Aşkın ilhamı, aşkın celladı
Nedim Gürsel yeni yayımlanan kitabı Aşk Kırgınları’nda Venedik’i beş büyük yazarın aşkları, hüsranları ekseninde anlatıyor: Hemingway, Aragon, Musset, Proust ve “Venedik’te Ölüm”le hafızalara kazınan Thomas Mann... İşte kitaptan tadımlık iki bölüm...
Nedense bu kez Venedik bana da ölümü anımsattı. Dün gece havaalanından Lido’ya gelirken vaporetto’nun camından gördüğüm bir tiyatro dekoru değildi, hayır. Gerçek bir kentti. Ama olağan hiçbir şey yoktu bu gerçekliğin içinde. Karanlık suları yararak ilerliyorduk. Tek tük ışıklar yanıyordu. Asfalt bir yolda gibiydik, iki yanına kazıklar çakılı bir su yolunda. Arada bir, karşıdan gelen motor taksinin kırmızı-yeşil ışıkları renklendiriyordu geceyi, ama arada bir. Taksi geçtikten sonra her şey, yeniden, karanlığa gömülüyordu. Islak, ürkütücü bir karanlıktaydık. Uğradığımız iskelelerde evler, ışıklı pencereler de görmüyor değildim, ama aslolan, giderek tüm varlığımı kaplayan karanlık bir kentin kış yalnızlığı, öyle bir başına terk edilmişliğiydi.
GİZLERİN İZİNDE
Venedik’e ilk gelişimi anımsadım. Romanım ‘Resimli Dünya’nın kahramanı Kamil Uzman gibi, Thomas Mann’ın deyişiyle “arka kapısından girmiştim saraya”. Yani, Santa Lucia Garından olmasa da, hava alanından. Oysa denizden yaklaşmalıydım düşlerimin kentine, bana tüm güzelliklerini ve gizlerini sunmadan, kendini teslim etmeden önce ona bir geminin güvertesinden bakmalıydım. Mümkünse Mahler’in müziğinin eşliğinde. Tıpkı Visconti’nin filmindeki gibi. Uçakta Venedik’le ilgili görüntüler peş peşe akıp gidiyordu zihnimden. Serenisma Cumhuriyeti’nin ikbal günlerini hayal ediyordum. Dükalık Sarayı’na doğru yaklaşan Bucentore gemisini, San Marco’nun kubbeleriyle güvercinlerini ve elbette kentin simgesi olan o gür yeleli, kanatlı aslanı. Aragon’un intihara yeltendiği, sonradan Voyageurs de l’impériale adlı romanında anlattığı otel odasının kanala bakan dar penceresi de düşüyordu aklıma, George Sand’ın Alfred de Musset’yi doktoruyla aldattığı Danieli Oteli’nin rıhtımındaki gondollar da. Evet gondollar, Venedik’le ilgili kitaplardan ve hayat hikâyelerinden bilincime yansıyan imgelerle birlikte bir yükselip bir alçalıyorlardı suyun yüzeyinde. Ve kent henüz oraya adım atmamış da olsam köprüleri, dar kanalları, sıvası dökülmüş eski evlerin sıralandığı sokaklarıyla zihnimde bir labirente dönüşüyordu.
LABİRENTLER VE KORKU
Şu göçebe ömrümde yolum bir çok kente düştü ama Venedik hariç, hiçbirinde kaybolmadım. Ne Mağrip’in medinalarında ne Maşrek’in çarşılarında. Ne de metropollerin metrolarında. Yön duygumun, gezginliğin verdiği özgüven sayesinde olmalı, epeyce geliştiğini söyleyebilirim. Ama Venedik’te, tüm işaretlere, yabancılar için öngörülmüş tüm kolaylıklara karşın yolumu yitirdiğim çok oldu. Calli adı verilen dar sokaklar birbirine benziyordu, campi’ler, yani alanlar da öyle.
Gotik cepheler, balkonlar ve alanların bir köşesinde kendi haline terk
edilmiş kuyular sanki aynı mimarın, aynı taş ustasının elinden çıkmış gibiydiler. Birkaç basamakla çıkılan köprüler gondolların geçebilmesi için kanalların üzerinde hep aynı eğriyi çiziyordu. İnsan ister istemez bir labirentin içinde buluyordu kendini. Dolambaçlı sokaklar, iç içe geçmiş koridorlar, karanlık dehlizler, çıkar umuduyla girip de çıkamadığım çıkmazlar, çocukluğumdan bu yana yakamı bırakmayan bırakmayan bir tür terk edilme korkusuna yol açıyordu. Girit kralı Minos’un labirente kapattığı, her yıl kendisine yedi oğlan ve yedi bakire kurban edilen canavara, o yarı insan yarı boğa Minotor’a doğru çekildiğimi hissediyordum. Venedik’te Ölüm’ün kahramanı Gustav von Aschenbach gibi...
Sanki simge ormanında geziniyordum
Lido’da, Grand Hôtel des Bains’in balkonundan Gustav von Aschenbach’ın yaşama veda ettiği kumsala bakarken anımsıyorum. Beni ilk Venedik’e getiren uçak inişe geçtiğinde pilot emniyet kemerlerini bağlamaları için yolcuları uyarmıştı. Sonra da “sizlere sağ tarafta eşsiz bir manzara sunuyorum. Dikkat edin gözleriniz kamaşabilir, hatta ölebilirsiniz!” demişti. Yalnızca şakacıcı değil kültürlü bir pilottu anlaşılan. Pencereden baktığımda, aşağıda, yüzlerce metre derinde, köprü ve kanallardan ibaret bir minyatür kent görmüştüm. Suyla çevriliydi dört bir yanı. Daha doğrusu denizden yeni çıkmış gibiydi. Dükalık Sarayı pembe duvarları ve sütunlarıyla sisten sıyrılmak üzereydi. Kırmızı kiremitli çatılarla San Marco’nun kubbeleri de. Çepeçevre adacıklar sarmıştı kenti. O adacıkları da kanallar bölüyor köprüler rıhtımlarla sokakları birbirine bağlıyordu. Denizin un ufak ettiği, karaya dek sokulup yüzlerce adaya dönüştürdüğü bölgeye (yani ‘laguna’ya) doğru alçaldık. Kuleler, kubbeler, denizde karıncalar gibi devinen sinek büyüklüğünde vapurlar. Ve eşsiz bir günbatımı. Uçağın tekerlekleri piste değer değmez güzel bir iklime, giz dolu bir dünyaya geldiğimi fark ettim. Keşfedecek ne çok şey vardı bu kentte ve çok şükür yalnızdım. Büyük aşkların Venedik’te bittiğini biliyordum çünkü. Daha sonra burada geçirdiğim günler, peşine düştüğüm tablolar, gece yarısı yolumu yitirdiğim sokaklar, çarşı-pazar dolaştığım mahalleler bu sezgimi doğruladı. Uzun süre bir kentte değil, Baudelaire’in deyimiyle söylemem gerekirse bir “simge ormanı”nda dolaştım sanki.
PORTAKAL RENGİ EVLER
Özellikle geceleri karanlığa gömülüyordu Venedik. Eski evlerle sarayların sıralandığı sessiz rıhtımlar boyunca yürüyordum. Su ve rutubet bu görkemli, güzel yapıların temellerini kemiriyor, kent her gün biraz daha denize kayıyordu. Ölgün ışıklı köprülerden de geçtiğim oluyordu, ıssız alanlardan da. Su, yeşil, bazen sarı, çoğu kez de kara, kapkaraydı. Evlerin yüzleriyse kırmızı. Portakala çalan, bir tuhaf, güzel mi güzel bir kırmızı. Her şey eskiydi... Duvarlar, kiliselerin girişlerinde parıldayan mozaiklerle Bellini Kardeşler’in, Tintoretto’yla Carpaccio’nun tabloları... Ve yüksek tavanlı, kristal avizeli salonlarında artık ışık yanmayan saraylar. Bu gece gezintileri, gündüz San Marco Meydanı’nın kalabalığına karışmamı, Cafe Florian’da dumanı tüten bir cappucino içmemi engellemiyordu elbet. Kentin müzelerine, lokantalarına, pazar yerlerine de gidiyordum. Tersaneyi, Yahudi mahallesinin yüksek yapılarıyla kirli, dar sokaklarını, Accademia’daki birbirinden güzel, birbirinden renkli tabloları görmüştüm. Ama daha ilk günden ağır basan, varlığımı alıp götüren bir karanlık duyguydu. Belki “tarifsiz bir keder” belki ölüm düşüncesiydi. Tıpkı bu sabahki gibi. Lido’da uyanmak, ... Bir roman ve o romandan uyarlanan filmin içinde dolaşıyorum burada, gerçek mekânlarda değil...