Bir sonradan görmenin lüks notları
Evet, yanlış okumadınız...Ben bir ‘Sonradan görme lüks düşkünü’yüm...’Çünkü lüksü sonradan gördüm...45-50 yaşımdan sonra yani...İzmir’in mütevazı bir mahallesinde doğdum, 45 yaşıma kadar mütevazı imkânlarla yaşadım.Sonra Allah yürü ya kulum dedi ve ben de yürüdüm.
Her sonradan görme gibi, lüks yaşamı severim ama daha da önemlisi, sonradan gördüğüm için kıymetini de çok iyi bilirim.
Onun için de şükrederim.
***
“Lüks düşkünüyüm” diyorum...
Yalnız bir dakika...
Önce ‘Lüks’ kelimesi üzerinde anlaşalım.
Bana göre, lüks, sadece çok para ile satın alınabilen bir meta veya hizmet değildir.
Evet, ‘Paranın satın alabildiği nadir ve güzel şeylere’ lüks diyoruz.
Ama unutmayın ki, parayla satın alınamayan lüksler de var...
Daha doğrusu, az para ile satın alınan lüksler...
Benim ‘Bir sonradan görmenin evrak-ı metrukesi’ işte böyle lüks destinasyonlarla dolu.
***
Buyurun sizi güzel bir seyahate çıkarıyorum.
Sloganımız şu:
“Bazen seyahat, gidilecek yerden daha keyiflidir...”
‘Ucuz lüks’ kavramı, klasik tariflere göre bir oksimorondur.
Göreceksiniz ki, her zaman öyle değil...
Lüks bazen kafanızda yarattığınız hayallere ulaşabilmektir.
BİRİNCİ DESTİNASYON
Tek kişilik bir yemekte,
550 Euro’luk şarabın sadece
yarısını içme lüksü
2012 yılının bir cumartesi akşamı, evde otururken aklıma bir Caravaggio tablosu takıldı. Anında Türk Hava Yolları’nın sitesine girip, ertesi sabaha Bologna için bilet aldım.
m Önemli ayrıntı: Biletim ekonomi sınıfıydı.
Ertesi sabah uçaktaydım. Bologna’ya inince, tabii ki aklıma kadın iç giyiminin Olimpos’u sayılan La Perla geldi...
Onun kurulduğu mahalleyi gezmeden olmaz. İç gıcıklayıcı tavafımı yaptıktan sonra, TGV hızlı trene bindim.
27 dakika sonra Floransa’da, oradan da taksiyle 20 dakika içinde Uffizi Müzesi’nin Caravaggio tablolarının bulunduğu salondaydım.
Üç saat dolaştım... Sonra otel...
m Önemli ayrıntı 2: 73 Euro’luk küçücük bir odada kaldım.
Pazar gecesiydi, resepsiyona açık olan iyi bir restoran sordum. Tepede daha çok İtalyanların gittiği bir restoranı tavsiye etti. Müşterilerin çoğu duvardaki televizyondan futbol maçı izliyordu.
Floransa’ya yukardan bakan masalardan birine oturdum ve şarap listesine baktım. En pahalı şaraplardan biri, Milezim yıllarından birine ait bir Sassicaia idi. Onu ısmarlayınca, restorandaki gözlerin bir bölümü benim üzerime çevrildi.
Şarabı açtılar... Yanına tagliatella söyledim. Şarabın yarısını içtim...
‘Doggy bag’ yapıp yanıma almadım, orada bırakıp çıktım ve 73 Euro’luk küçük odamda Pavese okuyarak uyudum.
m Önemli ayrıntı: Çok iyi hatırlıyorum, o gece Pavese gibi yapıp, intihar etmeye falan kalkmadım.
Çünkü yaşanacak daha epey lüksüm vardı.
Yaşım artık 60’ı geçti ve kendime sık sık şunu telkin ediyorum:
“Benim artık kötü şarap içme lüksüm yoktur...”
Lüks bir tercihtir... Kimi 550 Euro’luk otel odasını tercih eder, kimi de 550 Euro’luk bir şarabı...
En güzeli de, şişenin yarısında kalkabilme lüksünün, damakta bıraktığı harika lezzettir.
İKİNCİ DESTİNASYON
Kenya’da uçsuz bucasız bir maki coğrafyasında onbinlerce hayvanı seyretmek beni bir anda İki Çocuğun Devriâlemi’nin iki kahramanından birine çevirdi.
Orası Yemen’dir, bugünlerde giden kesinlikle gelmeyebilir, gelebilmek ise de bir lükstür
Bir gün National Geographic’in bir sayısında Şibam kasabasının o harika fotoğrafını gördüm.
Yemen’in iç taraflarında, çölümsü bir arazinin ortasında, Positano gibi duruyordu. O dakika, “Buraya gideceğim” dedim ve bu cümle giderek inatlaşma ve tutku haline geldi.
Konuştuğum herkes bana “Sakın gitme. El Kaide kafanı keser” diyordu.
Sık sık da buna benzer haberler geliyordu. Genel yayın yönetmenliğinden ayrıldıktan sonra bu arzum saplantı haline geldi.
İçimdeki ses, “Gideceğim ve Şibam’a yukardan bakan bir tepenin üzerinde Pink Floyd dinleyeceğim...” diye tutturdu.
Kimine göre lükstü... Kimine göre alenen şımarıklık...
Zaten ikisi birbirini içeren kelimelerdir, o nedenle hiç umursamadım..
Sonra Türkiye’nin San’a büyükelçisiyle tanıştım. Şibam kasabasının bulunduğu Hadramut Eyaleti’nin valisi ile temas kurdu. Vali bize kendi zırhlı aracını verdi.
Önümüze, üzerinde ağır makineli tüfek ve sekiz asker bulunan bir kamyon ekledi.
Böylece Şibam ve öteki şehirlere doğru yola çıktık...
Derin Yemen’de 200 kilometreye yakın yol gittik ve geri döndük.
Gördüğümüz tablo, tam bir ‘Games of Throne’ dizisi dekoruydu.
Korkmadım mı? Çok korktum... Bize eşlik eden askerler bile zaman zaman korktular ve apar topar kaçtık.
Değer miydi? Kesinlikle değerdi...
Şibam’ın bir daha hiç çıkmamak üzere insanın kafasına takılan olağanüstü görüntüsü karşısında Pink Floyd’un ‘Dark Side of the Moon’ albümünün 40’ıncı yılını kutlamak harika bir lükstü.
Lüks kafaya takmaktır. Gerisini ilişkiler ve gitme arzusu tamamlar.
ÜÇÜNCÜ DESTİNASYON
Bir kutup hergelesine rastlamak lükstür ve o lükse mesafeniz sadece 5.5 saattir
İçinizde bir maymun varsa ve bu maymun hayatın çeşitli dönemlerinde çeşitli hallere giriyorsa, lüks lüks olmaktan çıkıp, karakteriniz haline gelir.
Coen Kardeşler’in ‘Fargo’ filminin son sahnesini seyrederken, kafama koydum.
Böyle bir yere gidip, Fargo hallerini yaşayacağım. Tabii bunu bir ‘Kutup coğrafyasında’ yaşamak çok daha heyecan verici olacaktı.
‘İki Çocuğun Devriâlemi’ romanı ile büyümüş bizim neslimizin macera ruhu böyle sinematografik bir şeydir.
Fargo’nun son sahnesinde iki adam vardı ve bunlardan biri ötekini hızar makinesinde doğruyordu.
Anlayacağınız benim de ikinci bir adam bulmam gerekiyordu.
Levent Özçelik’i buldum.
Kutup elbiselerini giydik, içimize de Fargo ruhunu giydirdik.
Kutuplar... Uzaklar kelimesinin, hatta ulaşılmaz yerler sözcüğünün eşanlamlısıdır. Dünyanın tepesine şöyle gittik:
m İstanbul’dan bindiğimiz THY uçağı Stockholm’e indi... Sadece 3.5 saatlik bir yolculuktu.
m Oradan bir uçağa bindik... 45 dakika...
m İnip bir araca bindik ve 1 saat 15 dakika sonra, üzerinde ‘Arctic Circle’a hoş geldiniz’ tablosunun önündeydik.
Uyanın arkadaşlar... Kutba geldik yani... Kutup dediğiniz yer, İstanbul’dan sadece 5.5 saat ötede...
8.5 saat sonra, aynı Fargo’yu andıran bir yerde, Levent Özçelik, geri geri yürürken yanlışlıkla göğsüne kadar battığı kar çukurundan kurtulmak için çırpınıyordu.
İşittiğim son ses, “Abi elimi tut çek beni” oldu... Bense elimde onun iPad’i ile filmini çekiyordum. Lütfen beni gayriinsani olmakla suçlamayın.
Amacım, bir National Geographic heyecanı ile kutuplarda kara saplanan bir insanın kaç dakikada donacağını ve donmanın nereden başladığını filme almaktı...
Yani beni, Fargo’nun son sahnesindeki adamla karıştırmayın.
Amundsen olmak, kutuplara gitmek kolay iş değildir...
Hele hele deneyimlerinize kobaylık yapacak fedakâr bir arkadaş bulmak çok daha zordur.
Ben şanslı bir lüks düşkünüyüm. O gün kutup ayısı görecek kadar şanslı değildik.
Ama kutuplarda yaşayanlar benim gibi bir kutup hergelesi gördükleri için çok şanslıydılar.
Lüks, kutuplara gidip, beyaz görmeden dönme imkânıdır.
Lüks, bazen fedakârlıktır...
Parayla satın alınamayacak bir arkadaş fedakârlığı...
Zaten dönüşte arabada dinlediğimiz şarkı şuydu: ‘That’s what friends are for.’
DÖRDÜNCÜ DESTİNASYON
Kilimanjaro’ya bakan tepede smokinli garsondan beyaz omlet istemek lüksü
Batılı bir söz şöyle der:
“Afrika tutkusu Kenya’da başlar...”
Parası olan bir Batılı için sıradan bir söz olan bu ifade, benim gibi bir sonradan görme için gerçek lükse dönüşebilir.
m Önemli ayrıntı: Uzman bir şirket tarafından hazırlanmış, iyi bir programla gitmek, lüksün ilk kaidesidir.
m Daha da önemli ayrıntı: Paranız yetmiyorsa, arkanızda güçlü bir sponsorun bulunmasında yarar var. Benimki Hürriyet’ti...
Gerçek macera Amboseli’de başladı...
Uçsuz bucaksız bir maki coğrafyasında onbinlerce hayvanı seyretmek beni bir anda İki Çocuğun Devriâlemi’nin iki kahramanından birine çevirdi.
Nedense ben küçüklüğümden beri Jano değil de de Yanik olurum.
O gün de bu prensibimi bozmadım.
Gezinin lüksün de cıcığını çıkarmak bölümü vardı ki, harikaydı.
Sabah saat altıda kalktık. Binlerce hayvanın içinden geçip üzeri düz bir tepeye çıktık.
Beyaz örtülü masalar kurulmuştu.
Smokinli (Fraklı da olabilir), beyaz eldivenli garsonlar, gümüş tepsilerde servis yapıyorlardı. Tabii ki şampanya vardı...
Servisi yapan görevliye “Beyaz omlet” dedim.
O günlerde kolesterolüme takmıştım ve yumurtaya PKK teröristi muamelesi yapıldığı günlerdi.
Ben beyaz omlet dediğim an bütün gözler bana döndü.
Yanlış yer, yanlış insan, yanlış söz...
Yer yanlıştı. Orası evim değil, Kilimanjaro’nun karşısıydı.
Söz yanlıştı... Hiçbir kelime, bulunduğumuz anın güzelliğini bu kadar bozamaz, lüks karizmamızı bu kadar çizemezdi...
Ama en önemlisi orada yanlış bir insan vardı. Hürriyet yazarı Serdar Turgut...
O sabahı izleyen üç yıl boyunca her pazar, o harikulade yerde söylediğim bu sözü yazdı...
Cümlesi aynen şöyleydi:
“O ki, kendisi Kilimanjaro’ya bakan tepede smokinli, beyaz elbiseli garsondan beyaz omlet isteyen kişidir...”
Lüks bir karizmadır...
Asla çizdirmemek gerekir...
Lüks, doğru yerde, doğru insanlarla olmak ve yanlış şey söylememek sanatıdır...
Yine de lüksten korkmayın, başkalarının basmakalıp sözlerine kanıp, lüks düşkünü olmaktan korkmayın...
Neticede lüks, hayallerle de satın alınabilecek harika bir şeydir.