Avrupa’nın kış güzelleri
Bazı kentler vardır ki, kolay kolay ayrılamam. Çoğu kuzeydedir. Sokaklarında gezerken, kahvelerinde otururken, buralarda sürekli yaşama düşleri kurarım.
Mehmet YAŞİN
Bu kentlerin insanlarını kıskanırım hep. Onların yerinde olmak isterim. Ama zaman geçtikçe iklim koşulları, soğuk, karanlık, kısa günleri, insanlarının içine kapanıklığı aklıma gelir. Düşündükçe buralarda yaşama düşünden çark ederim. Avrupa’nın kış güzelleri adını taktığım kentlerden üçünü anlatacağım bu hafta sizlere.
Yüzen kent Stokholm
Stokholm aklımda gönüllü sürgünlerin kenti olarak kalmıştır. Kimler kendini bu kentin soğuk kollarına emanet etmemiştir ki: Yazar Demir Özlü, tiyatrocu Tuncel Kurtiz, Zülfü Livaneli, gazeteci Şahin Alpay, Yavuz Baydar, fotoğrafçı Lütfü Özkök, kameraman Güneş Karabuda, yazar Mehmet Uzun, kraliyet fotoğrafçısı Ertan Güner, heykeltıraş İlhan Koman. Benim bilmediğim daha nice isimlerle liste uzayıp gider.
Stokholm bundan 100 hatta 150 yıl öncesinde bile Türk gezginlerin ilgisini çekmiştir. Örneğin bu coğrafyaya ilk giden Ahmed Mithat Efendi, 1889 tarihli “Avrupa’da Bir Cevelan”da İsveç’ten uzun uzun söz etmişti. Yazar kitabında Stokholm’ü Venedik’e benzetmiştir. Burada tiyatro sanatının hayli ilerlediğini, gayet büyük bir opera ile dram ve komedi tiyatrolarının bulunduğunu, ayrıca Beyoğlu’nun kafe-şantanları gibi birkaç küçük tiyatro olduğunu, sayısız kitapla dolu kütüphaneleri ballandıra ballandıra anlatmıştır.
Havaalanından kente giderken, önce uçsuz bucaksız ormanların arasından geçeceksiniz. Ormanlardan sonra sanayi bölgeleri görünür. İlan panolarındaki birçok isim tanıdıktır: Saab, Volvo, Ikea, Ericson, Telia Sonera, ABB... Kuzeyli İsveç, dünyanın bildiği dev markalarıyla övünür.
40 dakikalık yolculuktan sonra merkez terminalde ineceksiniz. Dışarıda bekleyen taksiler sizi otelinize kavuşturacaktır.
Kenti gezmeye, Stokholm’ün en eski yerleşim yeri Gamla Stan’dan başlamanızı öneririm. Kent, 1252 yılında bu büyükçe adada kurulmuştur. 15. ve 16. asırdan kalma binaların arasındaki sokaklardaki vitrinlerin hepsi baştan çıkartıcıdır. Eğer bu kente benim gibi kışın giderseniz, karanlığın ne kadar erken bastırdığına şaşıp kalırsınız. Öğleden sonra 15.00’te akşam oluverir. Karanlıkla birlikte zaman kavramını yitirmeye başlarsınız.
Bu sokaklardaki tüm binalar eskilikleriyle övünür. Birçok kapının üstünde 1600’lü, 1700’lü yapım tarihleri yer alır. Bir eczane 1656, bir lokanta 1722, bir pastane ise 1785 yılından beri aynı yerde hizmet verdiklerini belirten tabelaları, dükkanlarının en görünen yerine asmıştır.
SARAYA AÇILAN DAR SOKAKLAR
Küçük otellerin, lokantaların, kahvelerin, caz kulüplerinin bulunduğu bu adada daha çok yazarlar, sanatçılar ve politikacılar oturur. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar sokaklar, dönüp dolaşır sizi kralın kışlık sarayının önüne çıkarır. Bu sarayın tamı tamına 608 odası vardır. Eğer dolaşmaktan ayaklarınız isyan etmiş, yüzünüz donmaya yüz tutmuşsa en eski kahvesi Sundberg Konditori’ye oturabilirsiniz. Kahvenin ortasındaki masada etrafı fincanlarla çevrili semaver benzeri kaptan kahvenizi doldurup içinizi ısıtabilirsiniz.
Sabahları boşu boşuna günün aydınlanmasını beklemeyin. Çünkü kış aylarında gün çok geç kendini gösterir. Onun için sabahın alacakaranlığında yollara düşün. Sabah ayazı ne mahmurluk ne de geceden kalma sersemliği bırakır insanda. Soğuğa rağmen yürüyerek gezmeyi tercih edin. Yürürken kenti daha iyi tanırsınız çünkü. Buzlu kaldırımlardan korkmayın, üstüne serpilen minicik çakıl taşları kaymayı engeller.
Stokholm’un yeni bölümüne geçip, aceleci kalabalıkların peşine takılın. Norrmalm (Kuzey Mahallesi), kentin yeni yüzünü yansıtır. Birbirlerini haç biçiminde kesen Drottninggatan (Kraliçe Caddesi) ile Kungsgatan’a (Kral Caddesi) tüm şık mağazalar sıralanmıştır.
SOKAKTAKİ SEYYAR MANGALDA ISININ
Stokholm’ün gezilecek, görülecek yerleri pek geniş bir alana yayılmaz. Bir kafede, kahve içimi sürede kent haritasını inceledikten sonra, neyin nerede olduğunu çözebilirsiniz. Her yere yürüyerek ulaşabilirsiniz.
Kungstradgarden Meydanı’nda, hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaşırken göreceğiniz mangallar çok ilginizi çekecektir. Meydanın dört bir yanına konan mangalların yanında, birer çuval odun durur. Üşüyenler kısa süreliğine ateşe ellerini uzatıp ısınır. Tabii ateş geçiyorsa odun atmayı ihmal etmezler. Mangalın başında bir süre ısındıktan sonra deniz kıyısına doğru yürüyüp, ünlü Opera binasının önüne gelin. Bu binada tam 117 yıldır perdeler açılıp kapanmaktadır. Kentin kültür mabedidir.
Eğer soğuk sizi yormadıysa kentin en eski otellerinden biri Grand Hotel’in önünden kalkan gezi teknelerine binip, kanalların arasından kentin diğer yüzlerini görmeye çalışın. Kanallar, göller, adalar, parklar şehri Stokholm, kutup soğuğuna rağmen çok sıcak görüntüler sunar.
MUHTEŞEM BATIK
Bir başka gününüzü, biraz sokaklara biraz da müzelere ayırın. Önce Skeppsholmen Adası’na geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezmenizi öneririm. Sonra önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin önünden yürüyüp, ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na geçin. Girişteki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığı mutlaka görmelisiniz. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628’de yapılmıştır. Bu muhteşem gemi, tek gülle atamadan, tek kılıç sallamadan ilk seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştır. 1990’da çıkarılan gemi, tersaneden yeni çıkmış görüntüsüyle ziyaretçileri büyüler. Aslında Stockholm’ü üç günde gezmek mümkündür. Hele uzun yaz günlerinde üç gün fazla fazla yeter.
LEZZET DURAKLARI
Eğer lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi önereceğim. İlki, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı etnik pazar. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktur. Timsahtan ayı etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak, restoranlarda farklı lezzetler tatmak mümkündür. Diğer alışveriş merkezi, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’dir. Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılır.
Akşam yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları tercih etmelisiniz. En ünlüsü, 1722’de kurulan Den Gyldene Freden. Geçmişte, binası İsveç Akademisi’ne aitti; birçok Nobel Ödülü burada verildi. Restoranın tatlı patatesle servis edilen, şarap sosuyla pişirilmiş Ren geyiği etine doyum olmaz.
Tüm kuzey ülkelerindeki gibi, Stokholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin en baş köşesinde yer alır. Tabii ki baş köşede, soğuk kuzey denizinde tutulan ringa balığı oturur. Genellikle turşu olarak çiğ tüketilen bu balığın kızartması da, özel salça soslusu da damak çatlatan cinstendir. Kral yengeçler, iri karidesler, istakozlar, uskumrular, dil balıkları, midyeler, somonlar, kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleri arasında yer alır.
Süslü Viyana
Kış aylarında Avrupa kentleri bir başka çekici olur. Süslenip püslenip bütün güzelliklerini ortaya döker. Bu güzellerden biri de Viyana. Kenti gezmeye başlamadan önce, Cenap Şehabettin’in bir asır önce yazdığı Viyana tanımlamasını okumak gerekir: “Viyana’da biraz Paris, biraz Beyoğlu rayihası vardır. Sonradan görme bir şehir olmayan Viyana sokakları adeta insana kollarını açar... Şehirde Habsburg hanedanı kadar kıdemli bir asalet his solunur. Din ve sanat, savaş ve aşk, siyasi hadiseler ve fikir hareketleri burada beraberce yaşamıştır...”
Viyana’yı yürüyerek keşfetmek çok keyiflidir. Önce ara sokaklarda süslenmiş, baştan çıkartan vitrinleri seyrede seyrede kentin merkezindeki Stephans Katedrali’ne gelmelisiniz. Katedrali gezdikten sonra, meydandaki kukla oynatıcılarının, heykel gibi donmuş kalmış sanatçıların, şarkılar söyleyen grupların, sihirbazların aralarından dolaşıp, Viyana’nın en eski caddelerinden biri olan Graben’e varacaksınız. Bir zamanlar kale hendeği olan bu caddede kalabalıklar, renkli ve pırıltılı vitrinleri seyrederek dalga dalga akıp gider. Siz de onlara katılabilirsiniz. Karnınız acıkınca Viyana şinitzelinin tadına bakmanız gerekir. Kentin en eski lokantalarından biri olan Figlmüller, bu yemek için en aranan adreslerdendir.
Yemekten sonra tekrar sokakları arşınlamayı sürdürün. Örneğin sadece yayalara açık Kohlmarkt Caddesi’ne gidin. Burada tarihi Demel pastanesinde etrafı seyredin. 1786’da hizmete giren pastanenin, portakal likörlü ünlü kahvesinden (Anna Demel kahvesi) ısmarlamanızı öneririm. Yanında Zachertorte söylemeyi ihmal etmeyin. Viyana’ya kadar gelip, dünyanın bu en lezzetli çikolatalı kekinden yememek olmaz. Kahveden yükselen portakal kokusu, kekten gelen kayısı reçelinin ekşiliği, kahvenin tadı, çikolatanın damağa sıvanan lezzeti, ağzınızda karışıp sizi mest edecektir.
Kahve faslından sonra, Belvedere Sarayı’na gitmenizi öneririm. Eğer şansınız varsa ünlü ressamların sergisini gezebilirsiniz. Ben oradayken Leopold Müzesi’nde Egon Schiele, Gustav Klimt’in tabloları sergileniyordu.
KRALIN YEMEĞİ
Akşam yemeği için size, Radetzky Meydanı’ndaki “Gasthaus Wild” adlı restoranı önerebilirim. Burada yemekler kadar, 120 yıllık şarap kavı da ilginizi çekecektir. Önden, içinde karaciğerden yapılmış küçük köfteler ve ev eriştesi bulunan et suyu çorbası “Leberknödelsuppe” ısmarlayabilirsiniz. Ardından İmparator Franz Joseph’in hemen hemen her gün yediği “Tafelspitz mit G’röste”yi isteyin. Bu yemek, sığır budunun üst kısmından dilimlenip haşlanan etlerden oluşuyor, yanında kızartılmış rende patates ve yaban turbu hardalıyla servis ediliyor. Yemeğe, yine ünlü bir tatlı olan “Apfelstrudel / elmalı turta” ile nokta koymalısınız.
Ertesi sabah, Stadpark’ın yanında uzanıp giden yoldan Albertina Müzesi’ne doğru telaşsız bir yürüyüş tutturmalısınız. Yaşlı çınarların süslediği yol hoşunuza gidecektir. Sararmış yaprakların uçuştuğu parkta tek başına duran Johann Straus’un altın renkli heykelini selamlamayı ihmal etmeyin. Müzede mutlaka görülmesi gereken bir etkinlik vardır.
Öğle yemeğini için Wollzeile Caddesi üstündeki Plachutta lokantasını tavsiye ederim. Bu tarihi lokantada yer bulmak zor olduğu için rezarvasyon yaptırmayı aman ihmal etmeyin. Ne yiyelim diye soracak olursanız: Kestane çorbası, çeşitli sebzelerle doldurulmuş dana göğsü (Gefüllte Kalbsbrust).
Bir gününüzü de saraylara ayırın. Önce bir metroya binip, imparatorluk ailesinin yazlık sarayı Schönbrunn’a gidin. Sonra tekrar merkeze dönüp bu kez etrafı müzeler, şık mağazalarla çevrili olan Hofburg sarayını gezin. Habsburg sülalesine 600 yıl ev sahipliği yapan bu “saraylar külliyesine” birkaç saat zaman ayırmak gerektiğini aklınızdan çıkartmayın.
Viyana güzel, yaşlı, sakin, asil bir kent. Tüm bu güzellikleri konuklarıyla paylaşmayı da seviyor. Eğer sanatla haşır neşir, telaşsız, ağız tadıyla uzatılmış bir hafta sonuna niyetlenirseniz Viyana’yı önerebilirim.
Baltık prensesi Riga
Küçük kentleri oldum olası severim. Bu sevginin nedeni çabuk keşfetmek, sırlarını zorlanmadan ele geçirmek olabilir. Baltık ülkelerinden Letonya’nın başkenti Riga “sevgililerim” arasında yer alır. “İlk görüşte aşık olmak” terimi burası için de geçerlidir. Riga ilk görüşte insanı sarmalar, kucaklar, içine çeker.
Eğer bir kış günü Riga’ya giderseniz, lapa lapa yağan karın sizi bir anda kardanadama çevireceğini aklınızdan çıkarmayın. Riga kışın soğuk, beyaz, ıslak ve romantiktir. İnsanı sıcak köşelere davet eder. Eğer kahvenizi eski bir kafede, örneğin “Vilhelm Kuze”de içmeyi tercih ederseniz, Riga’nın geçmişine dalıp gidebilirsiniz. Bu kent Birinci Dünya Savaşı’nın tüm acımasızlığına şahit olmuştur. Yıkımları ve ölümleri tatmıştır. Her sokağında, her kahvesinde Nazilerin ve Sovyet ajanlarının acımasız öyküleri yaşanmıştır.
Riga’da sokaklarda acelesiz, telaşsız dolaşmanızı öneririm. Çünkü bu sokakların iki yanına, Art Nouveau’nun en güzel örnekleri olan süslü binalar sıralanmıştır. Bunlar mimarlık tarihinin kremalarıdır. Balkonlardaki, pencere pervazlarındaki, kapı kenarlarındaki, çatı çıkıntılarındaki süslemeler aklınızı başınızdan alacaktır emin olun. Bu muhteşem binaların bir çoğunda mimar Mikhail Eisenstein’ın imzası vardır. Bu soyadı, sinemaseverlerin yabancısı değildir. Çünkü Mikhail’in oğlu Sergei, dünyanın en önemli yönetmenlerinden biridir ve “Potemkin Zırhlısı” filmi onun eseridir.
SANATSEVER KENT
Riga halkı oldum olası sanata önem vermiştir. Ülke ekonomisinin en kötü günlerinde, opera binasını tamamlamak için ödenek ayırabilmiş, dünyanın en ünlü baleti Baryshnikov’u bu binanın sahnelerinde yetiştirmiştir. Onun için yolda yürürken size selam veren, gülümseyen Rigalıların yüzleri hep aydınlıktır. Kitabın, müziğin, tiyatronun, operanın, balenin aydınlığıdır onların yüzlerinden yansıyan.
Eğer eğlenmek, alışveriş yapmak isterseniz, soluğu eski kentin sokaklarında almalısınız. Çünkü mağazalar, kahveler, restoranlar, barlar, müzeler, kiliseler hep burada sıralanmıştır. Riga’nın bir kehribar ülkesi olduğunu da aklınızın bir köşesine yazmalısınız. Dünyanın en güzel kehribarlarını eski kentteki dükkanlarda görebilirsiniz. Bir de buranın ketenlerinin çok kaliteli olduğunu da unutmamanız gerekir.
Riga, Aralık ayında süslü püslü bir kadına döner. Ağaçlar rengarenk ışıklarla donanır. Bu mevsimde ağaçları süslemek uzun geçmişi olan bir gelenektir. Noel ağacının ilk kez bu kentte süslendiği söylenir. 1510 yılının Noel gecesinde, “Bekar tüccarlar ve zanaatkarlar- Blackheads” meydanındaki çam ağacının etrafında dans edip, ellerindeki süslerle de ağacı süslemişlerdir. Bu ağaç süslenen ilk Noel ağacı olarak kabul edilmiştir.
Daugova Nehri’nin üstündeki köprülerden birinden geçerken, köprü parmaklarına geçirilmiş kilitleri görünce şaşırmayın. Onları evlenen çiftler oraya asmıştır. Amaçları evliliklerinin sonsuza kadar sürmesidir. O kilit açılmadıkça beraberlik hep sürecektir. Eğer kilitlere yakından bakarsanız, onların kalp şeklinde olduğunu ve üstlerinde isimler yazdığını görürsünüz.
ZEPLİN HANGARLARI
Riga’da görmeniz gerekenlerden biri de kapalı pazara dönüştürülen zeplin hangarlarıdır. Birinde her türden balık, balık yumurtası, konservesi, islisi, salamurası, kabuklusu satılır. Yani denizden çıkan her şeyi bulmak mümkündür. Bir diğerinde çeşit çeşit et sergilenir. Sonuncusunda ise taze sebze ve meyve satılır. Satıcıların çoğu, yapılı, kırmızı suratlı kadınlardır. Eğer meraklıysanız Riga’nın yerel tatlarını buradan satın alabilirsiniz. Riga küçük, güzel, sıcak bir kenttir. Uzun bir hafta sonu için en ideal adreslerden biridir.