Ağır ağır dolaşacaksın bu meydanlarda
Siz de seyahat yazarı olabilirsiniz. Bir sonraki yolculuğunuzda deneyin. Gittiğimiz yerlere başkasının gözünden bakmaya, turist broşürlerinden okumaya, rehberlerin dilinden dinlemeye alışkınız. Önerim gittiğimiz yerleri kendi gözlemlerimizle tanımak. Sizi bir tür ‘yavaş turizme’ davet ediyorum.
Başka bir tanımla ‘Sıfır kilometrede turizm’. Tek yerde durun. Gününüzün bir kısmını sabit bir noktada geçirin. Dünya sizin etrafınızda dönsün. Para harcamadan. Bol gözlem yaparak. Memlekete, evinize döndüğünüzde komşu, aile ve dostlarınızla, zaten çoğunun kartpostalı olan, sizden önce milyonlarca insanın aynı yerde ‘cheese’ deyip gülümsediği bildik fotoğrafların tutsağı olmayın. Yerine, yazdıklarınızı, gözlemlerinizi, gittiğiniz yerlerle ilgili düşüncelerinizi paylaşın.
EDİLGEN DEĞİL, GÖZLEMCİ OLUN
İtalya’da Milano’nun Duomo, yani katedral meydanındayım. Günümün bir kısmını burada geçireceğim. Turist rehberlerinde okuyacağınız, internette bulabileceğiniz bilgileri paylaşmak, Katedral’in hangi yüzyılda yapıldığını, yüksekliğini, basamak sayısını vs. paylaşmak yerine, olduğum yerden canlı yayın yaparcasına yaşadıklarımı paylaşacağım. Kim bilir, yerimde siz olsaydınız başka neler neler görecektiniz. Başkalarının göstermek istedikleriyle bizim gördüklerimiz o kadar farklı olabiliyor ki. Bir örnek.
Aklımda Soğuk Savaş günleri. Sovyet televizyonunda Amerika’da ırkçılıkla ilgili belgesel film fabrika işçilerine gösteriliyor. Zencilerin otobüslerin arka sıralarında oturmaya mecbur kaldıkları, beyazlarla aynı okullarda okuyamadıkları, aynı otellerde kalamadıkları, aynı spor takımlarında oynayamadıkları, İkinci Dünya Savaşı’nda beyazlarla ırkçılığa karşı birlikte değil ayrı bölüklerde çarpıştıkları yıllar. Sovyet işçilerine beyaz polislerin coplarla zencileri dövmesi, tekmelemesi, yerde sürüklemesi seyrettiriliyor. Film bitiyor. Fabrika çıkışında işçiler kendi aralarında konuşuyor. Hepsinin ekranda dikkatinin odaklandığı, en çok ilgilendikleri ne dayak ne sopa. Sovyetler’deki sınırlı tüketim olanaklarından şikâyetçi olduklarından, kendi aralarında konuştukları zencilerin giydikleri ayakkabıların güzelliği ve kalitesi.
Hepimizin dünyamızı algılama, yorumlama biçimi farklı. Neyi nasıl gördüğümüz, ihtiyacımıza, ilgi alanımıza, dünya görüşümüze göre değişebiliyor. Hele seyahattayken uzman ya da bilir kişi bellediklerimizi, rehberlerimizi dinleye dinleye, kim bilir nelere bakıp görmüyor, neleri duyup işitmiyoruz. Gittiğimiz, dolaştığımız yerler, orayı gösterenlerin değil sizin olsun! Roma’ysa sizin Romanız, Konya’ysa sizin Konyanız olsun.
TURİST OLMAKTAN ÇIKIN
Grupla ya da ailece seyahat ediyorsanız hiç olmazsa birkaç saatliğine tek başınıza kalın. Kendi rehberiniz olun. Cesaretinizi toplayın. Bilmediğiniz sokaklara sapın. Dilinizden anlamayan insanlara yol sorun. Kaybolun. Dostlarınızla, ailenizle tekrar buluştuğunuzda gözlemlerinizin farklı zenginliklerini paylaşın. Yaşadığınız dünyanın gözlemcisi, antropoloğu, sosyoloğu siz olun. Kadınlar nasıl giyiniyor? Çocuklara nasıl davranılıyor? Vitrin tasarımları nasıl? Evsiz barksızlar var mı? Süpermarkette fiyatlar nasıl? Alışverişi kadınlar mı yapıyor, erkekler mi? Gözünüze kestirdiğiniz, kendinize benzettiğiniz birisine bakın. Neler alıyor? Hepimizin kendi ilgi alanına göre odaklanabileceği o kadar çok şey var ki. Bir an için turist olmaktan çıkın. Az önce sizin gibi dolaşan, dolaştırılan turistleri gözlemleyin.
İBADETHANE DEĞİL, HOLLYWOOD SETİ
Duomo Meydanı, Milano’ya gelen, burada yaşayan hemen herkesin yolunun düştüğü yer. Katedralin girişindeyim. Zamanında burası haç yeri, Hıristiyanların Avrupa’nın farklı yerlerinden geldiği, sayılı ibadet merkezlerinden birisiydi. Şimdi, yüzyıllar sonra, çağdaş Avrupa’da dinlerin konumunu, Katolikliğin ruhunu anlamak istiyorsanız burada yarım saat durmanız yeterli. katedralde yüzyıllar öncesinin dua eden binlerce insanı yerine başta Asya’dan, Güney ve Kuzey Amerika’dan gezmeye gelen turist kafileleri. Gruplar, rehberlerin ardında giderken, kalabalıkta birbirlerini kaybetmemeleri için aynı renkte şapkalarıyla, olimpiyatların açılış törenini andırıyor. Binlerce kişi kapasiteli katedralde dua eden tek tük insan konu mankeni, papazlar film çekimi sonu ortalıkta kayıtsızca dolanan figüranlar gibi. Zaten fotoğraf makinelerinin birbiri ardına yanan flaşlarından kendinizi ibadethane yerine Hollywood film setinde zannedebilirsiniz.
Santim santim indirdi yine de olmadı
Katedrale girebilmek için önce tam teçhizatlı iki askerin güvenlik kontrolünden geçilmesi, İtalya’nın da terörizm korkusu ve paranoyasını yaşadığının belirtisi. Geçmiş yüzyılların insanın günlük yaşamını denetleyen dini kurallarsa 21. yüzyıla direniyor. Ziyaretçiler için geçerliliğini koruyor. Katedrale girişte ikinci kontrol kadınlara mahsus. Yarım saat içinde burayı görebilmek için taa nerelerden gelmiş üç kadın eteklerinin kısalığı nedeniyle içeri alınmadı. Ölçüsünün uygunluğuna karar verenler, dünyamızın her ibadethanesinde olduğu gibi erkekler. Onlar biliyor tanrılarını kimin baştan çıkaracağını. Katedrale girmek üzere emeklilik yaşında kadın eteğini aşağı doğru çekti, çekiştirdi. Etek dizkapaklarına doğru santim santim indi. Olmadı. Dizkapağından yarım santim yukarda kalınca, erkek görevlilerce kapı dışarı edildi.
NE DİN NE SİYASET, SADECE MÜZİK
Katedralin önündeki kocaman meydanda hayat bambaşka. İki ayrı dünya. İki farklı zaman. Uzun uzun dudak dudağa öpüsenler sanki benden başka kimsenin dikkatini çekmiyor. Güneşin tam da tepemizde olduğu bu yaz gününde, erkeklerin kadınların, sevgililerinin omuzlarına, vücutlarının açık yerlerine krem sürerken masaj yapması da kimsenin umurunda değil. Meydanın başka bir tarafından gençlerin çığlıkları yükseldi. Yanlarına gittim. Bine yakın lise çağında kız. Meydana bakan eski sarayın balkonuna birileri arada sırada çıkıp, onlara el salladığında, rock konserindeymişçesine kendilerinden geçiyorlar. Dikkatle baktım. Aralarında erkek yok. Vampy adlı bir grubun konserine bilet almaya gelmişler. Pazar günü AB milletvekili seçimleri var. Acaba hangi partiyi tutuyorlar. İlgilenmiyor gibiler. Ne din, ne siyaset. Müzik. Müzik. Müzik. Ama gerçekten öyle mi? Görünüş aldatabiliyor. Gezi, sade Türkiye’yi değil, dünyayı şaşırttı.
DÜNYA DEMOGRAFİSİ GİBİ
Meydandaki insanları gözlemliyorum. Karşımda, dünya demografisi gelir dağılımı tablosu, evrensel insan hakları raporu kartpostalı. Tek Afrikalı, kara derili turist yok. Japonlar çok. Çinlilerden, ultra modern diyebileceğim, punk türü şık kıyafetleriyle ayırt ediliyorlar. Kahverengi derili Hintliler, beş-on kuruşluk plastik oyuncaklar, kara derili Afrikalılar bilezik satıyor. Hepsi erkek. Bilezik parası karşılığı Mumbay’da, Yeni Delhi’de ailelerini geçindirme gayretindeler. Ben bu satırları yazarken birkaçı yanımda oturuyordu. Sohbet ediyor, gülüşüyor, sigara üstüne sigara yakıyor, arada sırada kısık sesle sonunu getirmedikleri şarkıları çekinerek söylüyor. Okul teneffüsünde öğretmenin dikkatini çekmek istemeyen çocuklar gibiler. Meydanın başka tarafında, geleneksel yerli kıyafetlerinde Perulu beş kişi. Hintlilerin tersi. Önlerinde şapka, hoparlörlerle şarkılarını seslendiriyor. En çok dinleyenler meydanı çevreleyen onlarca pahalı dükkânda alışveriş etmeyenler.
BİLETTEN PAHALI ÇANTALAR
Meydanın başka köşesinde dört geçici basket sahası. Farklı takımlardan gençler maç yapıyor. Basket sahalarının yanında belediye otobüsü boyunda dev flama. Üstünde yazı, ‘Turkish Airlines’. Bir zamanlar ‘Mama li Turchi’ (Türkler geliyor!) diye korkutulan çocuklar, İtalya’da, bu sefer Türkiye’nin Eurobasket Ligi sponsorluğunda top oynuyor. Milano, tasarım ve modasıyla ünlü. Duomo Meydanı’nda vitrinler, çağdaş değerler sergisi. Louis Vutton mağazasının vitrininde, dinozorlar. 60 milyon yıl önce göktaşının dünyaya çarpmasıyla beraber nesli tükenen dinosarların altın kaplamalı iskelet modelleri. Kiminin, dişlerinin arasında, pembe, yeşil, turuncu renklerde Vutton çantaları asılı. Kimi sırtında, Amerika’ya uçak biletinden pahalı birbirinden pahalı, bavul taşıyor.
GÜVENİM SANATA!
Başka bir mağazada, katedral görevlilerinin insanı günaha sokar diye yasakladığı omzu açık dekolte kadın giysileri. Yan yana iki mağazada beni dikkatle baktırtan senenin modası yüksek mi yüksek topuklu ayakkabılar. Sanki ortopedistler bol para kazansın diye imal edilmiş. Salgın hastalıklar gibi moda olarak yayılmış. Etrafımda bunları giyen kadınlar. Yürümekte güçlük çekmelerine rağmen modaya uyduklarından, çekici olduklarını sanmalarının mağrurluğunda. Yüksek sesle karıkoca tartışması. Amerikalı, 70 yaşlarında çift. Erkek puset itiyor. İçinde etrafı velveleye veren, boynuna kocaman pembe kurdele bağlanmış köpekleri. Sanat galerisinin vitrininde çerçevelenmiş tişörtler. Birinin üstünde ‘Don’t judge me I’m an artist’ (Sanatçıyım, beni yargılayamazsın), bir başkasının üstünde ‘In Art I trust’ (Güvenim sanata) yazılı. İlk 1961’de dışkısını konservelere koyup çağdaş sanat olarak satan Milanolu Piero Manzoni’den sonra günümüzde ifade özgürlüğü adına sanatçının, haddini bilmezliğinin, kendine tapınmasının örneği.
Milano Duomo Meydanı’nda dünsüz, yarınsız bir dünya uyurgezerliği. Bu benim bakışım, benim önyargılarım... ‘Yavaş turizmde’ hepimize yer var.