Anvers, dil savaşları ve Rubens
Avrupa’nın en büyük ikinci liman kenti yalnızca biralarıyla değil sanatçıları ve müzeleriyle de ünlü. Brüksel gibi Anvers de bir bakıma, gizli güzelliklerin, sırrını hemen ele vermeyen, modern estetikle geleneksel mimarinin buluştuğu bir kent. Ressam Rubens’in evi Anvers’in en çok ziyaret edilen müzelerinden biri ve hiç kuşkusuz en ilginci.
Anvers’e ilk kez tam 21 yıl önce, Avrupa Kültür Başkenti ilan edildiğinde gelmiştim. Düzenlenen çok sayıda etkinlik arasında benim de bir öykümün yer aldığı ve tüm Avrupa dillerinde yayımlanan bir antoloji külliyatının tanıtımı da vardı. Bu külliyatın Fransızcasının Belçika basınına tanıtılmasını benden istemişti belediye başkanı. Etkinliğin ardından yenilen akşam yemeğinde Fransa büyükelçisinin yaptığı anlamlı espriyi halâ unutamam:
“Avrupa edebiyatı kapsamında yayımlanan Fransızca bir öykü antolojisinin tanıtılmasını bir Türk yazarından beklemek ancak Anvers’te mümkün olabilir.”
Belçika’nın Flandres bölgesindeydik ve ülke nüfusunu oluşturan Wallonlar’la Flamanlar arasındaki dil savaşı, Avrupa Birliği’nin genişleme sürecine karşın, yeniden kızışmaya başlamıştı. Sonraları ülkeyi bölünmenin eşiğine dek getirecek bu çatışma ortamında, Flaman bölgesinde Fransızca konuşmak neredeyse cesaret işiydi. Flamanlar hiç mi hiç hoşlanmıyorlardı Fransızca konuşanlardan. Bu durum yıllar boyu ezilmişliğin, egemen bir dil ve kültürün boyunduruğunda yaşamış olmanın doğal sonucuydu belki ama Avrupa bağlamında kabul edilecek bir davranış değildi.
O zaman Belçikalı bir yazar dostumun şaka yollu “Bu ülke öylesine güzel, o kadar önemli ki bir yerine iki tane olmasının herkese yararı var” dediğini anımsadım.
Bugün de durum pek farklı değil ama bu kez dil değil din savaşlarının yol açtığı küresel felaketi konuşup tartışmak için Anvers’teyim. Belçika Kraliçesi’nin de katılımıyla gerçekleşen, din adamlarıyla aydınların diyaloğunu öngören uluslararası bir toplantının konuğu olarak.
EL BURADA, PEKİ DEV NEREDE?
Rubens'in müze evi
Zamanımın tümünü dünyanın dört bir yanından gelen din adamlarıyla konuşup tartışmaya ayırmadım elbette, Anvers’le yeniden buluşmanın keyfini de yaşadım. Bu kent, önyargıların aksine, keyifli bir yer aslında. Yalnızca biralarıyla değil sanatçıları ve müzeleriyle de ünlü. Gördüğüm kadarıyla Belçikalı Flamanlar Wallon azınlığa karşı (ülkede iki topluluğun sayısal oranı Flamanlar lehine yüzde altmış) başlattıkları dil savaşını kazanmışlar. Fransızca iyice yok olmuş hayatlarından. Kendi dillerini hiçbir yabancı bilmediği için de İngilizcede karar kılmışlar. Anvers’i tanıtan tek bir Fransızca rehber bile bulamadım. Dolayısıyla kent merkezindeki sokakların, bitişik düzen sıralanan eski yapıların, barok heykellerle süslü cephelerin çekiciliğine bıraktım kendimi.
Belçika’nın ikinci büyük kentinin kuruluş efsanesini ‘Avrupa’nın Kültür Başkenti Anvers’ten’ başlıklı yazımda anlatmıştım: “Anvers, efsaneye bakılırsa, Escaut Irmağı’nda yaşayan Druon Antigone adında bir devin zorbalığına borçlu kuruluşunu. Geçen gemilerden haraç alan, vermeyen kaptanın elini kesen bu korkunç yaratığa Romalı komutan Salvius Brabo kafa tutmuş. Ve zorlu bir kapışmadan sonra hakkından gelebilmiş canavarın. Sonra da tüm çolakların öcünü alırcasına, sağ elini kesip ırmağa atmış. Kentin adının Flamanca ‘El’ (hand) ve ‘Atmak’ (werpent) sözcüklerinin birleşiminden geldiğini yazıyor tarihçiler.”
Romalı komutanın tunç heykeli, elinde devin eli, Grosmarket’te duruyor halâ. Ve devin kesik elinden akan sular birbirinden güzel eski lonca evlerinin baktığı alanın parke taşlarına dökülüyor. Evet, el burada ama devin kendisi nerede? İşte bu soruya bir yanıt bulabilmek için limana dek yürüdüm. Ve orada, eski şatonun surlarının dibinde, elimle koymuş gibi buldum Druon’u. Hiç de korkunç değildi. Hatta sevimli olduğunu bile söyleyebilirim. Tuncun içinde upuzun ve güler yüzlüydü. Heykelin hemen yanındaki bankta oturdum bir süre, ırmağın ötegeçesindeki sanayi bölgesinden başka görülecek bir şey yoktu. Hava nefisti ama. Sonbahar güneşi suya vuruyor, rıhtıma yanaşmış, devin bile haraç istemekten çekineceği kadar kocaman bir yolcu gemisinin bembeyaz, tertemiz güvertelerini aydınlatıyordu. Güverteler bomboştu. Yolcular alışverişe çıkmış olmalıydı. Geminin kıçındaki bayrağa baktım. Çok uzaktan değil, Rotterdam’dan gelmişti. Ama, rıhtım boyunca demir atmış, uzak limanlardan gelen yük gemileri de vardı. Ne de olsa, Hamburg’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük limanıydı Anvers.
MODERN ESTETİK, GELENEKSEL MİMARİ
Kentin tarihsel dokusu büyük ölçüde bozulmuş, merkezi hariç tüm mahalleler çirkin yapıların, beton duvarların istilasına uğramış. Ama bir barok cephe, eski bir yapıdan sokağa uzanan çıplak bir kadın heykeli her an şaşırtabilir sizi. Brüksel gibi Anvers de bir bakıma, gizli güzelliklerin, sırrını hemen ele vermeyen, modern estetikle geleneksel mimarinin buluştuğu bir kent. Bunda, deniz ticaretiyle zenginleşmesinin de payı olsa gerek. Tarihi boyunca yalnızca dil değil din savaşlarına da sahne olmuş, Escaut Irmağı’nın iki yakası boyunca yayılıp genişlemiş, okyanusa doğru büyümüş, engine yelken açan, Flaman sanatçıların resimlerinden tanıdığımız kocaman kıçlı, görkemli gemilerin uğrağı olmuş. Bazı kahvelerin duvarlarında, hatta oteldeki odamın başucundaki gravürde denizin çepeçevre kuşattığı, çan kuleleriyle sivri çatılı evlerden, taş ve tuğladan ibaret bir görünüm sergiliyor.
RUBENS'İN HÜNERİ
Anvers’in mutlaka görülmesi gereken bir katedrali var. Tam yüz yetmiş yılda tamamlanabilmiş. Kentin Yahudi halkı yüzyıllar boyunca elması nasıl işlemiş, bu değerli taşa en güzel biçimini nasıl vermişse, taş ustaları da katedrali öyle işlemişler. Üç çan kuleli, gotik katedralin duvar dibinde, lokanta ve kahvelerin sıralandığı parke taşlı sokakların birleştiği yerde bronz bir heykel, daha doğrusu dört figürden oluşan bir anıt göze çarpıyor. Appelmans’ın bu kompozisyonunda elinde makasla genç bir ustabaşı, belki de pazar yerini kuşatan lonca evlerinin piri, elinde makasla üç işçiyi yönlendiriyor. İşçilerden biri taş yontuyor, bir başkası merdiveni dayamış yukarıya çıkıyor, üçüncüsü alın teri, insan emeğiyle yükselen yapıya “Bu katedrali biz yapıyoruz, tarihçiler egemenlerin adlarını kayda geçirseler de” der gibi gurur ve hayranlıkla bakıyor. Uzun süre ayrılamadım oradan. Figürler canlı gibiydi. Adı bu kentle özdeşleşmiş Rubens’in renkli dünyasından, eğri ve dikey çizgilerinden, yuvarlak biçimlerinden bir iz taşımıyorlardı belki ama mimarların tasarladıkları görkemli sarayları, gökyüzüne yükselen katedralleri, bakmaya doyamadığımız tüm güzellikleri onlar yapıyordu.
Yirmi bir yıl önce bu katedralden içeriye adım attığımda Rubens’in başyapıtı sayılan iki devasa tablo, daha doğrusu ‘üçleme’lerden oluşan İsa’nın çarmıha kaldırılışıyla çarmıhtan indirilişini tasvir eden yağlıboya panolar karşılamıştı beni. Bu kez de öyle oldu. Ve yine pazuları şişmiş, adaleleri gerilmiş dokuz adamın kaldırmaya çalıştığı İsa’nın acılı, beyaz gövdesiyle karşı karşıya geldim. Üstat kötülük ve şiddetin bütün gücünü seferber etmiş, cellatların elinden eceli tadan İsa’nın kişiliğinde insanlığın acı akıbetini ölümsüzleştirmişti. Işık yandan ya da yukarıdan vurmuyor, çıplak gövdenin içinden fışkırıyordu sanki. Ve çarmıha mıhlanmış İsa, “İşte insan!” diyen o devrin egemenlerinin sesi uyarınca, tabloyu çapraz biçimde boydan boya kat ediyordu. Öbür panodaysa yine aynı gövde, çarmıhtan indirilirken Meryem’in kollarında bir kuş kadar hafifti. Rubens’in hünerinden uzun süre ayıramadım bakışlarımı. Ve nedense, katedrale gelmeden önce izlediğim panelde, din adamlarının tartıştığı teolojik bir konu düştü aklıma. Katolik inancına göre İsa Tanrı’nın oğluydu, önce çarmıhta can vermiş, daha sonra dirilip gökyüzüne yükselmişti. Müslümanlar ise İsa’yı peygamber olarak kabul ediyor, ne var ki Kuran’da belirtildiği gibi Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyorlardı. Çarmıhta can verdiğine de ‘Lem yelüt velem yulet’ yani ne doğurulan ne de doğuran Tanrı, ‘zatı tüm sıfatlardan münezzeh’ sayılması gereken Yüce Varlık, yanına çekip almıştı onu, yerine bir başkası can vermişti. Oysa tanrısal bir yaratığın insan suretinde ve hemcinslerinin günahlarını bağışlatmak için kendini kurban etmesi hiç de yabana atılacak bir inanç değildi. Kurban kavramı yalnızca tektanrılı değil, tüm dinlerin temelini oluşturuyordu çünkü.
SANATIN GÜCÜNE İNANMIŞ HİSSEDECEKSİNİZ
Rubens’in tablosunda acı çeken insandı, İsa değil. En azından benim gözümde öyleydi, sanat tarihçileri bu yapıtı dinsel barok üslubun zirvesi olarak tanımlasalar da. Hem üstat yalnızca Hıristiyan içerikli yapıtlar ortaya koymamış, Yunan mitolojisine de al atmış, Tanrıça suretinde çıplak ve tombul kadınlar da çizip boyamıştı. İkinci evliliğini yaptığı, kendisinden kırk yaş küçük, on altısının baharındaki eşi Helene’i bu ‘balık eti’ kıvamındaki, küçük göbekli, geniş kalçalı kadınların modeli olarak kullanmış, yaşlılığında bile, siparişleri yerine getirebilmek için çalışıp durmuştu. Yalnızca atölyesinde değil yatakta da. Öldüğünde, genç eşinden olan beşinci çocuğu henüz üç aylıktı. Rubens’in evi Anvers’in en çok ziyaret edilen müzelerinden biri ve hiç kuşkusuz en ilginci. Yolunuz oraya düşerse sanatçının özel koleksiyonundan bazı tabloları da görebilirsiniz. Ama bizzat Rubens’in başyapıtını görmek istiyorsanız mutlaka katedrale uğramanız gerekiyor. Yalnızca sözünü ettiğim panolar için değil, başka Flaman ustaların yapıtlarıyla birbirinden güzel vitrayları da seyreylemek için. Dışarıya çıktığınızda kendinizi yenilenmiş, değişmiş, sanatın gücüne her zamankinden daha fazla inanmış hissedeceğinizden eminim.