Paylaş
Portekiz’in Nazım’ı Başkent Lizbon doğumlu Fernando Pessoa şöyle yazmış:
“Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.”
Bugünlerde yolunuzu ‘Portekiz’in yedi tepeli şehri’ Lizbon’a düşürün. Kentin Karo mozaikle döşenmiş sokaklarını adımlayın.
O adımlar sizi illa ki bir meydana çıkaracak. Kim bilir belki yol sizi Cafe Brasileira’nın önündeki kaldırımda, bir masaya oturmuş kahvesini içen Pessoa heykelinin karşısına çıkarır. Oturun karşısına ve kahvenizden bir yudum aldıktan sonra gözlerinizi kapatın. Kulağınıza sokak müzisyenlerin yaptığı müzik, insanların kahkahaları çalınacak. Gözünüzü açtığınızda ise birbirine sarılan âşıkları, mutlu yüzleri göreceksiniz. Ve Pessoa’nın dediği gibi: “Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi” olmadığınızı fark edeceksiniz. Şehrin enerjisi gam, keder ve tüm gerilimi üzerinizden sıyırıp alacak.
Dünün dünde kaldığını ve artık bir başkası olduğunuzu düşüneceksiniz. Oldukça gergin bir ülkeden Lizbon’a gelen ve kentin neşesine, güzelliğine adaptasyonda kısa bir süreliğine olsa da uyum sağlamakta çekingen davranan biri olarak kendinize sürekli “Neden” diye sorduğunuzu fark edeceksiniz.
Tanıdık hava, bildik neşe
Bir Akdeniz kenti olan Lizbon buna yakışacak bir neşeye ve enerjiye sahip. Ancak kentle ilgili olan daha dikkat çekici olan ise yedi tepe üzerine kurulu olan, içinden boğaz genişliğinde Tejo Nehri geçen ve sokaklarında tramvaylarla dolaştığı kentin İstanbul’a benzerliği.
Lizbon’da zaman geçirdikçe İstanbul’la ilgili canımızı sıkan gelişmelerin (Tarihi yapının deformasyonu, gökdelenler ve kentleşme, yollar, köprüler, toplu konut projeleri, Boğaz’ın ve doğanın tahribatı...) nedenini anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Aktörler değişiyor ama gelişmişliğin, Batılılaşmanın, kalkınmanın temel endeksleri olan betonlaşma ve asfalt değişmediği için İstanbul’daki tahribat da hiç bitmiyor. “Kim bilir daha kaç kuşak bizden sonra da ‘Ah eski İstanbul’ diyecek” diye geçiriyorsunuz içinizden Lizbon’un en eski sokaklarının, evlerinin bulunduğu Alfama’yı adımlarken. Fadonun doğduğu bu bölgede sokaklar öyle güzel ki, onca çarpıklığın arasında nasıl bir uyum oluşabilmiş hayret ederek izliyorsunuz.
Lizbon’un kişiden kişiye değişmeyen belki de yegâne özelliği kentteki Ortaçağ havası. Bir ışık, bir bina, bir koku, renk, birkaç nota... İllaki gün içinde Lizbon’da sizi bir şekilde yakalıyor ve geçirmiş olduğu büyük depremlere, yıkımlara karşın dokusuyla Ortaçağ’ın görkemli deniz imparatorluğu günlerine taşıyor. Onlarda eski binaları yıkıp bizde olduğu gibi yenilerini dikme alışkanlığı olmadığından deprem sonrası bugünkü kentin tasarımcısı Marki de Pomba’nın şehri çok değişmemiş ve değişmiyor. Arnavutkaldırımlı dar sokaklar, antik tramvaylar, tepelere iniş çıkışı kolaylaştıran asansörler, Baixa – Chiado, Barrio Alto, Alfama, Belem, Cascais ve Sintra… Bu duygunun ağırlığını hissettirdiği yerler.
Bir sevgiliden ayrılır gibi
Her gün yeni duygularla ‘insanın insan olabileceğini’ anlatan şair Pessoa, konu yaşadığı şehre geldiğinde başka düşünüyor. Pessoa, Lizbon’a âşık bir Portekizli! Bu nedenle de bir sevgiliyi anlatır gibi anlatıyor kenti. Ondan uzaklaşmanın hüznünden, insanda yaratacağı karmaşadan dem vuruyor. Bunda Tejo Nehri’nin oluşturduğu haliç üzerine kurulu olan Lizbon’un Vasco de Gama, Macellan gibi birçok kâşifin, denizcinin çıktığı şehri olmasının payı olduğunu hissediyor insan denize bütün heybetiyle, onu kucaklarcasına açılan nehri gördüğünde.
Kâşifler, denizciler ‘meçhule yelken açan’, dönüp dönmeyeceği belli olmayan insanlardır. Bu nedenle olsa gerek Pessoa’nın dizelerinde denizcilerin arkasından yakılan keder yüklü Portekiz halk şarkıları ‘Fado’nun ruhu dolaşıyor sanki söz konusu Lizbon’dan ayrılmak olduğunda.
“Bir martı geçiyor ve artıyor / Ve artıyor içimdeki duyarlık / Ah her rıhtım taştan bir karasevda! / Ve gemi çözdüğünde palamarı / Bir bakmışız ki açılıyor uzaklık / Rıhtımla gemi arasında / İşte o an anlatamadığım taptaze bir endişe bürür içimi / Hüzünlü karmakarışık duygular.”
Ne yemeli, ne içmeli
-Lizbon’da mutlaka uğramanız gereken yerlerin başında 1837 kurulan Belem Pastanesi bulunuyor. Yaptıkları turta çok özel bir lezzet ve dünyada tadılması gereken 20 lezzetin arasında yer alıyor. (R. Belém 84-92, 1300-085, +351 21 363 7423)
-Rossio Meydanında bulunan likörcü ‘A Ginjinha’ya mutlaka uğrayın. Vardığınızda önündeki kalabalıktan da anlayacağınız gibi burası Lizbon’un en meşhur likörcüsü. Tek ürün var, vişne likörü. Fiyatı ise 1 Euro.
-Lizbon tam bir gurme şehri. Farklı ve iyi restoranları dememe karşın Ramiro Deniz Ürünleri Restaurant’ını tek geçerim. Karides güveç, ıstakoz, yengeç, jumbo karidesler ve aklınıza gelebilecek bilumum kabuklular… Burası sadece kabuklu deniz ürünleri yapan esnaf lokantasından biraz hallice bir yer. Yemek için adınızı sıraya yazdıktan sonra 1-2 saat beklemeniz gerekebilir. Ama emin olun ki buna değer. (Av. Almirante Reis nº1 - H, 1150-007, +351 21 885 1024)
Not: Bu gezi, yatırım yoluyla oturum ve vatandaşlık planlaması yapan Yeni Bir Hayat şirketi sponsorluğunda gerçekleştirilmiştir. Şirket, başta gayrimenkul olmak üzere yatırım yoluyla bir B planı olarak Portekiz’de yaşamak isteyen ve Portekiz pasaportu ile vize sorunlarına takılmadan dolaşmak isteyenler için danışmanlık hizmeti veriyor.
Lizbon’un, zengin bir gece hayatı var, fado evleri, küçücük sokak arası barları, bugünün gençlerine hitap eden modern kulüpleriyle gece kolayca yatağa girmeyen bir kent görünümünde.
Paylaş