Bir deniz yağar Karadeniz’e...
Ve o gün geldi. Kendimi Çamlıhemşin Mollaveys Köyü’nde buldum. Toprağa taştan kökler salmış ahşap evlerin yer çekimine inat dimdik durduğu o keskin yamaçta... Doğru yerdeydim.
Hayat denilen o uzun ince yola, Çamlıhemşin’in Mollaveys Köyü’nden çıkmış ve dünyanın bütün mevsimlerine dağılmış bir ailenin ferdi olarak, 2012 yılındaki bir söyleşide kurduğum cümleler şunlardı:
“Tuhaftır, yolum Çamlıhemşin’e hiç düşmedi. Düşmedikçe de gitmek istedim. Gitmek istedikçe de tuttum kendimi. Ve zamanla, hakkında nice hikâyeler duyduğum Çamlıhemşin, haritadaki bir isim olmaktan çıkıp, bir hayale dönüştü benim için. Kurdukça kurdum Çamlıhemşin hayallerimi. En çok da, bir gün ona dönmemi beklediğini hayal ettim. Soracaksınız, peki gidip görmek için neyi bekliyorsun? Söyleyeyim: Çamlıhemşin’e gitmek, benim için sıradan bir yolculuk değil. Hiç gitmediğim bir yere dönmek gibi. Ama bildiğim bir şey varsa, o da, bir gün gelecek ve ben gözlerimi açıp dünyaya Çamlıhemşin’den bakıyor olacağım.”
VE SONUNDA O GÜN GELDİ!...
Bir Sevdadır Çamlıhemşin adlı dergide yayımlanmış olan bu söyleşiden üç yıl sonra kendimi Çamlıhemşin’de buldum. Hatta tam olarak, Mollaveys Köyü’nün Mecmun Mahallesi’nde... Toprağa taştan kökler salmış ahşap evlerin yer çekimine inat dimdik durduğu o keskin yamaçta... Önce o evlere baktım. Karadeniz kışının ıslak soğuğuna ve okyanus dalgası gibi vuran rüzgârına rağmen pencereleri bir ufuk kadar geniş olan o evlere baktım. Birer ağaç gibi yükseliyorlardı, ağaçların arasında. Sessiz ve yaşsız birer ağaç gibi. Her biri, “Burada hayat var, haberin olsun!” diyen bir deniz feneriydi aslında. Ayakta kaldığı sürece hayatta olan bir deniz feneri. Belki de bu yüzden, kapılarından girince adım atılan geniş zemine “hayat” deniyordu. Soba da oradaydı, içindeki ateş de.
UFKA AÇILAN GENİŞ PENCERE
O geniş pencere de oradaydı, o pencerenin ardındaki dağlar da... Hepsi hayattaydı! Ve her birinin ayrı bir sesi vardı. Özellikle de dağların. Başuçlarında yaylaların yattığı o dağların... “Gel!” diyorlardı. “Gel bir de buradan bak kendine!” Ve gittim. Şimşir ağaçlarıyla örülmüş bir masal ormanının içinden, buza karışmış kristal şelalelerin yanından, filozof keçi sürülerinin arasından geçtim. Vardığım yer, Çat Yaylası’ydı. Durdum ve sustum.
Önümde, sarı çiçekli bir kumaş gibi uzanan yaylaya, o yaylanın döküldüğü vadiye ve o vadinin tırmandığı, karşıdaki dağlara baktım. Tam o anda, bembeyaz bir duman belirdi gökyüzünde. Ve dev bir uçurtma gibi gezdi boşlukta. Şeffaf bir yorgan gibi örttü yaylayı. İlk şimşeği de o zaman gördüm. O kadar yakındı ki uzansam dokunacaktım dallarına. Elbette onun da bir sesi vardı. “Yağmur!” diye gürledi. “Olur” dedim ben de. Ne de olsa duymuştum o eski Hemşin türküsünü: Yağarsa yağmur yağar... Ve suyla toprak buluştu. Dünyanın hiçbir sahilinde buluşamadıkları kadar buluştular. Ben şahidim. Bir deniz yağdı o gün Karadeniz’e. Yağdıkça da Çat Yaylası yeniden doğdu. O an...
DOĞRU YERDE MESAİDEYDİM
Tam da o an her yerde olmak istedim. Çamlıhemşin’in bütün yaylalarında ve bütün dağlarında. Hem de aynı anda! Çünkü benim esas işim ne hikâye anlatmak ne de o hikâyelerin içinde kaybolmak. “Ne iş yaparsın?” diye sorulduğunda verdiğim cevap yıllardır aynı: “Ben, ilham alma sektöründeyim. Etkilenme, hayrete düşme ve hayran kalma işçisiyim. Umarım ölene kadar çalışırım!” Doğru yerdeydim o gün. Esas işimi yapmak için doğru yerde.
Yaylada durmuş, susuyordum. Mesaideydim. Hiç gitmediğim o yere sonunda dönebilmiştim ve ilk görüşte tanımıştık birbirimizi. Öğrenebildiğim kadar çok öğreniyordum. Bakabildiğim kadar uzağa bakıyordum. Dinleyebildiğim kadar dikkatle dinliyordum. Ve dinlenmek istemiyordum. Çünkü daha yolun başındaydım. Onlarca yayla beni bekliyordu. Her bir yandan aynı anda çağırıyorlardı. Duyabiliyordum. O yaylaları kendilerine dünya yapmış insanların söylediklerini de duyabiliyordum: “O ‘Yeşil Yol’ dedikleri, bu dağların sırtına saplanacak, asfalttan bir hançerdir. Ve peşinden gelecek olan bütün beton yığınları da Çamlıhemşin’i kılıçtan geçirecektir!” Bütün bunları duyabiliyordum. Duydukça da gözlerimi açıyor ve dünyaya Çamlıhemşin’den bakıyordum. Son söz: Duymayan kalmasın!