Barselona Barselona...
Ne zaman Barselona’ya yolculuk etsem, Woody Allen’ın buram buram Akdeniz kokan filmi Vicky Cristina Barcelona’nın unutulmaz müzikleri zihnimde dolanmaya başlar, mırıldanarak düşerim yollara. Damarlarımda dolaşan müzik aşkından mıdır bilmem ama, İspanya’nın kuzeydoğusunda yer alan bu büyüleyici şehre adım attığım anda ruhumu saran İspanyol gitarı ve kastanyet sesleriyle Flamenko büyüsüne kendimi kaptırmamamın imkanı yok.
Daha önce Cruise seyahatiyle geldiğim Barselona’ya bu kez uçakla seyahat ediyorum. Bazılarıyla sohbet etme fırsatı bulduğum Türk yolculardan kimisi iş seyahati için kimisi turist olarak gidiyor Barselona’ya. Benim seyahatim de aslında hem ticaret hem ziyaret amaçlı olup tadından yenmeyen seyahatlerden. Böyle olunca daha bir keyif alıyorum.
Her sokağından sanat fışkıran bu kent aklımı da kalbimi de fethediyor her gelişimde. İspanya’da Art Nouveau akımının öncüsü olan ünlü Katalan mimar Antoni Gaudi’nin inanılmaz dehasıyla hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan, doğadan etkilenen mimarisi Barselona’ya masalsı bir atmosfer kazandırıyor. Barselona’ya giden milyonlarca turistin mutlaka ziyaret ettiği La Sagrada Familia’nın gizemli ve büyüleyici mimarisi ve ilginç hikayesi belleklere kazınacak cinsten.
Daha önce görmüş olmama rağmen yine her detayını hayranlıkla izleyerek geziyorum bu muhteşem katedrali. Yapımına ömrünü vakfettiği katedrali bitiremeden bir kazada hayatını kaybeden Gaudi’nin bıraktığı notlar ışığında katedral tamamlanmaya çalışılsa da, asla Gaudi’nin hayalindeki tasarımı bilemeyecek olmamız ‘bitmeyen katedrale’ ayrı bir gizem katıyor. Salvador Dali’nin ‘çok yaratıcı bir başağrısı’ diyerek tanımladığı La Sagrada Familia dışında Gaudi’nin Barselona’ya imzasını attığı bir çok eser bulunuyor. Eşsiz Barselona manzarasını izleyebileceğiniz en keyifli yer kesinlikle Park Güell. Gaudi’nin doğadan esinlenerek yaptığı birbirinden ilginç şatolar, heykeller, çeşmeler ve masalsı yapılarla dolu bu kent parkı, kendinizi harikalar diyarında hissetmenize yol açıyor. Casa Mila, Casa Batllo, Casa Vicens, Palau Güell ise mutlaka görmeniz gereken diğer yapılar.
Barselona’ya dair beni heyecanlandıran bir diğer husus da, ünlü ressam Salvador Dali’nin burada yaşamış olması.Siz de benim gibi Dali hayranıysanız, Barselona yakınlarında bulunan ve trenle kolayca gidebileceğiniz Figueres kasabasında yer alan Dali Müzesi’ni ziyaret etmelisiniz. Sürrealist sanat akımının en nadide eserlerini görebileceğiniz bu müze aslında Dali tarafından tasarlanan bir tiyatro binası. Bu inanılmaz yapıyı görür görmez ‘ben nasıl bir hayal dünyasının içindeyim’ diyeceksiniz. Burası ilgili bir tavsiye olarak, müze girişindeki yüzlerce metrelik kuyrukta beklemek istemiyorsanız gitmeden önce müze biletinizi online olarak almayı unutmayın derim.
Eğer otelde kalacaksanız, otelinizi Gran Via de Les Cortes Catalanes bölgesinden seçmek yerinde bir tercih olacaktır. Burada yer alan oteller şehir merkezini sevenler için ideal konforu sunuyor. Bizim konakladığımız otelde odalar Gaudi’den esinlenilmiş hoş tasarımlarla dekore edilmişti. Bu kentte nereye baksanız Gaudi ruhunu görmeniz mümkün. Bu konforun üstüne muhteşem Akdeniz manzarası ve lezzetleri de eklenince kelimeler kifayetsiz kalıyor.
Barselona’daki ilk günümüzde , ticari olarak iş birliğinde içerisinde olduğumuz dostlarımızla yemek yedik. Sevgili İnes bana bütün yemek boyunca İspanya’nin tarihi ve doğal güzelliklerini anlattı, gidilecek yerleri tavsiye etti. Dedelerinden kalan ve asla satmayı düşünmedikleri babasına ait 500 yıllık tarihi otellerinden bahsetti, anlatırken gözlerinden geçen anıları ve geçmişlerine duydukları bağlılığı yüreğimde hissettim. Eşi de kendisi de 6 kardeşler ve kalabalık bir aile olmayı , aileyle birlikte vakit geçirmeyi seviyorlar. Akdeniz ruhu böyle bir şey olsa gerek, o kendi ailesinden bahsettikçe ben bizim de millet olarak ne kadar ailemize düşkün olduğumuzu ve aslında Akdeniz coğrafyasının hepimizi aynı şekillendirdiğini düşünerek gülümsedim.
Barselona’ya gelmeden önce tüm planlarımı Flamenko gösterisi izlemek üzerine yaptım. Yolculuk boyunca kalbim Flamenko’da atıyordu. Ve otel resepsiyonistinin tavsiyesiyle harika bir gösteriye gitmeye hazırım. Rivayete göre flamenko, Endülüs’te yaşayan Arap udi Flamo Mengue’in sanatının yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmış. Flamo Mengue o kadar usta bir udiymiş ki, Kastilyalı gitaristler ona özenip tarzını benimsemeye başlamışlar. Gitaristler arasında bir ekol haline gelen bu çalış tarzı “flamomengue” olarak adlandırılmış ve zaman içinde kelime “flamenco”ya dönüşmüş. Video çekmek ya da görüntü almak, gösteriyi izlerken yasak.
Sadece finalde 5 dakika görüntü alabiliyorsunuz. Anda kalıp doya doya o muhteşem sahneyi izleyebilmek açısından çok iyi düşünülmüş bir detay. Flamenko gösterisini izlerken gözyaşlarımı tutamadım. Endülüs halk müziğinin eşsiz türü Flamenko, acı, neşe, isyan, aşk, keder, ayrılık, tutku, içimizde insana dair ne kadar his varsa hepsini hissettirdi. Gönül Yarası filmindeki bir repliği hatırladım: “Bir müziği anlamak için dilini bilmeye gerek yok, duygular hepsini anlatıyor.” O gece uyuyamadım diyebilirim, ayaklardaki ritim ile sözlerin vurgusu, bir derdi paylaşıyordu. Sesin müzikleşmesi beyinde başka bir frekansı açıyor. Zaten “Sanat, derdin yoksa çıkmaz ortaya” denir ya..
Geçen hafta Milano, bu hafta Barcelona sokaklarında gördüğüm, milyonlarca turistin ziyaret ettiği şehirlerin ortak noktası dış yapıların tasarımları, geçmişi, tarihi, izleri ve ruhlarını korumuş olmaları. Barcelona’da bizim şansımız, Barcelona’da yaşayan arkadaşların tavsiyeleriydi. Onların tavsiyesiyle Gotik mahallesini gezerken kendimi Santa del Maria Kilisesi’nde buldum. Yanımdaki arkadaşlarım bana dilek dilemem için mum getirmişlerdi. Hz. Meryem’e olan sevgim ve aşkım her zaman bambaşkadır. Ve onun mabedinde onun suresi ile dua ettim. Ben de tüm dileklerimi söyledim ve çıktım o muhteşem bazilikadan.
Barselona’da şehir hayatının en canlı olduğu yerler Burn ve La Rambla, bizim İstiklal ‘in benzeri ve daha renklisi diyebiliriz. Her an bir festival ya da etkinliğe şahit olabilirsiniz. Sanatla yoğrulmuş bu muhteşem şehre geldiyseniz Pablo Picasso Müzesi’ni görmeden dönmek olmaz. Ben de sanat eleştirmenleri tarafından 20.yüzyılın en iyi ressamı olarak tanımlanan, Kübizm akımının öncüsü Picasso’nun eserlerini görmeden dönmek istemedim. Fotoğraf çekimi için izin verilmiyor ama ben yine de yakalayabildiğimi cekmeye çalıştım.
Barselona’da gördüklerimizin yanısıra yediğimiz içtiğimiz de anlatmaya değerdi. Gün içerisinde, öğlen marinada “deniz ürünlü Paella “ yedik. Paella, İspanya denilince akla gelen ilk yemek. Tavuk ve deniz ürünlerinin pirinçle harmanlanak hazırlandığı ve safranıyla damaklarınızda unutulmaz hisler bırakan Paella, tam bir şenlik.Paella dışında benim tercihim kalamar oldu. İspanyollar’ın Tapas dedikleri meze türleri çeşit çeşit ama bizim mezelerimiz kadar başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Barcelona’da akşamüstü bir şeyler içmek ve dinlenmek isterseniz Mandarin’in en üst katında, havuz başında gün batımını izleyip bişeyler içmek çok keyifli. Shakişra’nın da ortaklarından olduğu Numa, çok şık bir restaurant. Cotton House, keyifle kahvenizi içebileceğiniz, dostlarınızla sohbet edebileceğiniz hoş bir mekan.
Barselona’da geçirdiğim unutulmaz birkaç günün ardından zihnimde çalıp duran Flamenko melodileriyle bu muhteşem Akdeniz şehrine istemeyerek de olsa veda ediyorum. Hasta pronto Barselona!