Beach’lerim biçim biçim
Bu hafta “beach” mevzuuna takılacağız. Bildiğiniz üzere şimdilerde kumsal, plaj, sahil yerine “beach” (biiç diye okunuyor) modası var.
Kendimi feda edip üç-beş tanesine gittim, yerinde inceledim. Pek inandırıcı gelmeyebilir ama iş başında alkol almayan dedektif edasıyla kendimi kızgın kumlardan serin sulara atmadım (bunda hava sıcaklığı 40’ı geçmeden hiçbir su birikintisine parmağımın ucunu sokmama prensibim de etkili oldu).
Zaten ozon tabakası delindi delineli güneşe çıkmak bana haram. İstersen çık, yüzün çillerle lekelerle doluyor. Benim lekeler mevki olarak ağzımla burnumun arasını seçtiği için halimi düşünün. Güneş kremleri olmasa annemle-babam beni “kızım” değil “oğlum” diye sevecek. Yaz-kış nemlendirici yerine güneş kremi kullanan, (filmlerde) ışığa çıkmak için yüzüne yüksek faktörlü yağlar süren vampirlere döndüm.
Benim için tatilin anlamı sularda çimip, saat başı yağlara bulanıp güneşin altında yatmak, bilmem ne tatil köyünün açık büfesine saldırıp kendime günde üç posta “görmemişin tatil tabağını” hazırlamak değil. Adana-Antakya dolaylarında eş, dost, akraba ziyaretlerine gitmek, deniz-kum-güneş-tıkınma muhabbetinden çok daha mutluluk verici. Tatil yemeğim, mercimekli bulgur pilavı, mumbar, şırdan dolması, sarma, kısır, turşu, kebap, tavuk ızgara, “tennur”dapişmiş mis kokulu ekmek, biberli ekmek falan filan… Bu nedenle “beach inceleme görevinde” ne kadar zorlandığımı tahmin edersiniz.
* Onur Air sayesinde bilgim-görgüm arttı
Bir ay önce 40 kişilik bir gazeteci grubuyla Bodrum’a gittik. Onur Air, Bodrum’a gerçekleştirdiği ilk uçuşa gazetecileri de şahit yazdırdı. Şans eseri, şirketin yöneticileriyle yan yana koltuklara düştüm. Yol boyunca kafalarının etini yiyip havacılık ve uçak şirketleriyle ilgili tuhaf bilgiler edindim. Örneğin pilotların kötü hava şartlarında yere inme becerisi olduğunu ifade eden cat3alfa ve cat3bravo belgeleri varmış. Onur Air, Türkiye’den ve dünyadan pilotlara bu belgeleri almak için gereken eğitimleri veriyormuş. Airbus’larla uçan şirket 10 yıldır “emniyetli uçuş” başarısından dolayı Airbus’tan “birincilik” ödülü alıyormuş. Bu konuda dünyada tekmiş. Özel havayolu şirketleri son bir yılda THY’den daha fazla yolcu taşımayı başarmış.
Havacılıkla ilgili faydalı bilgilerin yanında bu yolculuk meğerse kültür dağarcığıma “beach”ler hakkında bilgi edinme fırsatı da verecekmiş. Artık onların şanssızlığı mı benim şansım mı bilmiyorum ama süper bir deneyim oldu.
* Maça Kızı’nda “ikinci havlu” savaşları
Onur Air’le sürekli Bodrum semalarında uçamayacağımız için gezimiz “beach” organizasyonlarıyla renklendirilmişti. İlk durağımız Bodrum-Türkbükü’ndeki “Maça Kızı Beach” oldu. Denizin üzerine inşa edilmiş “tahtadan sahil”de adeta ev dekore eder gibi istiflenmiş şezlonglar, yastıklar (ki en çok midemi bulandıran nesneler bunlar. Her güneşlenenin ardından yıkanmadıkları kesin), banklar derken herkes kendine bir yer buldu.
“Bakalım bu günün bizim dışımızdaki şanslı beach’çileri kimlermiş” derken kimleri görmeyelim. İstanbul oralara taşınmış. Mankenler, iş adamları, iş kadınları, mirasyediler, playboy’lar… Sanırsın ki canlı Televole izliyoruz. Andropoz bunalımında kas geliştirmeye başlayıp kolsuz t-shirtlerle hava basan amcalar mı dersiniz, her bir taraflarına döşettikleri silikonlardan elini çırpsan patlayacak hale gelen kadıncağızlar mı? Merhaba desen yanıt veremeyecek haldeler. Dudaklar Şaban filmlerindeki Arap Bacı gibi olmuş, botox’tan suratlarında ifade kalmamış. O ne havalar öyle? Baş yukarda, göğüs önde, kalça arkada kuğu gibi süzülmeler, kainat güzelliği yarışmasında soru yanıtlayacakmışçasına kendinden emin mimikler, abilerin, amcaların memnuniyetsiz ama kendinden emin ifadeyle, yavaş adımlar atarak arz-ı endam eylemeleri… Beach’lere birer tane psikolog ya da psikiyatr konsa belki bu insancıklara faydaları dokunurdu.
Maça Kızı Beach’teki insan kaynakları konusunda da fikir beyan etmem gerekiyor. Malum turizm sektörünün bu konuda kanayan yarası var. Bir yerde bir sezon çalışanı gelecek sezon yeniden istihdam etmek pek mümkün olmuyor. Bu nedenle işletmeler çalışanlara “üstünkörü”, “geçici” eğitimler vermeyi tercih ediyorlar. Maça Kızı’ndaki çalışanlar sanki birkaç sezondur oradaymış gibi deneyimliydiler. Silikonlu ve andropozlu kaprislerine karşı dayanıklıydılar. Tek kusurları bizim gibi “beach’leri ancak iş gezilerinde ziyaret edecek kadar sabrı ve parası” olan gazetecilere pek alışık olmamalarıydı. Biz ne bilelim hava soğuk da olsa yalnızca bir tane havlu şansımızın olduğunu.
Bodrum’daydık ama şansımıza hava serindi. Isınmak için tek çaremiz havlulara sarınmaktı. Garsonlarla girdiğimiz amansız mücadele sonunda “ikinci havlu elde etme” konusunda zafer kazandık ama bu bize ders oldu. Sevgili okurlar, siz siz olun beach’lere giderken havlunuzu yanınızda götürmeyi unutmayın. İkinci beach maceramı okuduğunuzda ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anlayacaksınız.
* Nezaket, hizmet ve havlu özürlüsü Xuma Beach
Evet, ikinci beach’imiz yine Türkbükü sularında yer alan Xuma (Zuma diye okunuyormuş) Beach. Burası Maça Kızı’ndan çok daha büyük bir yer. Tahta sahil, şezlong, yastık, silikon muhabbeti orada da var. Olmayan şeylerse “nezaket, hizmet ve havlu”. Çünkü havlular için henüz sponsor bulamamışlar. Ne üzücü değil mi? Sosyeteye servis ver ama havlun olmasın. Keşke yanımızda getirip onlara hediye etseymişiz.
Beyaz Türkler’den oluşan dört-beş kişilik “esas” garson ekibi kış aylarını spor salonlarında kas büyüterek geçirmiş gençlerden seçilmiş. Bu arkadaşlar canlarının istediğine hizmet edip, kalanlara hakaret etme hakkını kendilerinde gören şahıslar. Xuma’da bir yemek organizasyonu var ki evlere şenlik. 150-200 kişinin aynı anda tek bir pizza fırınından sipariş verdiğini düşünsenize. Bunların bir bölümü hak-hukuk diye carlayan gazeteciler olunca haliyle cıngar çıkıyor. Tabii ki beach’lerin “esas müşterilerine” hizmette kusur edilmiyor. O kadar gazetecinin olduğu bir yerde tüm defolarını ortaya koyacak cesareti nereden bulduklarına ise akıl sır ermiyor.
Xuma Beach’i işleten şahsı bulup “nerde bu devlet” sorusunu elbette yönelttik. Adamcağızın olan biten konusunda fazla fikri olmamasına ise şaşıralım mı, çıldıralım mı bilemedik. Şikayetlerin ardından ortamdaki elektrikli hava, oyun havası moduna döndü. Beyaz Türkler meğerse bizi ne kadar seviyorlarmış. Her biri altı milyon lira olan nescafe’lerden mi ısmarlamadılar, dakka başı tepemize dikilip bir arzumuz olup olmadığını mı sormadılar.. Aman da aman… İşte bilinçli tüketicinin zaferi!..
* Halkımızın beach’leri
Son iki beach’imizi halkımızın akın ettiği yerlerden seçtim. Karadeniz’deki Kıyıköy ve Kastro halk plajları. Sakin bir hafta sonu planının parçalarıydılar ama pek öyle olmadı.
Kıyıköy Plajı’na giriş iki milyon, Kastro Plajı’na 3.5 milyon lira. Yaya ya da arabayla fark etmiyor. İki plajda da halkımız çadırlarını kurmuş, tatili en hesaplı bütçeyle çıkarmaya çalışıyor.
İki plajın ortak yönü ortamın pislikten geçilmemesi. Ne ararsanız var. Çocuk pedlerinden bira şişelerine, karpuz kabuklarından yemek artıklarına kadar aklınıza gelebilecek her şey sergileniyor… Kıyıköy’de adına tuvalet denen bir şey yapılmış. Uzun süre nefesini tutabilenler hacetini görebiliyor. Diğerleri benim gibi boğulma tehlikesi geçirebilir. Kastro, biraz daha temiz. Çünkü jandarma bölgesinde yer alıyor, temizlik işleriyle ilgilenen bir ekip de var. Yalnız çimmek isteyen kadınlar için de çok güvenli. Jandarma sürekli sahilde volta atıyor.
Kastro’da prefabrik bir tuvalet yapılmış, fena değil. Duş 500 bin lira olduğundan halkımız haftalık banyosunu yapacak kadar zaman geçiriyor. Bir keseleri eksik. Kabinler ücretsiz olduğu için tuvalete 400 bin lira bayılmamak isteyenler küçük sularını oraya yapmaktan çekinmiyor. Temizlik ekibine “kardeşim bu ne pislik” diye hesap sormaya kalkmayın. Çünkü sürekli temizlik yaptıklarını, halkımızın pisletme hızının, kendilerinin temizleme hızının beş katı olduğunu anlatıyorlar.
Sahilde bol miktarda elbiseyle yüzen kadın görebiliyorsunuz. Bu elbiselerin altına sütyen giyilmediği için bikinili vatandaşlardan çok daha vahim bir görüntü arz ettiklerinin farkında değiller. Kocaları ve (varsa) oğulları elbette mayolu. Onlar bedenlerini “günah ve namus kaygısı” taşımadan sergilemekten çekinmiyorlar.
İşte memleketimizden “beach” manzaraları. Benim tercihim yine “Adana-Antakya Beach”.