Berber Mike
Nedense, çok nostalji yaptık bugün… Ceza kanunlarında AB ile uyum gereği bazı değişiklikler yapılacakmış. Daha üç gün önce değiştirdiler TCK’yı ama, demek ki Türk işi yapmışlar yine. ‘Bir yanlışımız varsa sonradan düzeltiriz’ diyordu ya Cemil Çiçek kadar sağduyulu bir bakan bile…
Mesela futbol maçında sahaya kesici alet atanlara 4 maç ceza geliyormuş. İzinsiz ölü gömenlere, pazar günleri çalışma ruhsatı olmadan ‘tükan’ açan berbere de 100 kağıt ceza…
Dedim ya, nedense çok nostalji yaptık bugün ama, vardır bir sebebi. İdare edin.
Ben Yeşilköy’lüyüm. Hepsi hepsi 10 yaşına kadar kaldım, ama dünyayı Yeşilköy’de tanıdım, ilk çocukluğum orada geçti.
Elinde sele, yakındaki köyünden bize yumurta getiren ihtiyar, kara çarşaflı Ünzile Nene hariç, Yeşilköy’de Müslüman esnaf yoktu.
Anamın hafzısanı ilk gelenler (çünkü benimki nanay) : Rum bakkallar Manol, Mihal, Lango… Rum kasap Yani Efendi, peynirci Vasil, manifaturacı Angeli Angelidis, sonra tesisatçı Triandafilo Usta… Sırtına vurduğu 4-5 top kumaşla, ‘Şu fakir Yahudi’den bir şeyler alın’ diye kapı kapı dolaşan, elindeki bir lirayı kaybedip benim kulağımdan çıkararak hokkabazlık yapan Sami Bey…
Ve tabii, Yeşilköy’ün efsanelerinden Berber Mike.
Koca göbekli bir adamdı. Bir iki kere birlikte, Beslan Dayım’la ava, babamla balığa gitmişliğimiz vardır Berber Mike’yle. Yeşilköy açıklarında, sandalımızı görmeyip üstümüze gelen meyve takasına bağırışı, küfredişi hâlâ gözümün önünde!
O yıllarda (gazeteci) babamın çalışma saati, günü olmadığından, çaresiz, pazarları giderdik baba oğul saç kestirmeye.
Çarşıda, köşe başındaki bir evin altındaydı Mike’nin dükkanı. Demek ki pazarları çalışma ruhsatı yokmuş. Babam kapıyı tıklar, Mike perdeyi aralayıp bakar, bizi çabucak içeri alırdı.
Ardından bol geyik… ve küçük Serdar için ıstıraplı dakikalar.
Deri kaplı berber koltuğunun kol dayayacak yerine iyice parlamış bir tahta atılır, Serdar çıkar üstüne okutur, Mike beyaz önlüğü sımsıkı bağlar boynuma, son olarak (iğnelemek için) dolma gibi parmağını örtünün altına sokarar boğma işlemini tamamlardı. Saçımı keserken, hoyrat hareketlerle, döver gibi, başımı sağa sola yatırır, ‘Kıpırdama be küçük adam’ diye azarlar ve traş bittikten sonra, Allah’ın emri, boynumdaki önlüğü çıkarırken kesilmiş saçları boğazımdan içeri kaçırır, ben deliler gibi kaşınır…
Genç okurlar diyecekler ki, ‘Eve gider bir duş yaparsın, olur biter!’ Eyyy zengin Türkiye’nin çocukları. Bir defa ahşap evde duş ne gezer. Kapısının ve dolayısıyla tuvalette oturanın yahut yıkananın kıçının altından rüzgarlar esen dar bir tuvalet-banyomuz vardı. Kışın, odun sobası yakılır, suyun ısınması beklenir, suyla beraber banyo da bir nebze ılınır, ayağımızda tahta takunyalar, yine tahta alçak bir tabureye oturup, titreye titreye, kurnaya doldurulan suyu tasla başımızdan aşağı döküp,kalıp beyaz sabunu vücudumuza, kafamıza süre süre… Arada su sobaya gelir, ‘Cıssss!’ diye dumanlar çıkar. İçerisi mis gibi odun ve kül kokusu kaplı zaten. Çıkınca – koca evde bir tek odada soba yandığından – bokun donar…
Hasılı, öyle berberden dönünce bir duş ‘almak’ filan gibi bir lüksümüz yoktu bizim.
Berberlerin saç yıkaması, fön yapması filan da söz konusu değildi henüz.
Zaten kurutacak saçımız da yoktu ki, Mike ‘alabros’ keserdi adamı…
Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun!
Ayıp değil ya, çocukluğumun Rumlar’ını, Yahudiler’ini, Ermeniler’ini yani İstanbul’un alacalı renklerini çok özlüyorum!
Not: Bu kelalaka yazıyı şöyle zengin bir final cümlesiyle bağlamak isterdim ama, olmadı. Dedim a, bugün nostalji günü diye. Bari yazıyı çocukluğunuzun berberini hatırlayarak siz tamamlayın. Ve gününde olmayan Serdar arkadaşınızı bir iki gün hoşgörüverin…