Seyahat yazarlarının yurtiçinden bayram önerileri
Şeker Bayramı tatilinde unutamayacağınız, sıra dışı bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız dört gezginin önerilerine kulak verin: Frig Vadisi ve Taşkale sizi iki bin yıl öncesine götürecek. Selimiye’de Akdeniz’in mavisine doyacak, Bozcaada’da bağbozumu coşkusunu yaşayacaksınız.
FRİGYA VADİSİ
Eşek Kulaklı Midas’ın ülkesinde
Mehmet Yaşin
Eğer bayram tatilini bahane edip, ilginç rotalar peşinde koşturalım derseniz, Eskişehir, Kütahya, Afyon arasındaki Frigya topraklarında dolaşmanızı önereceğim. Kayalara oyulmuş mağaralarda, kutsal mekanlarda ve mezarlarda Friglerin, Bizanslıların, Osmanlı’nın öyküleri sizi geçmişe sürükleyecek.
Bilecik üzerinden Marmaris veya Antalya’ya giderken “Frigya Vadisi” yazılı ok hep aklıma takılır, sapaktan bir türlü sapamaz, vadiye girişi hep başka bir zamana ertelerdim. Ama son yolculuğumda Enne Göleti’nin sunduğu güzel görüntüleri izleyip Sabuncupınar kavşağında, Frigya Vadisi’ne doğru direksiyonu kırdım. Bir köprüyü geçtikten sonra, yıllardan beri aklımın bir köşesinde duran vadiye girdim. Zaman zaman yükseltili, zaman zaman düz bir arazi olan vadide yalnızlık hakimdi.
“Küçük Frigya”da dolaşıyordum. Tarihçilere göre Frigya’nın geniş toprakları üçe bölünmüştü. Truva civarında Hellespont Frigyası, Eskişehir Kütahya arasında Küçük Frigya ve Afyon’un güney yarısı ile Denizli’nin kuzey yarısında yer alan Pakatina Frigyası. Bir süre gittikten sonra ilk mağaralarla karşılaştım. Arabayı bir kenara çekip, tarlaların arasından mağaralara tırmandım. Sadece tek göz bir odadan oluşan bu mağaralar, buraya ilk göç eden Frigyalılara aitti. Kayalar tüflerden oluştuğu için kolayca oyulabiliyordu. Onunu için dağları delip evler, tapınaklar, mezarlar yapmışlardı.
MİDAS, DOKUNDUĞUNU ALTINA ÇEVİRİYORDU
Vadinin iç kesimlerine doğru ilerlemeden önce Frigyalıları tanımakta yarar var. Tarihçilere göre Frigyalılar, MÖ 12’inci yüzyılın sonlarına doğru Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğunu doldurmak için, Güneydoğu Avrupa’dan Orta Anadolu’ya göç ettiler. Bir süre sonra bölgedeki en büyük güç haline geldiler. Başkentleri Gordiyon’du. Kent adını kurucusu olan Gordiyos’tan almıştı. Ondan sonra tahta, dokunduğunu altın haline çeviren “eşek kulaklı” Midas geçmişti.
Tarlaların arasında dolaşırken, asırlar öncesinin öykülerini bir türlü gözümün önünde canlandıramıyordum. Sadece girdiğim mağaraların alçak tavanlarına bakarak, Frigyalıların uzun boylu insanlar olmadıkları sonucuna vardım.
Akpınar, Yolçatı, Fındıkköy, İncik, Sökmen, İnli... Köyler arasında dura kalka gezinip duruyordum. Her köyde birkaç mağara buluyor, onlara girip çıkıyor, yüzyıllar öncesine dokunmaya, mağaralardaki yaşamı düşlemeye çalışıyordum.
İnli Köyü’nün girişindeki tabelayı izleyip, köyün tepesindeki şapellere tırmandım. Şapeller şaşırtıcı güzellikteydi. Mağaranın içine düzgün sütunlar oyulmuş, yarım yumurta biçimindeki kubbe sanki bu sütunların üstüne oturtulmuştu. Tepenin eteklerindeki mağaralar ise köylülerin kullanımındaydı. Hepsine birer derme çatma kapı yapılmış, kimine saman yığılmış, kimi hayvanların barınmasına ayrılmıştı.
DÜNYANIN İLK BORSASI
Bu mağara senin bu tepe benim diyerek günü bitirdim. Söğütköyü üzerinden Kütahya’yı buldum. Otele çekilmeden önce bu seramik diyarında bir tur atmaya niyetlendim. Yeni Kütahya’dan hızlı hızlı geçip, tepeye, eski Kütahya’ya doğru yol aldım. Kentin en önemli camisi Ulu Cami’de duraklayıp, ahşap caminin 57 tahta sütununu hayran hayran seyrettim. Sonra, şimdi Kütahya Müzesi olan Vacidiye Medresesi’ni gezdim. Kaleye doğru tırmanırken çataldan sapıp, Macar vatansever Lajos Kossuth’un, Abdülmecit’in misafiri olarak ikamet ettiği evi ziyaret ettim. Sonra zirvedeki ortaçağ kalesine çıkıp, tüm Kütahya’yı kuş misali tepeden seyrettim.
Kale ilk olarak 8. yüzyılda, Arap saldırılarını önlemek için Bizanslılar tarafından yapılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra da daha da genişletilmişti. Burçların büyük bölümü hala sağlam duruyordu.
Eğer bu rota size kısa gelirse ertesi gün Frigya’nın önemli kentlerinden biri olan Çavdarhisar’a gidip oradaki görkemli Zeus Tapınağı’nı, dünyanın ilk borsasını görebilirsiniz. Daha sonra İnegöl’e doğru gidip yol üstündeki Oylat Mağarası’ndaki fantastik görüntüler karşısında şaşırabilirsiniz. Tabii İnegöl’e gelince kendinize bir köfte ziyafeti çekmeyi ihmal etmeyeceğinizi umuyorum.
BOZCAADA
Bağbozumu coşkusunu yaşayın
SAFFET EMRE TONGUÇ
Bozcaada, feribottan iner inmez kalış sürenizi uzatmaya karar verdiğiniz ender yerlerden biri. Sebebi çok açık, kıyı boyunca yürüdüğünüzde etrafınızı yüksek, çirkin bir betonlaşma sarmıyor. Solunuzda restoranların çevrelediği şirin bir liman, sağınızda muhteşem bir kale... Yürümeye devam ettiğinizde birkaç dakika içinde kendinizi bir Osmanlı kasabasının dar arka sokaklarında buluyorsunuz. Eskiye dair pek çok şeyi hâlâ görmek sizi buraya bağlıyor. Çok eski değil, 1980’lere kadar Bozcaada turistik rotaların dışındaydı. Günümüzde ise çok popüler. Ağustos sonu adanın en iyi zamanı, rüzgar sizi serinletiyor, güneş daha az yakıyor, balık bollaşıyor.
EĞLENCE DEĞİL HUZUR MEKANI
Bozcaada eski adı Tenedos’u Apollo’nun oğlu Tenes’ten almış. Troya’ya yakın olmanın avantajını yaşamış. Yunan askerleri geri çekilip 10 yıllık Troya Savaşı’nı bitirmek için hile hazırlığını bu adada yapmış. (Homeros’u okumayanlar ya da filmi seyretmeyenler için ufak bir ipucu verelim; Yunanlılar içi asker dolu tahtadan bir at yapıp kalenin kapısına bırakmışlar). Rum nüfusun çoğunlukta olduğu ada, 1923 sonrasında Yunanistan ve Türkiye arasındaki Mübadele’den muaf tutulmuş. Buna karşın 1937’de adaların yeniden silahlandırılmasıyla Rumlar ayrılmaya başlamış. 1974 Kıbrıs Çıkarması sonrasında sayıları iyice azalmış.
Bozcaada çılgın bir tempoyla gezmek yerine, sakinleşmek ve hayatı yakalamak için gidilecek bir yer. Bodrum Kalesi’ni çağrıştıran kalesi mutlaka görülmeli. Kale Bizans döneminde inşa edilmekle birlikte bugün gördüğünüz yapı aslında daha sonraki çağlara ait. Venedikli ve Cenevizli tüccarlar yapım masraflarını üstlenmiş. Padişahların defalarca restore ettirdiği kalenin içinde görülecek pek bir şey yok ama Ortaçağ savaşçılarını ait oldukları ortamda hayal etmek eğlenceli.
GELİNCİK ŞURUBUNU TADIN ŞARAPHANELERİNİ GEZİN
Bozcaada meraklı gezginleri fazlasıyla sevindiriyor. Arnavut kaldırımlı sokaklarını süsleyen düzenli, rengarenk boyanmış taş evlerinin çoğu begonvil ve güllerle süslü. Bir çoğunun ortak özelliği ferforje balkonlar ve metalden dekoratif pencere kafesleri. Gün geçtikçe daha fazla sayıda ev otele çevriliyor. Özcan Germiyanoğlu’nun eklektik zevkini yansıtan, duvarları resim kaplı Rengigül Konukevi bunlar arasında en ilham vericisi. Efsanevi kahvaltısından söz etmiyorum bile. Kalenin yanındaki Kaikias ise eski bir evin reprodüksiyonu ve son derece zarif dekore edilmiş odalara sahip. Burada sunulan kahvaltı ise kalış sürenizi uzatmanız için başlı başına yeterli bir neden oluşturuyor.
Kasabanın diğer tarafında ilginç hikayesi olan bir başka otel var: Otel Ege, 19. yüzyılda bir ilkokulmuş, misafirlerin bugün kaldıkları odalar ise bir zamanlar çocukların kahkahalarıyla çınlayan sınıflar. Terkedilmiş bir şarap fabrikası da kısa bir süre önce Armagandi Otel olarak hizmet vermeye başladı.
17. yüzyıl gezgini Evliya Çelebi, adada üretilenlerin dünyanın en iyi şarapları arasında sayıldığını yazıyor. Bağcılık, şarapçılık bugün de devam ediyor. Bugünlerde tüm şaraphaneler tam kapasite çalışıyor. Merkezdeki Talay şaraphanesini ziyaret edebilir, üretim evrelerini görebilirsiniz. Diğer ünlü markalar Ataol, Corvus ve Yunatçılar. Ayrıca Ada Kafe’de gelincik şurubu içebilirsiniz.
ÇEPEÇEVRE PLAJ, GÖZ ALABİLDİĞİNE BAĞLAR
Bozcaada’nın neredeyse tüm çevresinde denize girilebiliyor. Ayazma en ünlü plajı. Kuzey batısında herbiri kartpostal manzarasına sahip onlarca koy sıralanıyor. Ayazma’ya merkezden minibüsle ulaşabilir, merkezden bisiklet kiralayıp ada çevresini birkaç saatte turlayabilirsiniz. Tuzburnu’ndaki plaja da yürüyerek ulaşabileceğinizi unutmayın. Eğer kendi aracınız varsa ve kalabalıktan kaçmak istiyorsanız rotanızı Habbele, Sulubahçe veya Ayiana’daki kumsallara çevirin. Denizin içine doğru uzanmış kayalıkları seyretmek istiyorsanız yönünüz adanın güneyindeki Mermerburnu olmalı. Buradaki Akvaryum Pansiyon modern dünyadan kaçmak isteyenler için az bulunur bir hazine. Pansiyon elektriğini güneşten, rüzgardan üretiyor.
Adada akşam yemekleri sohbet eşliğinde, tadı çıkarılarak yeniyor. Gün batımında, levrek eşliğinde adanın şarabını tatmak isterseniz, iskele çevresindeki balık restoranları sizi bekliyor. Yazın fiyatların İstanbul seviyesinde olması sizi şaşırtmasın. Geleneksel meyhaneler postanenin arkasındaki sokaklarda. Sandal, Lodos, Simyon Salto’nun Geleneksel Meyhanesi iyi seçimler arasında. Tuzburnu’nda ise Cezmi Baskın’ın Cez Kır Evi’ne uğrayabilirsiniz.
Gün boyu çay ve kek eşliğinde yan gelip yatmak isteyenlerin adresi Lisa’s Cafe. Balıkçılarla, ada halkıyla sohbet etmek için merkezdeki çay bahçelerine gidebilirsiniz.
TAŞKALE
Indiana Jones macerası sizi bekliyor
REYAN TUVİ
İç Anadolu’nun unutulmuş topraklarında, Toroslar’ın eteklerinde bir kasaba vardır. Sofradaki ekmeğin geleneğe yaslandığı, iddiasız, mütevazı bir yaşam sürer halkı. Taşkale’nin her evinde bir halı tezgahı vardır. Kasabanın cilveli kadınları artık köy halısı yerine şirket halısı dokumanın kaçınılmazlığını görüp boyun eğmiştir. Embelli, balıklı, mezartaşlı, böbrekli, takkeli halılar olmadan yaşanacaktır artık.
Turistlerin yolu buralardan pek sık geçmez. Bazen, 45 kilometre mesafedeki Karaman’ın müzesinde sergilenen, 6 ve 7’nci yüzyıla ait kadın cesedini görüp Taşkale’yi merak edenler olur. Elbiseli bu genç kadın Manazan Mağaraları’nda bulunmuş, hakkında başka hiçbir şey bilinmiyor.
BEŞ KATLI MAĞARALAR
Manazan Mağaraları’nın ne olduklarını anlamaya başladığınızda, kendinizi adeta bir Indiana Jones filminin içinde buluyorsunuz. Bir bakıma Kapadokya’nın kayaya oyma evlerini andırıyorlar ama içlerine girince atmosfer başkalaşıyor. Taşkale Kanyonu üzerindeki, killi kireç taşına oyulmuş, beş katlı bu mağaraların Bizans dönemine ait olduğu tahmin ediliyor. Birbirlerine bacalarla bağlanıyorlar, bölümleri Giriş, Kum Kale, At Meydanı ve Ölüler Meydanı olarak adlandırılıyor.
Bir kattan diğerine el ve ayak tutunma çentikleri karşılıklı oyulmuş, dik bacalardan yapılıyor. Bazılarına demir merdivenler çakılmış. Bir kattan diğerine sürünerek geçiyorsunuz. Mağaraların her katında büyük galeriler, bunlara açılan odalar var. En üst kattaki Ölüler Meydanı, 40 metre uzunluğunda, 5 metre yüksekliğinde. Kayaya oyulmuş 500 kişilik kiliseyi, odacıkları, dehlizleri ve tünelleri görün. Meydanın iki yanında altlı üstlü 15’er oda var. Hepsi birlikte tam 60 oyuk. Isıyı sabit tutan, nemi engelleyen killi kireç taşı sayesinde organik maddeler uzun süre bozulmadan kalabiliyor. Meydanda, defineciler tarafından tahrip edildiğine inanılan birçok mezar var.
KAYAYA OYULMUŞ CAMİ
Taşkale’de kucaklarında, doldurulmuş koyun derisiyle yanınızdan geçenlere rastlayacaksınız. Bir zamanlar Taşkale’ye 9 kilometre mesafedeki, sarkıt ve dikitleriyle ünlü İncesu Mağarası’nda geleneksel yöntemlerle tulum peyniri depolanırmış. Artık Karaman’daki buzhaneye götürülüyor. Mağaralar hâlâ tahıl ambarı. Taşkaleliler buğday, nohut, arpa, ceviz, mercimeğini burada depoluyor. Tıpkı Bizans döneminde Manazan kayalıklarında yaşayanların yaptığı gibi, duvara oyulmuş tutunma çentiklerine basarak yukarı çıkıyor ve aşağı iniyorlar. Bir zamanların kayaya oyulmuş kilisesi bugünün Taş Mescit’i ve hâlâ kullanılıyor.
Taşkaleliler, Orta Asya’dan gelme Türkmen yörükleri. Kızıl Oğuz boyundan oldukları için kendilerine Kızıllar diyorlar. Bu yüzden, Asya göçebelerinin yaşamında önem taşıyan şaman ritüellerinin bir yansımasını Taşkaleliler’in bayram ve düğünlerinde eğlence olarak düzenledikleri seyirlik oyunlarında görmek mümkün. Saatler sürebilen bu oyunun bir bölümü doğaçlama. Soğuk gecelerde ise oda oyunlarında taklitler yapıp, günlük hayattaki olaylar alaya alınıyor. Her iki gelenek de artık doğallığını yitirmiş görünüyor.
Bazı Taşkale evlerinin ahşap süslemeleri görmeye değer. Davet edilirseniz fırsatı kaçırmayın. Taşkale’nin düğün, bayram yemeği yahnili pilavı, kasabada yiyebileceğiniz bir yer yok. Zaten konaklama da yeme içme imkanları da oldukça kısıtlı. Bol oksijenli bir tepede, şelale yakınında yoğurt, bal, saç kavurma ve alabalıktan oluşan mönü sizi hoşnut ederse, Taşkale Gürlük Alabalık Tesisleri’ne uğrayın. Grubunuz beş kişiden azsa Taşkale Belediyesi Misafirhanesi’nde konaklayabilirsiniz. Belediyeden rehber (0338 235 40 16) isteyebilirsiniz. Diğer seçenek 45 kilometre mesafedeki Karaman otelleri. Üç yıldızlı Bayrakçı Otel’i tavsiye ederim.
SELİMİYE
Huzurun demir attığı koy
Fatih TÜRKMENOĞLU
Hayat insana bazen çok ağır geliyor. Zaten yapılacak bir sürü görev; bir de üstüne büyük şehir sorumlulukları ve sorunları? Böyle bir “her şey üstüme üstüme geliyor” durumunda, göğsüme öküzlerin oturduğunu hissettiğim anlarda; vakit müsaitse, Selimiye’ye kaçıyorum ben. Orada başka bir zaman dilimi işliyor, her şeyi unutuyorum, derinlerden kendimi bulup çıkarıyorum.?
Marmaris’in içinden çoktan vazgeçtim. Ne gündüzünü ne gecesini isterim. Dalaman’da uçaktan iner inmez, eğer rotam Marmaris taraflarıysa, hemen koylarda alırım soluğu.
Yıllar içinde koyların büyümesini, gelişmesini gözlemledim. Gene de hiçbir zaman vitrin sosyetesi buralara rağbet etmedi, “beni de çekin, beni de görün; yeni aşkım, ex aşkım ve onun son gözdesi tatildeyiz” durumu yaşanmadı. Ön planda hep doğa vardı. Yeşil denize kavuştu, deniz hep davetkar, güneş hep parlaktı.
Koyların içinde Bozburun’u çok severim. Bir tek o herkesin pek bayıldığı çok fena sahipli lokanta sinirimi bozar, o kadar. Turunç, köyler, taa Datça’ya kadar bütün kıvrımlara bayılırım. Hollandalı Ahmet’in kendini de yemeklerini de çok severim. Ama Selimiye’yi tek geçerim.
TOPRAĞI, AĞACI, KOYU KORUMA ALTINDA
Selimiye, aslında Marmaris’e bağlı bir köy. İlçe merkezine uzaklığı 35 kilometre. Yakın geçmişe kadar sadece balıkçılığın yapıldığı en bakir yerlerden. Şimdi turizm girmiş, oteller, lokantalar, pansiyonlar açılmış. “Gel gel”ciler yok; ama gene de turizm girmiş işte...
Birkaç otelde arıtma tesisi var, ama köyde kanalizasyon yok. Yeşillikler içindeki köyün bir ilköğretim okulu, bir de sağlık ocağı bulunuyor. Suyu bol; kışları iki ay yağmurlu geçiyor. Antik çağlardaki adı “Hydos”; sonra “Losta” ve günbatımları çok güzel olduğu için “Kızılköy” isimleriyle de anılmış. Tepelerde biraz eski zaman kalıntısı var, ben çıktım, pek görmeye değer değil.
Özel Çevre’ye bağlı pilot bölge burası. Çam, zeytin, söğüt ağaçlarıyla kaplı. Temiz kalması için kontroller sıkı. AB fonlarının dahi devreye girdiği, Selimiye’nin sıkı kontrollerinin devamlı yapıldığı söyleniyor. Şimdilik işbitirici müteşebbisler “buraya orkinos çiftliği yapsak ne biçim para kazanırız” diye tutturamıyor!
DENİZ HEP SAKİN
Hisarönü Körfezi’nin en güzel köyü olan Selimiye, doğal bir liman aslında. Hem gemicilerin yıllar boyu sığındığı, hem de yorgun ruhların kötü enerjilerden arındığı bir liman...
Bir kahvehanesi var, sahilde. Adı: Karadut Kahve. Sahibi Hamdi Bey ötücü kuş meraklısı; kafeslerdeki kuşlarıyla da konuşurum hep. Acayip lezzetli tostlar yapar Hamdi Bey. Denizin içindeki maviye boyanmış tahta masalarda otururum; tepemden sarkan salkımlardan üzüm yerim, öyle kendimden geçerim.
Yok, eğer canım fanfinfon isterse, hemen Aurora’da alırım soluğu. Sahipleri Eda Taşpınar’ın annesi ve üvey babası. Hele müşteriler gidince, müthiş bir sohbet başlar; ay doğar, konular derinleşir, gece yetmez.
Kulağıma gün boyu bir “çıt çıt çıt” sesi dolar. Genelde kadın toplulukları, evlerin avlularında küçücük çekiçlerle badem kırarlar. “Merhaba” dersin, “gel göz hakkı, al bir avuç” derler. “Ah sen buraları ocak, şubat aylarında bir görsen hele... Bütün dağlar badem çiçekleriyle beyaza boyanır; heryer sanki gelin olmuş, havalanır” diye anlatırlar.
Aslında başka bir yere gitmeye, değişik dünyalar aramaya lüzum yok. Herhalde 1 kilometre uzunluğundaki koyda, değil bir hafta, bir ömür ne de güzel geçer...
SÖĞÜT VE TURGUT KÖYLERİNİ MUTLAKA GÖRÜN
Ailece tatile gitmeyi düşünürseniz, bence en doğru adreslerden biri Selimiye. Denizi çok sığ ve dalgasız. Gerçi bütün Selimiye büyük bir plaj görünümünde, ama ille de kumsal isterseniz 2 kilometre ötedeki Sığ Liman’a gidebilirsiniz; müthiş.
Kalacak yeri önceden ayarlamak lazım mutlaka. “Mavi Deniz”i ve sahiplerini çok severim. Esra ve Ramazan, hem çok çalışkan, hem de çok güleryüzlü bir karı koca. Biraz Selimiye yakınlarına da uzanmak isterseniz, Söğüt ve Turgut köylerini mutlaka görün. Geçenlerde Söğüt’te 100 yaşında bir beyefendi ile sohbet ettim. Bana eskileri anlattı; yakasında ve şapkasında da buralara has bir gelenek, kokulu otlar vardı. “Fesleğen, reyhan, adaçayı, lavanta; ne bulursam takarım. Hem başkasına güzel kokarım, hem de burnuma hep güzel kokular gelir” dedi...
Turgut’un merkezi müthiş. Bir şelalesi var; son gördüğümde biraz bakımsızdı. Şimdi nasıldır bilemem.
Yok yok, şöyle bir tekne turu yapmadan olmaz... En iyisi bir 10 günü; hatta daha iyisi iki haftayı gözden çıkarmak. Kamelya ve Dişlice Adaları’nı da görmek, oralarda yüzmek lazım. Birkaç günü de aktiviteye ayırsanız, fena mı olur? Bir gün dağlarda yürüyüş, bir gün de benim bayıldığım cip safari. “Çiftlik ve Bayır köylerini de görmek lazım” diyecektim tam; safari turları oralara da uğruyor. Sizi otelden alırlar, bütün gün dağ, tepe dolaştıktan sonra akşam Selimiye’ye yorgun argın dönersiniz...
Sahildeki balıkçılardan birine oturursunuz. Hepsi iyidir, güzel bir yemek yersiniz. Yemek sonrasında, tatlılar Ceri Pastanesi’nde. Gerçi, uzun öğleden sonraları onların leziz börek ve poğaçalarını; en az ürünleri kadar tatlı sohbetlerini de pek severim... Bu vesileyle, Ceri’nin sahipleri Neşe ve Mehmet Ceri’ye çok çok selam ederim!