GeriSeyahat Bay V’nin altın adası
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Bay V’nin altın adası

Bay V’nin altın adası

Kavala’nın yanı başındaki Taşoz, mübadele sonrasında Anadolu göçmenlerinin çabasıyla gelişen bir ada. Doğası korunmuş, temiz, iyi organize olmuş, tatilci ve sanat dostu. Dağ köylerinde geleneksel dokuyu, Vassilis Vassilikos gibi yazarların dünyasını keşfedebilir, sahillerinde denizin, yerel lezzetlerin tadını çıkarabilirsiniz.

İstanbul otobüsü Kavala’ya vardığında henüz şafak sökmemişti. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Çantamı sırtıma vurup sabahlayacak ucuz bir otel buldum. Gün ağarınca toparlanıp, limanın yolunu tuttum.
Haziranın ilk haftasıydı. Modern feribot iskelesinde Taşoz’a dönen adalılar vardı sadece. Muhtemelen aralarındaki tek turist bendim. Çıkarma gemisine benzeyen feribot 6.5 kilometreyi 30 dakikada aşıp, kuzeybatıdaki Prinou’ya yanaştı. Vapurdan hızla inenler, bir koşu başkent Limenas’a giden otobüse atladı, limandan ibaret küçük kasaba beş dakikada tekrar sessizliğine kavuştu.

TOMBUL DENİZKIZI

Acelem yoktu. Limandaki beyaz mermerden, iri kalçalı kadın heykelini inceledim bir süre. Mehmet Aksoy’un Kibele’sine benziyor ve Ege’nin mavisiyle güzelleşiyordu. Bu ada beyaz mermeriyle ünlüydü ve antik çağdan itibaren pek çok heykel atölyesi kurulmuştu. Heykel geleneği bugün de yaşatılıyordu. Hatta güneybatıdaki bazı köylerde zeytin bahçelerine atölye kuran heykeltıraşlar otoyol kıyısını galeriye dönüştürmüştü.
Belediye otobüsüyle Limenas yaklaşık 15 dakika sürdü. Yeni limana karşı kıyıdaki Keramoti’den neredeyse saat başı sefer yapan feribotlar yanaşmıştı. Kumsaldaki antik kalıntıları geçip, batıya, Grifada yönüne yürüdüm. Zeytinliklerin içine yeni pansiyonlar yapılmıştı. Kıyıdaki seramik atölyesini gözüme kestirdim. Kapısında “kiralık oda” tabelası asılıydı. Daha sonra adanın en ünlü seramikçisine ait olduğunu öğrenecektim bu atölyenin. Epeyce beklememe rağmen kapısı açılmayınca, vazgeçip arkalarda bir pansiyona yerleştim. Tesadüf bu ya, ev sahibim adanın tek kitapçısıydı. Tekstil firması iflas edince, kitapçı ve pansiyon açmış, hırslardan uzak bir hayatı tercih etmişti. “Bu yaz kitap festivalimize Orhan Pamuk’u da davet ettik, gelecek” diyordu sevinçle gözleri parlayarak.

TAŞLAR DA KONUŞUR

Keşif turuma tarihi liman bölgesini gezerek başladım. 18’inci yüzyıl başında, denizden gelen saldırılardan bıkan halk, başkenti dağdaki Theologos’a taşımış, mübadeleyle gelen Anadolu Rumları yerleşimi 1922’den sonra tekrar canlandırmıştı. Dev çınarlar, gölgelerindeki kafeler, manastırlara ait taş bina ikindi güneşinin sarısıyla boyanmış, huzur her köşeye yayılmıştı.
Kıyıdaki parkta üç gün boyunca uğrayıp sohbet edeceğim Sloven heykeltıraşla da o ikindi gezintisinde tanıştım. Kıyıdan topladığı taşları, ruhlarına uygun şekilde oyup, küçük ücretlere satıyordu. ”Duymasını bilirseniz taşlar da konuşur. Hangi figürü oyacağımı bana onlar söyler” diyordu. Yelkenliler, büstler, tekneler yapmıştı. Tam 20 yıldır her yaz gelip, bir köylünün verdiği kulübede kalıyordu bizim heykeltıraş. “Bu adayı diğerlerine değişmem” en sık tekrarladığı cümleydi. Bir zamanlar İstanbul’a da yolu düşmüş, çok kalabalık gelince hemen kaçmıştı.
2700 yıl önce, antik Yunan’ın en güzel şehirlerinden biri bu limanın kıyısında kurulmuştu. Akdeniz’e seramik, heykel üreten atölyelerin geliriyle zenginleşip büyümüş, kendi parasını basacak duruma gelmişti. Şehrin her köşesine adanın taş ocaklarından çıkarılan süt beyazı mermerlerle, mitolojik kahramanların adı verilen tapınaklar, anıtlar yapılmıştı.

/images/100/0x0/55ea964ff018fbb8f889b30d

ADANIN ÇEVRESİNDE

Antik Tasos’u, Roma kalıntılarını, sahil restoranlarını turlayıp, sonra limanın en ucuna yürüdüm, kente bir de denizden baktım. Anlatılanlara göre, temmuzda kum gibi turist kaynayacaktı bu kıyı, erkenci olduğuma şükrettim. Gün batarken kıyıdaki restoranlardan birinde Plomari eşliğinde akşam yemeğimi yedim.
Taşoz, Gökçeada’dan yaklaşık yüzde 40 daha büyüktü. İrili ufaklı 15 yerleşimde yaklaşık 13 bin kişi yaşıyordu. Ulaşım sistemi hiçbir Yunan adasında rastlamadığım düzeyde gelişmişti. Loutra, Skala Potamias gibi popüler sahillere çok sık belediye otobüsü servisi vardı. Günde birkaç kez de adanın çevresini dolaşıyorlardı. Bu rota o kadar hoşuma gitti ki, birer gün arayla, ikişer saatten iki ada turu attım. Ormanlar, zeytinlikler, dağ köyleri, turkuvaz renkli koylar, uçurumlar birbirini izliyordu.
Potamis ve Loutra sahillerinde yürüdüm. Antik çağın ünlü seramik atölyelerinden, Taşoz’a ‘altın ada’ isminin verilmesine neden olan altın madenlerinden iz kalmamıştı geriye. Zeytinliklerin arasındaki taş evler, tarihi yağhaneler kafe, pansiyonlara dönüştürülmüştü. Cennet Sahili’nin kartpostal güzelliğindeki küçük restoranlarını aileler işletiyordu. Bu restoranlarda pişirilen ahtapot, kalamar, sübyenin lezzetini İstanbul’da bulmak mümkün değildi, fırsatı değerlendirdim. Hesap öderken kazıklanmamanın mutluluğunu yaşadım...

BAĞIMSIZLIK RUHU BU KÖYDE SAKLI

Adaların gerçek kimliğinin, ruhunun dağ köylerinde görülebileceğini Girit’te öğrenmiştim. Çınar, kestane ağaçları arasındaki Panagia, Potamia’yı gezdim. Sonra eski başkent Teologos’a gittim. 17’nci yüzyıl sonunda korsan saldırıları yoğunlaşınca halk anakaraya bakan Limeneas’ı boşaltıp, tepelerin ortasındaki, kuzeyden erişilmesi zor olan bu ovaya yerleşmişti. Köyün yolunu bulmak için önce adanın güneybatı ucundaki Potos’a gitmek gerekiyordu. Denizden yaklaşık 300 metre yükseklikteki Teologos, bir uçtan diğerine bir kilometre uzunluğunda, 700 nüfuslu bir köydü. 1821’de Osmanlı’ya karşı en büyük ayaklanma bu köyde başlatılmıştı. Çocukluğu bu adada geçen, sultan tarafından tüm vergileri kendi adına toplama yetkisi verilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı bastırmış, ada 91 yıl daha Osmanlı toprakları içinde kalmıştı. İsyanın lideri, eski ada valisi Hacıgeorgiou Metaxas’ın iki katlı taş evi bugün “Halk Müzesi”ydi. Ada evinin karakterini gösterecek şekilde tasarlanan müzede kadınlarının zarif dantelleri, kıyafetleri, zeytincilik, balcılık geleneğini yansıtan aletler sergileniyordu.
Z adlı romanıyla tanıdığımız Vassilis Vassilikos da bu köyde doğmuştu. Solcu milletvekili Lambrakis’in cunta döneminde katlini anlattığı eser Costa Gavras tarafından filmleştirilen yazar bugün 79 yaşındaydı ve hâlâ yazlarını köyünde geçiriyordu. Roman, şiir ve oyunlarına, 100’e yakın kitabına damgasını vuran bağımsızlık, adalet arayışının, insan sevgisinin bu köyün ruhundan kaynaklandığını söylüyordu her fırsatta...
Teologos’un rengârenk boyanmış evleri, çiçekli balkonları arasında yürüdüm. Dar sokaklardan, aşağılardaki çamlıkları, denizi seyrettim. Beni en şaşırtan, eski taş evlerin çatılarının kiremit yerine kayrak taşlarıyla kaplanmış olmasıydı. Artvin’in dağ köylerinde rastladığım bu geleneğin uzak bir coğrafyada yaşatılması, Karadeniz’den Ege’ye köprü kurulması dünyayı sınırlar içinde algılayan bir zihnin ezberini bozuyordu.
Köyü gezdikten sonra asırlık çınarın altındaki köy kahvesine oturdum. Bir ‘Yunan kahvesi’ istedim. Yüzünde geniş tebessümle getirdi kahvemi yaşlı teyze. İşaret diliyle sohbet ettik biraz. Keşke aynı dili konuşabilseydik. “Teyzeciğim, sence bu dünyada sınırlara gerek var mı” diye sorabilseydim.    

Thasus, kız kardeşini ararken altın buldu

Tarihin babası, Halikarnasoslu (Bodrum) Herodotus, 2400 yıl önce yazdığı altıncı kitabında Taşoz’un öyküsünü mitolojik kahramanlarla anlatmıştı: Beyaz boğa kılığına giren baş tanrı Zeus, güzeller güzeli Europa’yı kaçırır. Babası dört oğlunu toplar, Europa’yı bulmadan doğdukları topraklara dönmemelerini ister. Oğullar dört bir yöne dağılır. Thasus dünyanın ucuna kadar gider, dönerken rastladığı ormanlarla kaplı, güzel bir adaya yerleşir. Efsaneye göre, doğu sahilinde, Koinyra yakınındaki altın madenlerini ilk bulan, işleten de odur. 

False