopedisi’nden aldığım notlara bakınca, kentin adının, savaşçı kadınlar Amesitler’den (Amazonlar) alındığını gördüm. İslam Ansiklopedisi’nde ise Amasya adının Helenistik dönemden kaldığı konusundaki öne sürümü hatırladım.
STRABON NE YAZDI?
Daha sonra Strabon’un, “Coğrafya Kitabı”nın sayfalarını karıştırmaya başladım.
Antik dünyayı karış karış dolaşan İlkçağ’ın ünlü gezgin-coğrafyacısı, bu kentte doğmuş ve Amasya’ya dönüp, 17 kitaptan oluşan “Geokraphika”yı yazmıştı. Strabon’un kendi kenti hakkında yazdıklarını merak ettim: “Benim kentim, içinden İris Nehri’nin (Yeşilırmak) aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği ve doğa buraya hem kent hem de kale karakterini olağanüstü bir şekilde sağlamıştır. Bu topraklar ağaçlarla doludur. Bir kısmı da atlar için otlaktır. Kentin kurulmuş olduğu yerde, kıyıda bir duvar ve her iki tarafta sivri tepelere doğru uzanan duvarlar vardır. Bu alan içinde kralların hem sarayları hem de anıt mezarları bulunur. Amaseialılar’ın memleketlerinin üst tarafında Phazemonitis sıcak su kaynakları bulunur ki bunlar sağlık için çok iyidir.”
Amasya o kadar önemli bir kenttir ki, gezginler yollarını mutlaka buraya düşürürlerdi. Bunlardan biri de ünlü Fransız arkeolog Charles Texier’di. Fransız bilim adamı “Küçük Asya” adlı kitabında 1800’lü yılların Amasya’sı hakkında şunları yazmıştı: “Amasya şehri, yalnız eski eserleriyle ünlü olmayıp, sürekli olarak bir hükümdarlık merkezi olma önemine sahiptir. Arap mimari tarzındaki eserlere bakılırsa, orta çağda da gelişmiş bir yer olduğu görülür. Bununla beraber şimdiki şehir, eski parlaklığa yakın derecede bir gelişmişlik sergilemez. Sokakları dar ve kaldırımları eksiktir. Halkı şehirden çok, yazlıklarında ve civar tepelerin etrafındaki bahçelerinde ikamet ederler...”
ŞANSLI GEZGİNLER
Kafamda okuduklarımdan kalan bilgi kırıntıları, ayaklarımın altında akıp giden Yeşilırmak (İris ismi daha mı güzel yoksa), vadinin iki ucundaki ovalar, dünkü bugünkü Amasya derken dalıp gittim. Eski kale, kral mezarları, verimli vadi, ırmak, tarihi eserler, Ferhat adlı su kanalı, dik yamaçlı dağlar eski gezginlerin anlattığı gibi yerli yerinde duruyordu. Yani onların yazdıklarına ekleyecek bir şey yoktu. Bana da bugünün apartmanlarını, caddelerin kalabalığını, düzensiz büyümeyi, ırmak kıyısında balık tutanları anlatmak kalmıştı. Bu yüzden eski gezginleri kıskandım.
Ertesi gün Sarp Kapısı’na kadar tüm Karadeniz’i geçmem lazımdı. Otelime gidip, Amasya’yı düşünerek uykuya daldım.
İKİNCİ YAZI:
SAMSUN’DAN AŞAĞI, GİDERİM YALİ YALİ
Sabah erkenden yola çıktığımda yağmur atıştırıyordu. Kavşaktan Samsun istikamine döndüm. Kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. İstanbul’da solmaya başlayan papatyalar, burada yeni yeni boy göstermeye başlamıştı. “Bu yol ne zaman bitecek” derken karşıma Samsun çıktı.
Amazon denen kadın savaşçıların yaşadığı Samsun bölgesi, gururlu bir geçmişe sahipti. Krallar bu kente sahip olabilmek için oluk oluk kan dökmüştü. Strabon kentin bilginlerini şöyle sıralanmıştı: “Rhathenos’un oğlu Demetrios, matematikçi Dionysodoros, öğrencisi olduğum gramerci Tyrannion.” En önemlisi de Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımlarını burada atmıştı. Samsun aslında öyle bir solukta gelinip geçilecek bir kent değildi.
DAĞLARI DELEN EVLER
Çarşamba’yı, Terme’yi geçip Karadeniz sahiline çıkınca, yol çok güzel görüntüler sunmaya başladı. Solumda sahili köpük köpük beyaza boyayan koca Karadeniz, sağımda yeşilin her türlüsüyle kaplı tarlalar, tepeler. Ünye, Fatsa derken görünüm iyiden iyiye büyülemeye başladı. Bulduğum her genişlikte durup fotoğraf çektim. Zümrüt yeşili dağlar, Karadeniz manzaralı evlerle dolmaya başladı. Yapılanlar yörenin ünlü yayla evlerine benzese bir itirazım olmayacaktı. Hatta oralarda oturamadığım için, sahiplerini kıskanacaktım. Ama bunlar, her biri 5-6 katlı ucube apartman bozuntularıydı. Tuğlanın üstüne sıva bile vurulmamıştı. Yine de yeşili bozmaya, çirkinleştirmeye güçleri (şimdilik) yetmemişti.
Ordu ile birlikte dağ taş fındık ağaçlarına büründü. Hemen arabanın disk çalarına, Mahsun Kırmızıgül’ün “Yüzyılın Türküleri” CD’sini koyup, “Ordu’nun Dereleri”ni dinlemeye başladım. Yanıma bu albümün yanı sıra, bariton Ufuk Karakoç ile saz ustası Hacı Taşan’ın da türkü derlemelerini, Mercan Dede’nin “Seyahatnamesi”ni almıştım. Geçtiğim yere ait türkü varsa hemen onu çalıyordum.
Defterimi karıştırıp, Ordu’nun antik dönemine ait notları buldum: “Kotyora adındaki bu Rum şehri, Ksenofon zamanında oldukça önemli bir iskeleydi. On Binler Ordusu bu iskeleden gemilere binerek Ereğli’ye gitti.” Çevrede öylesine çok fındık ağacı vardı ki, bunların tüm dünyaya yeteceğini düşündüm. Fındıklar tüm Karadeniz boyunca görüntüden çıkmadı.
Gülyalı, Piraziz, Bulancak... Dünya güzeli yeşil kasabalardı. Yalnız aşırı yağmurdan dereler çamur çamur akıyordu. Nihayet Giresun göründü. Kirazın anavatanı bu kentte şimdilerde ara ki kirazı bulasın. Fındık, güzelim kirazı silmiş süpürmüştü.
Bir çok kaynak kitapta kentin antik çağdaki adının Cerasus veya Kerasos olduğu belirtilir. Ama Evliya Çelebi’nin anlatımına göre bu adın konmasının öyküsü şöyledir: “Fatih Sultan Mehmet kale fethedilirken Musahip Mahmud Paşa’ya, ‘Bu gece kale altına giresun’ diye ferman edince, kaleye metrise girip fethettiğinden dolayı Giresun denmiştir.”
Vakfıkebir’de fırınlar yol kenarına sıra sıra dizilmişti. Vitrinlerinde sergilenen ekmeklerin öylesine tahrik edici bir görüntüsü vardı ki, dayanamadım, koca bir ekmeği bagaja yerleştirdim.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Oy Trabzon Trabzon
Trabzon’u görünce içimi yolun sonuna yaklaşmanın sevinci kapladı. İtiraf etmesem de yorulmaya başlamıştım. Omuzlarıma hafif bir sızı oturmuştu. Karadeniz’in antik çağdan bu yana paylaşılamayan bu gözde kentinde de bilgi ikilemine düştüm. Kaynaklar kentin antik çağdaki adına “Trapesuz” diyordu. Halbuki Evliya Çelebi’nin savı başka türlüydü: “Fatih Sultan Mehmed Han 70 gün kuşatmadan sonra Rumların elinden aldı. Su ve havasının güzelliğinden hazederek adına Tarb-ı Etzun dedi. Doğrusu eğlence yeridir. Bir adı da Batumzir (Aşağı Batum) diğeri Lezki şehridir. Bazıları Tarb-ı Efsun der. Amma halk Trabzon der.”
Çelebi kent hakkında şu bilgileri de vermişti: “Bütün halkı eğlence ve gezinti ehlidir. İşrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olduklarından yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları Abaza, Gürcü, Çerkes güzelleri olduğundan, güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki her biri sanki birer ay parçasıdır.” Trabzon’u her gelişimde biraz daha gelişmiş, güzelleşmiş bulurum. Bu kez de öyle oldu. Yorulduğum için daha önce gördüğüm Sümela Manastırı’na giden yola sapmadım (Ama siz sakın ihmal etmeyin.) Sahilde oturup, köpüre köpüre sahile vuran Karadeniz’i seyrederek çay içtim.
DERELER DELİRMİŞ
Sürmene’nin bıçaklarının ününü, uzun süreden beri biliyordum. Bir dükkanın önünde durup bıçaklar hakkında sohbet ettim, küçük bir çakıyla büyükçe bir ekmek bıçağı satın aldım. Otomobile dönerken bir lokantanın vitrininde gözüme ilişen yazıyı okuyunca gülmeden geçemedim: “Hamsi ve balık bulunur!..”
Of’tan Çaykara’ya doğru saptım. Niyetim yıllar önce gördüğüm ve aşık olduğum Uzungöl’e gitmekti. Dereyi soluma alıp tırmanmaya başladım. Derme çatma köprülerin fotoğrafını çektim. Kıvrıla kıvrıla tırmanıp, Uzungöl’e vardım. Gölü görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Gençlik aşkım, eski güzelliğini yitirmişti. İçimden fotoğraf çekmek bile gelmedi. Birkaç kare görüntü ile yetindim. Gerisin geri sahile inip, soluğu Rize’de aldım. Aslında Ayder Yaylası’nda bir Kuspuni’de (mısır kurutulan kulübe) kalmaya niyetlenmiştim ama bu isteğimi gerçekleştiremedim. Denizin kıyısındaki odamın balkonundan, hem Karadeniz hem çay tarlaları ile kaplı tepeler görünüyordu. Karadeniz burada nedense suspus olmuş, süt limana dönmüştü.
LAZİSTAN SANCAĞI
Tepede yeşilliklerin arasındaki beyaz evleri görünce not defterimi karıştırıp, Abdülhak Hamid’in 1881 Martı’nda yazdıklarını buldum: “Trabzon’dan ayrıldıktan sonra Lazistan sancağının merkezi Rize’ye gelindi. Önü geniş deniz ve arkası Kafkas Dağları’na benzeyen doruklar ak sıra dağlardır ki, kara kuşun yuva yapmak isteyeceği yerlerden sayılsa yeridir. Evler kıyıdan tepelere kadar dağınık ve sayısız ağaçlar içinde doğanın kayrası gibi serpilmiş bir halde durur. Renkleri ise hep ak olduğundan o sayısız ağaçlıkların arasından dışarıdan kışın bakılırsa kar yağmış, yazın bakılırsa çiçekler açmış denilir.”
Bardağa viskimi doldurup, yeşil dağlarla mavi denizi gözlerime meze yaptım. Balıkçılar ağlarını serpmiş kısmetlerini bekliyordu. Ağaçların arasındaki ak evlerin pencerelerini ise akşam güneşi altına çevirmişti.
Yemekte mıhlamayla yetindim.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
Rize’den Hopa’ya bir masalın içinde
Uyandığımda güneş de yeni uyanmıştı. İlk ışıklar Karadeniz’i bakır rengine boyarken yola koyuldum. Rize içinde bir tur attım. Çok erken olmasına rağmen esnaf işyerlerini açmaya başlamıştı. Caddeleri bir aşağı bir yukarı katederek Rize’yi tanımaya çalıştım. Çevredeki bir çok “cennet mekana” merkez olan bu kentin, yeşil örtüsünü sıyırıp, apartmana boğulmasına üzüldüm.
Rize’den çıkıp Sarp Kapısı’na, yani Karadeniz’in Türk kıyılarının bitiş noktasına doğru ilerlemeye başladım.
Çayeli’nde, Lale ve Hüsrev lokantalarının önünden geçerken ağzım sulandı. Dünyanın en leziz kurufasulyesi buralarda pişiriliyordu. Eğer fasulye pişmiş olsaydı, sabahın körü demez kaşığı sallardım.
Kıyı yolunda, Pazar’dan Hemşin’e doğru saptım. Bir gün önceki sağanak yağış yeşili yıkayıp, ortaya çıkarmıştı. Deli deli akan dereyi, kah sağıma kah soluma alıp tırmanmaya başladım. Tepelerdeki set set çay bahçelerine, dik yamaçlarda ağaçların arasında boy gösteren yayla evlerine, yeşilin arasından bir ok gibi fırlayan beyaz minarelere, arada bir zirvelerden süzülüp ağaçları sarmalayan bulutlara bakınca, bir masal diyarında dolaştığımı sandım. Görüntüler ancak masallara yakışacak kadar gerçeküstü ve güzeldi. Hemşin’de, gerçeğe döndüm. O hülyalı yolun sonunda böylesine kötü yapılaşmış bir kasabayla karşılaşacağımı, aklımın ucundan bile geçirmemiştim.
FIRTINA GİBİ DERE
Tekrar kıyıya dönüp bu kez Ardeşen’den Çamlıhemşin’e yöneldim. Solumda Fırtına Deresi, adına yakışır bir şekilde gürül gürül akıyordu. Dere üstüne kurulmuş eli yüzü düzgün bir tesiste durdum. Niyetim demli bir çay içip, tarihi Timisvat Köprüsü’nün fotoğrafını çekmekti. Garsona zirvelerdeki çay bahçelerine nasıl tırmanıldığını, orada çalışmanın zor olup olmadığını sordum. O, uzun uzun anlattı. Ama Fırtına Deresi öylesine gürültülü akıyordu ki, kelimelerin yarısını önüne kattı götürdü. Pek bir şey anlayamadım.
Tırmandıkça yeşilin rengi daha da güzelleşti. Ağaçlar bulutlarla oynaşmaya başladı. Çamlıhemşin’in çevresine yakışmayan yapılaşmasını seyretmeye tahammül edemedim. Zil Kale yoluna sapıp, tekrar yeşil örtünün arasına daldım. Tepelerde görüntüye giren 3-4 katlı ahşap konaklara hayran kaldım. Yolun bozukluğuna aldırmadan tepelere tırmanıp, konaklara misafir oldum. Onlarla sohbet ettim. Çoğu emekli olup, büyük kentlere yerleşmişti. Yaz aylarında çay toplamak için geliyor, temiz havayla, doğayla hasret giderip geri dönüyordu. “Bu güzelliklerin içinde yaşadığınız için ne kadar şanslısınız” dedim. Aldığım yanıt: “Manzara karın doyurmuyor arkadaş. Çay da doyurmaz oldu. Burası sizler için 15 gün güzel. Sonra sıkılırsın. Hep aynı manzara. Ağaç aynı, otlar aynı, çiçekler aynı. Sesler bile değişmiyor...” Bir gün buralarda sıkılmayı deneyeceğimi söyleyerek vedalaştım.
Yaylalara, Fırtına Deresi’ne veda edip, Sarp Kapısı’nda Karadeniz’i bitirdim. Bir süre Gürcistan tepelerini seyrettikten sonra, geriye dönüp, Kemalpaşa’da, “Başkan’ın Yeri” adlı restoranın bahçesinde öğle yemeğine oturdum: Kötek, tekir, mezgit balıkları mısır ununa bulanıp, kızartılmıştı.
Hopa’dan Karadeniz’e veda edip, döne döne zirvelere çıkan yola saptım.