Athena’nın tabiat anayla buluştuğu yer: Assos
“Tarihi ve coğrafyayı en güzel nerede öğrenirim?” diyorsanız, size Assos derim. Milattan önce 7. yüzyıldan beri Midillilerin, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların ve Osmanlıların evi olan, tüm hatıralarıyla bugüne gelen kent… Hani şu, Aristo’ya “ben burada evleneceğim” dedirten Assos…
Aniden gelen bir kararla annem ve kardeşimle Çanakkale’ye gitmeye karar verdik. Tamam da Çanakkale’nin neresine? diye düşünürken karşımıza Assos çıktı. Hiç bilgi sahibi olmadan biletleri alıp attık kendimizi yollara. Otobüsten inip sizi otelinize götüren minibüslere bindiğinizde, -daha önce deneyenler bilir- kendinizi yamaç paraşütü yapmaya gider gibi hissediyorsunuz. Engebeli yolların üzerinde gitmeye çalışan minibüste biraz çalkalanıyorsunuz. Biz ‘Eden Beach Hotel’de konaklamak için Kadırga Koyu’na indik. 3-4 kilometrelik bir sahil şeridinin üzerinde sıra sıra dizilmiş oteller ve kamp alanları var ama ne yalan söyleyeyim koyun en güzel yeri bizim otelin önüydü. Mavi bayrak dalgalanan plajda su akvaryum gibiydi.
Otelimize yerleşmek için erken gelmişiz o sabah. Karşımızda bir deniz ki, pırlata gibi üzerimize üzerimize geliyor. Sabah güneşi vurmuş gövdesine, pırıl pırıl… Çantalarımızla attık kendimizi Kadırga’ya sabah 9.00’dan 12.00’ye kadar öylece oturup denizi seyretmişiz. Hiç dinlenmediğimiz kadar dinlenmişiz… Assos Kadırga Koyu çok tenha ve sakindir. Suyu serin olduğundan denize de giremez kolay kolay herkes. O yüzden huzurun başkentidir.
Ertesi gün internette dolaşırken bir antik kent olduğunu öğrendim. Otelin resepsiyonuna inip sordum “nerededir, nasıl gidilir?” diye… Öyle güzel bir minibüs sistemi var ki, 10 liraya her yeri geziyorsunuz. Atladık Behramkale minibüsüne ve doğruca antik kente gittik. Arnavut kaldırımı sokaklarında yürürken sağınız solunuz kurutulmuş papatya, yemeni, kekik… O sokaklar yokuş da yokuş… Minibüsten indikten sonra Athena tapınağına kadar uzun uzun tırmanıyorsunuz. Bu yüzden ayağınızda spor ayakkabı ve rüzgâr nedeniyle de üzerinizde şort olmasında fayda var. Sandalet ve elbiseyle gidilecek yer değil.
Athena tapınağı İslamiyet öncesi 530'da, Akropol'ün en yüksek yerine (236 metre yükseğe) kurulmuş. Midilli adası karşınızda… Manzara muhteşem, deniz sanki sizi içine çekecekmiş gibi hissediyorsunuz. Gezi rehberinde ‘gizli oda’ olduğu yazıyordu ama sanırım fazla gizli. Dört döndüm tapınakta göremedim. İki basamaklı podyum, günümüze ulaşabilmiş o güzelim kabartmaların bir kısmı hâlâ orada ama daha güzelleri için Paris, Boston ve İstanbul Arkeoloji müzelerini gezmek gerek. Tapınağa giriş 10 TL.
Tapınağın arkasında bir de camii var. Minaresiz, tek kubbeli Hüdavendigar Camii, I.Murad döneminde, Assos yıkıntıları arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş. Camii'nin giriş kapısının da ilginç bir özelliği var. Bu kapı, kendisinden daha eski ve bir Romalı kenti olan ‘Cornelius’un kapısıymış meğer…
Kentin en yüksek noktasından aksi istikamette bir yolculuk oluyor sıradaki. 3 km uzunluğunda bir surla çevrili olan kralın pay-i tahtı ‘Akropol’… Şehrin kamusal alanı ‘Agora’… Şehrin yaşamı ile ilgili önemli kararların alındığı ‘Bouleuteiron Meclisi’… Aristotales’in ders verdiği okul ‘Gymnasium’… Sizi tiyatroya giden yolda sağlı sollu takip eden kabir kenti ‘Nekropoller’…
Gittiğinizde gördüğünüz bu yapıtlara ait birkaç kabartma ve kırıntı… Ama onlara bakıp hayal dünyanızda bütünleştirip o günlere gitmek de size hiç hissetmediğiniz duyguları hissettirecek. Bu arada oraya gittiğinizde elinize tutuşturulan İngilizce gezi rehberinde yazan bir bilgi şunu söylüyor; Nekropollerin yani kabirlerin yapıldığı taşlara ‘et yiyen lahitler’ deniyor. Sebebini gidip öğrenmek en iyisi…
Ve nihayetinde kentin en gözle görüp tanınabilecek durumda olan antik başyapıtı; ‘Tiyatro’… Öylesine büyük ve hâlâ formunda… Zaten hala Assos’ta bazı etkinliklere ev sahibi olduğu yazıyor gezi rehberinde de… Taşlarda oturup sahneyi seyrettiğinizde gladyatörler aslanların sırtında çıkıp gelecekler, gösteri kaldığı yerden devam edecek hissine kapılıyorsunuz.
2-3 kilometre daha yürüdükten sonra susadığınızı hissettiğinizde zaten ‘antik liman’a gelmiş oluyorsunuz. Sağınız solunuz meşe palamudu deposundan bozma otellerle dolu... 1950’li yıllarda palamutlardan boya yapılıp ihraç ediliyormuş diğer ülkelere. Tüm gemiler de bu limandan kalkıyordu ve buraya yanaşıyordu. Limanın içinde loş ve nemli dükkânlardan birine girdik. Sakızlı kahve dediler, tattık. Bana kalırsa sadesi her zaman daha güzel. Enerjimiz yerine gelince tarihin tozları elimize yüzümüze bulaşmış vaziyette biraz yukarıdan kalkan minibüslere bindik… İndiğimizde, Kadırga’nın serin sularına zor attık kendimizi.