Son Güncelleme:
Bodrum vardiyası
Datça’nın yalnız ve sessiz koylarından sonra Bodrum’un kalabalığını görünce ürktüm. İlçe merkezindeki kargaşadan mümkün olduğunca uzak durdum. Denize girmek için tenha plajlar aradım. Lezzetli yemekler yiyerek güneşi batırdım. Sonra tatile nokta koyup İstanbul’a döndüm.Datça’nın keyfini çıkartıp, tiryakisi olduktan sonra, Gökova Körfezi’ne bakan Körmen Limanı’ndan feribota bindim. Feribot dediğim, balıkçı motorunun iricesiydi. Bodrum, uzaklarda, puslu Gökova Körfezi’nin diğer yakasında hayal meyal görünüyordu. Tekne hareket edince, deniz kokan rüzgar sıcağı kovaladı, serin kollarıyla tüm vücudumu sarmaladı. Bir bardak çay, uzaklarda dalıp çıkan birkaç yunus balığı, kitaptan birkaç sayfa derken önce Karaada, ardından Bodrum tüm kalabalığıyla göründü. Dönüp geriye baktım, bu kez Datça hayale dönüşmüştü. Deniz yolunun, Datça’ya ulaşmak için en rahat yol olduğuna bu gezi sonunda karar verdim.Feribottan inince kendimi gitmeyen bir trafiğin içinde buldum. Bodrum iyiden iyiye İstanbul olmuştu. Buraya kaçıncı gelişimdi unuttum. İlk geldiğim yıllarda, yolculuk saatler sürerdi. Daracık sokaklar, kapısı penceresi çivit mavisi boyalı beyaz taş evler, sokaklarda birbirini tanıyan insanlar, barlarda aşk arayanlar, yazarlar, çizerlerle bambaşka bir alemdi Bodrum. Yani Selim İleri’nin ‘Her Gece Bodrum’uydu. DATÇA’DAN SONRA BODRUM BİR KABUSNedense o zamanın Bodrum’una doyum olmazdı. Sonra olan oldu, her şey üst üste bindi ve bu küçük kasaba İstanbul’a döndü. Bunda ulaşımın kolaylaşması önemli rol oynadı. Otoban benzeri yollar, uçaklar bu erişilmez kasabayı her yere yaklaştırdı.Bodrum’da, birçok geziye beraber gittiğim avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın Bitez’deki evinde kalacaktım. Otellerin, pansiyonların, sitelerin, bakkalların, mağazaların, turistlerin arasından geçip eve vardım. Datça’dan sonra Bodrum bir kabus gibi üstüme çullanmıştı. Terasın gölgeli bir köşesine çekildim. Bitez Koyu’nun ünlü rüzgarıyla yelken şişiren sörfçüleri seyrederek çevreye uyum sağlamaya çalıştım.Bodrum’da kaldığım süre içinde Bodrum’a sadece bir kez, marinadaki barda güneşin batışını seyretmek için indim. İki katlı restoranın üst katındaki barda, tekne direklerinin oluşturduğu ormanın ardından kaleyi, surlarda yansıyan batan güneşin yumuşak ışıklarını izlerken, uzak denizlerde yolculuk hayali kurdum. Hayallerimi o tekneden indirip, bu tekneye bindirerek dalgaları aştım durdum. Marina Bodrum’un içinde başka bir alemdi. Orada birçok ülkeden insan yan yana gelmiş, anılarına Bodrum’u da ekleme çabasına düşmüşlerdi. Onun için yiyor, içiyor, geziyor, fotoğraf çekiyor, yol maceralarını değiş tokuş ediyorlardı.YALIKAVAK TEPESİNDE YEMEK TADIMIDenize Bitez Koyu’ndaki Mor Plaj’dan girdim. Güneşin öfkesine karşılık, serin ve lacivert sulara sığındım. Günün büyük bir bölümünde gölgelik köşelerde kitap okudum. Güneş insafa gelmeden saklandığım kuytulardan çıkmadım. Bodrum tatilinde iki mekan keşfettim. Aslında bu mekanlar benden önce keşfedilmişti bana ise adres krokilerini izlemek düşmüştü. Gittiğim iki lezzet durağı da Yalıkavak’taydı. Bunlardan bir tanesi, Yalıkavak’ın tepesindeki 20 odalı ‘4Reasons Oteli’ydi (252-385 3212). Bu işleri bilen bir arkadaşım önermişti. Oraya vardığımda, güneş, mandalina ve zeytin bahçelerinin üstünden denize dokunmaya başlamıştı. Uzaklardaki tepelerde detaylar kaybolmuş, mor siluetler görüntüyü romantizme boğmuştu. Niyetim otelin havuz başındaki Bistro’sunda yemek yemekti. Önce bara oturup, otelin sahibi olan Ali ve Esra Akın ile sohbet ettim. Uzun yıllar Kanada’da yaşayan ve otelcilikle alakası olmayan işlerde çalışan çift, daha sonra Türkiye’ye gelip, bu aile işletmesine el koymuşlardı. Onların eşliğinde odaları gezdim. Gerçekten de çok güzel, insanı evinde hissettiren odalardı. Çalışanlar sıcakkanlıydı. Bir evin çalışma odasına benzeyen resepsiyon, ‘cookie’ adlı dünya şirini bir köpeğe teslim edilmişti. Her şey ve herkes çok kibardı. Müşterilere arkadaş gibi yaklaşmalarına, otelin tümünde en iyi malzemeyi kullanmalarına, müşteri mutluluğu için ödünsüz çalışmalarına bakıp, Ali ve Esra Akın çiftinin bu işin acemisi (!) olduklarını hemen anladım. 4Reasons Oteli’ni de favori butik oteller listeme kaydettim.Bistro’nun mutfağı şef Ömer Uras’a teslim edilmişti. Mönüyü Akdeniz mutfağının en güzel örnekleriyle hazırlayan şef, yörenin yemeklerini de yorumlamaya çalıştığını söyledi. Eğer bu yorumlar arasında müşterilerin beğenisi toplayan olursa onu mönüye koyuyormuş. O gece birkaç yemeğin tadına baktım. Gerçekten de oldukça lezzetli yemeklerdi. Yemek sonrası, Remzi Emek ve kızı Sibel Emek’ten oluşan Jazz Project’en dinlediğim müzikle geceyi sonlandırdım. Bodrum’da, hoş bir mekanda kalmak, lezzetli yemekler yemek ve müzik dinlemek istiyorsanız bu butik oteli öneririm.DALGALARIN SÜRÜKLEDİĞİ ÇAKIL SESLERİ EŞLİĞİNDEYalıkavak’ta gittiğim ikinci mekan, ‘Deniz Restoran-Balıkçı Hasan’ın yeri-’ oldu (252-385 4242). Burası Hürriyet’in Cuma günleri yayınlanan ekinde, benim de aralarında bulunduğum jüri tarafından en iyi on balıkçıdan biri seçilmişti. Yer ayırtıp gittim. Masam tam denizin kenarına konmuştu. Kaba bir dalga gelse ıslanabilirdim. Güneş, bütün güneş batımlarındaki gibi gökyüzünü rengarenk boyamıştı. Denizin üstündeki altın tozlu ışıl ışıl yol güneşe doğru uzanıyordu. Önden Gambil -bir tür mercimek- humusu, kazayağı, deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması, ahtapot salatası, kalamar ızgara, kaymak gibi beyaz peynir, baklava tadında buz gibi kavun masayı süsledi. Aslında bu kadar mezeye gerek yoktu. Küçük dalgaların sürüklediği çakıl taşlarının çıkardığı sesler bile, kadehe eşlik etmek için yeter de artardı bile!.. Ardından altın sarısı rengindeki barbun tavalar geldi. Balıkçı Hasan tüm maharetini ortaya dökmüştü. Balığın dışı kıtır kıtır olmuştu ama yağ içeriye geçmemişti. Acele etmeden, keyfini çıkara çıkara bir akşam yemeği yedim. Masadan kalktığımda yıldızlar gökyüzünde ışıldamaya başlamışlardı.BENİM SEVDİĞİM BODRUMKahveci Raşit, Kirli Mehmet, meyhaneci Orhan, tekneci sarhoş Aykan, Han restoranın ortağı Aydın, türkücü Ender, Türkbükü’nde Osman Çavuş’un bağlarında oturan rahmetli Selahattin Hilav, ilk caz kulübün sahibi Memo, Tuna Ötenel, Bodrum’un Paşası Zeki Müren... Bu isimlerin olduğu dönemlerde Bodrum daha renkliydi. Ben o Bodrum’u seviyordum.İZMİR-BODRUM 12 SAAT YOLDA TAM 365 VİRAJBodrum’da elime bir kitap geçti. Kitabın adı: ‘1935-2005 Üç Nesil Bodrum’du. İsmail Uslu anılarını anlatıyordu:‘Bodrum uçta bir kasabaydı adını bilen bile yoktu. Kara yolu ile gelmek çok güçtü. Bodrum-İzmir arası 12 saat sürüyordu. Yolda tam 365 viraj vardı. Aydın-İzmir arası çok güzeldi ama bu virajlar insanı hasta ederdi. Herkesin eline bir naylon poşet verilir, midesi bulananlar bu poşetlere kusarlardı. Yolcular İzmir’e hasta ve perişan inerlerdi. Dönüş yolunda da aynı işkence yaşanırdı. Sıcak havalarda bayılanlar olurdu. Bodrum’a 10 kilometre uzaklıkta bir köpekli kahve vardı. Burada otobüsler mola verir, yolcular ihtiyaçlarını giderir sonra yola devam edilirdi. Yolcular bir hafta kendilerine gelemezdi. 15 günde bir gelen Deniz Yolları’nın sitimli yolcu gemisiyle de İstanbul’a gidilirdi.’ İşte bir zamanlar Bodrum’a ulaşmak bu kadar zahmetliydi onun için de Bodrum yapayalnızdı.Azmak Köprüsü’nün iki yanıSon akşamımda Göltürkbükü’ne gittim. Görmeyeli nelerin değiştiğini merak etmiştim. Gittiğimde bildiğim kalabalığı bulamadım. Omuz omuza yürünen sahilde, kimselerle çarpışmadım. Yalnız kıyının 15 metre uzunluğundaki Azmak Köprüsü ile adeta ikiye bölündüğünü gördüm. Köprünün bir yanındaki sahilde fiyatlar, müşteriler, kıyafetler çok mütevazıydı. Ama köprüyü geçince her şey birdenbire değişiyordu. Öte yakada Shipahoy, Gecce, Fidele, Maki, Maça Kızı, Cafe İnn gibi ünlülerin vazgeçemediği mekanlar sıralanmıştı. Burada her adımda bir ünlüye rastlamak olasıydı. Fiyatlar da köprünün diğer yakasına göre oldukça pahalıydı. Bu pahalılık Türkbükü muhtarı Cevat İrgin’i bile şaşırtmış, onu şu itirafa zorlamıştı: ‘Tüm Akdeniz’i gezdim, bizim belde kadar pahalısını görmedim...’Her şeye rağmen Göltürkbükü sahili, bu tür eğlenceyi sevenler için az bulunur bir mekandı. Bir zamanlar -yıllar önce- adını duyduğumda bile heyecanlandığım Bodrum’dan bu kez bir an önce ayrılmak istedim nedense. Sıcak, kalabalıklar ve gürültü beni dışarı itti. Aslında bir an evvel gitmemin altında, burada kendimi yabancı hissetmem yatıyordu. Tanıdıklarımın hiçbiri artık ortalıklarda görünmüyordu. Örneğin kalenin karşısındaki kahveyi işleten Raşit, Meyhaneler Sokağı’ndaki Kirli Mehmet, meyhaneci Orhan, tekneci sarhoş Aykan, Han restoranın ortağı Aydın, türkücü Ender, Türkbükü’nde Osman Çavuş’un bağlarında oturan rahmetli Selahattin Hilav, ilk caz kulübün sahibi Memo, Tuna Ötenel, Bodrum’un Paşası Zeki Müren... Bu isimlerin olduğu dönemlerde Bodrum daha renkliydi. Ben o Bodrum’u seviyordum.Dönüşe geçmeden önce dar sokaklarda bir kez daha dolaştım. Sabahın erkeniydi ve etrafta kimsecikler yoktu. Çarşının içindeki Yunuslar Fırını’na gittim. Poğaçalar yeni çıkmıştı. Mısır ve kepek unuyla yapılmış iki tane peynirli poğaça aldım ve direksiyonu İstanbul’a doğru kırdım.