Muhsin KARABAY
Son Güncelleme:
Biraz tarihe, biraz öte dünyaya doğru bir yolculuk
Paris’te gezmek istediğim yerlerin başında mezarlıklar geliyordu. Okuyuculardan bazıları bu merakımı biraz garipsemiş olabilirler. Haklıdırlar. Çünkü bizdeki eski mezarlık ziyaretleri ya artık hepten unutuldu ya da dini bayramlarımızın sayısınca yılda ikiye indirildi. Oysa Avrupa’da en azından meşhur adamların mezarlarını görme merakıyla o muhteşem mezarlıklar her gün binlerce ziyaretçiyle dolup taşıyor.
Alliance Française’de Fransızca kursuna başlamıştım. Bir gün sınıfımızda bulunan Kanadalı bir öğrenci, Paris’teki meşhurların bulunduğu mezarlığa gittiğini söyleyerek herkese dijital fotoğraf makinesiyle çekmiş olduğu Oscar Wilde’ın mezar taşındaki ruj izlerini gösterdi. Kısa sürede anladım ki, sınıfımızdaki birçok öğrenci meşhurların mezarlarını görmek ve onları ziyaret etmek için o mezarlığa gitmişlerdi.
Her gün dersten çıktıktan sonra elimde fotoğraf makinemle Paris sokaklarında kayboluyordum. Bir gün dersten çıkar çıkmaz metroya binerek meşhur Pere Lachaise mezarlığına gittim. Girişte bir adam mezarlığın broşürünü satıyordu. Türk olduğumu öğrenince bana hemen Yılmaz Güney’le Ahmet Kaya’nın da o mezarlıkta bulunduklarını söyledi.
Mezarlığın birçok meraklı ziyaretçiyle dolu olduğunu görünce çok şaşırdım. Kimi metal panodaki mezarlığın planından, kimi de ellerindeki broşür ve kitaplardan ziyaret etmek istedikleri meşhurların mezarlarını bulmaya çalışıyordu. Orada gördüm ki, mezarlıklarla ilgili sadece broşürler değil, kitaplar da mevcut.
KİMLER YOK Kİ
Pere Lachaise Mezarlığı, kapladığı 43 hektarlık alanla Paris’in en büyük mezarlığı. 17. yüzyılda Cizvitler burayı ele geçirip Mont-Louis adını vermişler. Oraya bir imarethane inşa etmişler ve cemiyetlerinin en meşhur üyelerinden olan ve 14. Louis’nin de günahını çıkaran Papa La Chaise orada emekli olmuş.
Robert Damiens’in, 15. Louis’yi yaralayan saldırısının ardından Cizvitler krallıktan kovulmuşlar ve Mont-Louis’teki binalar alacaklılara devredilmiş. I. Napolyon, 1804’ten sonra Doğu Mezarlığı olarak bilinen mülkün tekrar elde edilmesinden sorumluymuş.
Buraya sadece dünyanın dört bir yanından meşhurların mezarlarını görmek için değil, aynı zamanda, mezarlıktaki birbirinden değerli heykelleri görmek, hacı olmak, yüce kestane ağaçlarının altında yürüyüş yapmak, güneşlenmek ya da o uhrevi alemde bir romanın derinliklerine dalmak için gelenler de çok. Mesela, günün her saatinde isteklerinin gerçekleşmesi için 1804-1869 tarihleri arasında yaşamış olan ispritizma öğretisinin kurucusu filozof Allan Kardec’in bronz büstüne veya mezartaşına ellerini dayayarak dakikalarca bir vecd içinde öylece kalan onlarca insanı görmek mümkün.
Mezarlığı birçok kez tek başıma gezdiğim gibi bir rehber eşliğindeki ücretlisine de katıldım. Ayrıca çocuklar için özel turlar da var. Pere Lachaise’deki ünlüler arasında, yazarlar Marcel Proust, Honore De Balzac, Jean De La Fontaine, Moliere, Oscar Wilde, Alfred Musset, Georges Courteline, Colette, Alphonse Daudet, şairler Guillaume Apollinaire, Paul Eluard, filozof Allan Kardec, aktris Sarah Bernhardt, ressamlar Eugene Delacroix, Dominique Ingres, Camille Corot, Amedeo Modigliani, besteciler Frederic Chopin, Gioacchino Rossini, Vincenzo Bellini, müzisyen yazar Claude Saint-Simon, şarkıcılar Edith Piaf, Jim Morrison, fotoğrafçı Felix Nadar, doktor Hahnemann C. S., Paris’i yeniden inşa eden Seine Valisi Georges Haussmann’ın isimlerini sayabiliriz.
ÜRPERTEN HİSLER
Pere Lachaise’in yukarılarına doğru çıkınca, yeşillikler içinde, kendinizi adeta cennetten bir köşeye gelmiş gibi hissedeceğiniz kubbeli büyük bir bina karşılar sizi. Oranın ne olduğuna dair önceden herhangi bir bilginiz yoksa, muhtemelen bir mabed olabileceğini düşünürsünüz. Fakat binanın tepesindeki baca tahmininizde yanıldığınızı söyler. Orası krematoryumdur. Ölen kişilerin yakıldığı yer...
Krematoryumun içinde yer aldığı bahçe o kadar güzel ki, bazı insanların dinlenmek, güneşlenmek ya da kitaplarını okumak için civardaki banklara oturmuş olmalarını hiç yadırgamadım. Bahçeye girişte sağlı sollu bölümlerde yakılan kişilerle ilgili bilgiler, her birine ayrılmış küçük kutucuklar üzerine yazılmıştı. Bunlar da yakılan kişilerin mezarlarıydı.
Krematoryumun biraz ilerisinde, yeraltında iki katlı bir binanın da aynı şekilde tanzim edilmiş olduğunu gördüm. Orası kapalı ve loş bir mekán olduğu için herkesin girmesine uygun olmayabilir. İster istemez, o derin sessizlik, o loşluk ve öte áleme dair düşünce ve hisleriniz sizi ürpertiyor; korku, endişe, tedirginlik, heyecan, hüzün ve yalnızlık yumağı içinde adeta kaybolup gitmenize sebep olabiliyor.
Krematoryumun kapısında her ne kadar içeriye sadece cenaze sahiplerinin girebileceği yazıyorsa da merakımı yenemeyip küçük ve korkak adımlarla yavaşça içeriye süzüldüm. Görünürde kimse yoktu. Girişte sağda otomatik içecek makinesinin de bulunduğu kafemsi bir yer vardı. Biraz ileride sağda, aşağıya doğru dar bir merdivenin inmekte olduğunu gördüm. Biraz ürperdim. Aşağıdan gürül gürül yanmakta olan bir fırının sesi geliyordu. Solda ise camekánlar içinde kapaklı porselen kaplar vardı. Demek ki, cesetler yakıldıktan sonra küller bu kaplarda muhafaza ediliyordu.
Mezarlığını gör, şehrin ne olduğunu anla
Edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük, ilk baskısı 1935’te yapılan ve seyahat yazılarının yer aldığı ‘Tuna’dan Batı’ya’ adlı kitabında Le Pere Lachaise’i birkaç sayfada ne güzel anlatıyor. ‘Herhangi şehrin mezarlığını gör, o şehrin ne olduğunu anla’ diyor. Bu kesinlikle tesadüfen söylenmiş bir söz değil. İstanbul’dan bir küçük veya çok büyük bir örnek versem bana kızmazsınız değil mi? Rahmetli büyük şairlerimizden Ziya Osman Saba’nın Eyüp Sultan’da olması gereken mezarını bütün araştırmalarımıza rağmen hálá bulamadık. ‘Biz ölüyü iki defa öldürürüz, hem toprağa, hem unutulmaya gömerek’ derken de ne kadar haklıdır Sevük...
Pere Lachaise’de bir mezardaki, ‘Yurdunda ölene, ölüm ışıklı kanadını gerer’ yazısı karşısında İsmail Habib’in acı bir gülüşle bükülen dudaklarından şu ağlamaklı sözler dökülür: ‘Biz koca Şinasi’nin Ayaspaşa’daki mezarı üstünde apartmanlar kurduk!’
Her gün dersten çıktıktan sonra elimde fotoğraf makinemle Paris sokaklarında kayboluyordum. Bir gün dersten çıkar çıkmaz metroya binerek meşhur Pere Lachaise mezarlığına gittim. Girişte bir adam mezarlığın broşürünü satıyordu. Türk olduğumu öğrenince bana hemen Yılmaz Güney’le Ahmet Kaya’nın da o mezarlıkta bulunduklarını söyledi.
Mezarlığın birçok meraklı ziyaretçiyle dolu olduğunu görünce çok şaşırdım. Kimi metal panodaki mezarlığın planından, kimi de ellerindeki broşür ve kitaplardan ziyaret etmek istedikleri meşhurların mezarlarını bulmaya çalışıyordu. Orada gördüm ki, mezarlıklarla ilgili sadece broşürler değil, kitaplar da mevcut.
KİMLER YOK Kİ
Pere Lachaise Mezarlığı, kapladığı 43 hektarlık alanla Paris’in en büyük mezarlığı. 17. yüzyılda Cizvitler burayı ele geçirip Mont-Louis adını vermişler. Oraya bir imarethane inşa etmişler ve cemiyetlerinin en meşhur üyelerinden olan ve 14. Louis’nin de günahını çıkaran Papa La Chaise orada emekli olmuş.
Robert Damiens’in, 15. Louis’yi yaralayan saldırısının ardından Cizvitler krallıktan kovulmuşlar ve Mont-Louis’teki binalar alacaklılara devredilmiş. I. Napolyon, 1804’ten sonra Doğu Mezarlığı olarak bilinen mülkün tekrar elde edilmesinden sorumluymuş.
Buraya sadece dünyanın dört bir yanından meşhurların mezarlarını görmek için değil, aynı zamanda, mezarlıktaki birbirinden değerli heykelleri görmek, hacı olmak, yüce kestane ağaçlarının altında yürüyüş yapmak, güneşlenmek ya da o uhrevi alemde bir romanın derinliklerine dalmak için gelenler de çok. Mesela, günün her saatinde isteklerinin gerçekleşmesi için 1804-1869 tarihleri arasında yaşamış olan ispritizma öğretisinin kurucusu filozof Allan Kardec’in bronz büstüne veya mezartaşına ellerini dayayarak dakikalarca bir vecd içinde öylece kalan onlarca insanı görmek mümkün.
Mezarlığı birçok kez tek başıma gezdiğim gibi bir rehber eşliğindeki ücretlisine de katıldım. Ayrıca çocuklar için özel turlar da var. Pere Lachaise’deki ünlüler arasında, yazarlar Marcel Proust, Honore De Balzac, Jean De La Fontaine, Moliere, Oscar Wilde, Alfred Musset, Georges Courteline, Colette, Alphonse Daudet, şairler Guillaume Apollinaire, Paul Eluard, filozof Allan Kardec, aktris Sarah Bernhardt, ressamlar Eugene Delacroix, Dominique Ingres, Camille Corot, Amedeo Modigliani, besteciler Frederic Chopin, Gioacchino Rossini, Vincenzo Bellini, müzisyen yazar Claude Saint-Simon, şarkıcılar Edith Piaf, Jim Morrison, fotoğrafçı Felix Nadar, doktor Hahnemann C. S., Paris’i yeniden inşa eden Seine Valisi Georges Haussmann’ın isimlerini sayabiliriz.
ÜRPERTEN HİSLER
Pere Lachaise’in yukarılarına doğru çıkınca, yeşillikler içinde, kendinizi adeta cennetten bir köşeye gelmiş gibi hissedeceğiniz kubbeli büyük bir bina karşılar sizi. Oranın ne olduğuna dair önceden herhangi bir bilginiz yoksa, muhtemelen bir mabed olabileceğini düşünürsünüz. Fakat binanın tepesindeki baca tahmininizde yanıldığınızı söyler. Orası krematoryumdur. Ölen kişilerin yakıldığı yer...
Krematoryumun içinde yer aldığı bahçe o kadar güzel ki, bazı insanların dinlenmek, güneşlenmek ya da kitaplarını okumak için civardaki banklara oturmuş olmalarını hiç yadırgamadım. Bahçeye girişte sağlı sollu bölümlerde yakılan kişilerle ilgili bilgiler, her birine ayrılmış küçük kutucuklar üzerine yazılmıştı. Bunlar da yakılan kişilerin mezarlarıydı.
Krematoryumun biraz ilerisinde, yeraltında iki katlı bir binanın da aynı şekilde tanzim edilmiş olduğunu gördüm. Orası kapalı ve loş bir mekán olduğu için herkesin girmesine uygun olmayabilir. İster istemez, o derin sessizlik, o loşluk ve öte áleme dair düşünce ve hisleriniz sizi ürpertiyor; korku, endişe, tedirginlik, heyecan, hüzün ve yalnızlık yumağı içinde adeta kaybolup gitmenize sebep olabiliyor.
Krematoryumun kapısında her ne kadar içeriye sadece cenaze sahiplerinin girebileceği yazıyorsa da merakımı yenemeyip küçük ve korkak adımlarla yavaşça içeriye süzüldüm. Görünürde kimse yoktu. Girişte sağda otomatik içecek makinesinin de bulunduğu kafemsi bir yer vardı. Biraz ileride sağda, aşağıya doğru dar bir merdivenin inmekte olduğunu gördüm. Biraz ürperdim. Aşağıdan gürül gürül yanmakta olan bir fırının sesi geliyordu. Solda ise camekánlar içinde kapaklı porselen kaplar vardı. Demek ki, cesetler yakıldıktan sonra küller bu kaplarda muhafaza ediliyordu.
Mezarlığını gör, şehrin ne olduğunu anla
Edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük, ilk baskısı 1935’te yapılan ve seyahat yazılarının yer aldığı ‘Tuna’dan Batı’ya’ adlı kitabında Le Pere Lachaise’i birkaç sayfada ne güzel anlatıyor. ‘Herhangi şehrin mezarlığını gör, o şehrin ne olduğunu anla’ diyor. Bu kesinlikle tesadüfen söylenmiş bir söz değil. İstanbul’dan bir küçük veya çok büyük bir örnek versem bana kızmazsınız değil mi? Rahmetli büyük şairlerimizden Ziya Osman Saba’nın Eyüp Sultan’da olması gereken mezarını bütün araştırmalarımıza rağmen hálá bulamadık. ‘Biz ölüyü iki defa öldürürüz, hem toprağa, hem unutulmaya gömerek’ derken de ne kadar haklıdır Sevük...
Pere Lachaise’de bir mezardaki, ‘Yurdunda ölene, ölüm ışıklı kanadını gerer’ yazısı karşısında İsmail Habib’in acı bir gülüşle bükülen dudaklarından şu ağlamaklı sözler dökülür: ‘Biz koca Şinasi’nin Ayaspaşa’daki mezarı üstünde apartmanlar kurduk!’