GeriSeyahat Seyahat yazarlarının bahar mekanları
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Seyahat yazarlarının bahar mekanları

Seyahat yazarlarının bahar mekanları

Doğanın binbir renge büründüğü şu günlerde kısa bir bahar kaçamağı yapmanın tam zamanı. 23 Nisan fırsatını değerlendirip, dört günlük tura çıkabilirsiniz. Mehmet Yaşin, Kapıdağ Yarımadası’nda yapacağınız yolculukta ilkbaharın tüm tonlarını gözlemleyebileceğinizi söylüyor. Fatih Türkmenoğlu’nun bahar önerisi günbatımı manzarasıyla, balık restoranlarıyla ünlü Amasra. Saffet Emre Tonguç, sıcaklar bastırmadan Sivas’ta beş uygarlığın izlerini sürmenizi, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Divriği’nin Ulu Cami’sini keşfetmenizi tavsiye ediyor. Nedim Gürsel ise, bu hafta sonunda İstanbul’da kalanlara ya da İstanbul’a gelenlere Anadolu Hisarı’nda karşılaşacakları bahar sürprizlerini yazdı.

MEHMET YAŞİN
KAPIDAĞI YARIMADASI
Yamaçlardaki renk cümbüşünü dondurup saklamak isterdim


Birbirinden güzel koyları, turkuvaz denizi, tepeleri süsleyen rengarenk çiçeklerle Kapıdağı Yarımadası cenneti andırıyor. Marmara Denizi’ne uzanan bu yarımada nedense hep gözlerden uzakta kalmış, gezginlerin rotasına dahil olmamış.
/images/100/0x0/55ead681f018fbb8f899f006

Kapıdağı Yarımadası Erdek’ten başlıyordu ama orada hiç oyalanmadım. Kent görünümüne bürünmüş bu kasabayı, bir baştan diğer başa hızla geçtim. “Ocaklar, Narlı” yazılı tabelanın gösterdiği istikamete doğru gaza bastım.
Güzel bir yoldu. İki tarafta kah zeytin, kah meyve ağaçları vardı. Bazen asırlık çınarlar, yolun üstünde ağaçtan tüneller oluşturuyordu. Yer yer bozuk olmasına rağmen kendi çapında asfalt bir yoldu. Denizle kolkola ilerliyordu.
Bir süre sonra, deniz kıyısında sakin bir belde çıktı karşıma: Ocaklar. Meydanına indim. Hummalı bir faaliyet vardı. Kayıklar kıyıya çekilmiş boyanıyor, iskele üstünde balıkçılar yırtık ağlarını tamir ediyor, pansiyoncular ve kıyıdaki restoranlar, kısa süre sonra başlayacak mevsim için yerlerini hazırlıyordu.
Ocaklar’ı anlatabilmek için şu tanımlamaları kullanabiliriz: Pencerelerin önü, tenekelerin içine dikilmiş rengarenk sardunyalarla süslüydü... Kadınlar kapı önlerinde oturmuş, bir yandan çeyiz için dantel örerken bir yandan da sohbet ediyordu. Erkek çocuklar, kırık dökük bisikletleri ile dar sokaklarda pedal basıyor, kız çocuklar ise bir kolu bir bacağı eksik “Cindy” bebekleri ile evcilik oynuyordu. Köyün köpekleri, bazen bisiklet arkasından koşturuyor, bazen de kızların “evcilik evleri”nin kapısında uyuyordu. Ve erkekler.. Onlar aslında değişik bir şey yapmıyordu. Kahvede, dışarıya atılmış masalarda konuşuyor (mutlaka siyaset) veya konuşmadan saatlerce oturma becerisini gösterebiliyordu.
Uzunca bir tanımlama oldu ama, bu tanımlamayı bundan sonra yoluma çıkacak olan Narlı, İlhanlar, Büyükova, Doğanlar ve Turan köyleri için de kullanacağım için mazur görülebilir.

SÖĞÜTE ÖZENEN ZEYTİN AĞACI

Ocaklar köyünde ilk kez, zeytin ağacı dallarının denizin dalgalarıyla oynaştığını gördüm. Zeytinler burada, Salkımsöğütün suyla aşkına özenmişçesine denize dal uzatmıştı. Nasıl uzatmasınlar ki! Deniz, turkuvaz rengiyle, sanki “gel beni iç” dercesine berrak, temiz ve güzeldi. Dağlara gittiğim için yanıma mayo almayı hiç düşünmemiştim. Ocaklar’dan sonra yol, biraz virajlandı, biraz tepelere çıktı ama hiç deniz kıyısını terk etmedi. Şimdi, tepelerin görüntüsüne “pastoral” bir anlatım getireceğim. Bu anlatım, tüm Kapıdağı Yarımadası’nın denize bakan yamaçlarını tarif etmekte geçerli.
Yamaçlar sanırsınız ki, çiçeklerle süslenmek için bir peyzaj mimarına emanet edilmiş. Sarı katırtırnakları, kırmızı gelincikler, beyaz yapraklı sarı ortalı klasik papatyalar, ortası da yaprakları da sapsarı olan papatyalar, mor çiçek açmış bayır dikenleri, pembe çiçeklere gebe öbek öbek çalılar. Bunca renk öylesine ahenkli yerleştirilmiş ki, hayran olmamak elde değil. Bu tepeleri tüm peyzaj mimarlarına, doğal staj yeri olarak öneriyorum. Tüm bu “rengahenge” bir de kuşların seranatını eklemenizi önereceğim.

AŞK, FENERDE ÇİÇEK AÇMIŞ

Ocaklar’dan sonra Narlı Köyü’ne vardım. Köy görünmeden önce bir tilki fırladı önümden. Ardından bir yılan, toprak yoldan aşağıya kaydı. Köyün içinde de iki kaplumbağanın yolu geçmesini bekledim. Ama öylesine yavaş hareket ediyorlardı ki, dayanamadım, arabadan inip, onları gidecekleri istikamete taşıdım.
Her virajdan, her tepe tırmanışından sonra bir başka güzellik karşıma çıkıyordu. Arabamın hızı bu yüzden, biraz evvel karşıma çıkan kaplumbağalar pek farklı değildi. Her manzarayı görüntülemek niyetindeydim. Bu renk cümbüşünü, sanki bir daha görmeyecekmişim gibi film karelerinde dondurup, saklamak istiyordum.
Bir başka tepede, üstünde, İngilizce aşk sloganları ve çiçekler çizili fener binalarını geçtikten sonra İlhanlar köyüne indim. Öğle olmuştu. Yemeği burada yemeyi planlıyordum. Deniz kıyısında bir masaya oturdum.
Balıkçılar sabah ağ çekmişler. Tek müşteri olmanın bütün avantajlarını kullanıp, mangalı masanın yanına istedim. Taze istavritleri ızgaranın üstüne dizdim. Garson çocuğu, biraz önce önünden geçtiğim tarlaya gönderip, körpelerinden 5-10 tane taze soğan söktürdüm. Bir de fırından yeni çıkmış, kabuğu sert içi pamuk gibi yumuşak ekmekten bir kaç dilim doğrattım. Yolcu olduğum için bu lezzetlerle birlikte sadece soğuk su içmek zorunda kaldım.
Daha sonra sırasıyla Büyükova, Doğanlar, Turan köylerine uğradım. Buralarda gördüğüm güzellikler de, yukarıda anlattıklarımın aynısıydı. Amacım, yarımadayı tam olarak dolaşıp, diğer uçtan Bandırma’ya çıkmaktı. Ama olmadı. Turan köyünde kime sorduysam yola devam etmemem konusunda beni uyardı. Ben de buradan, yarımadanın tam ortasından geçip Erdek’e ulaşan yola sapıp, yarım da olsa turu tamamladım.
Baharda yeni ve güzel coğrafya parçalarıyla karşılaşmak istiyorsanız, Kapıdağı Yarımadası’nı hararetle öneririm.

SAFFET EMRE TONGUÇ
SİVAS
Beş uygarlığın izlerini buluşturuyor

/images/100/0x0/55ead681f018fbb8f899f008

Ankara’nın doğusunda, Erzincan yolu üzerindeki Sivas turistlerin henüz keşfetmediği, modern zamanların teğet geçtiği, hâlâ Anadolu’nun o tarihi ve keyifli dokusunu taşıyan bir şehir. Bu bahar her taraf gökkuşağının renklerine bürünmüşken büyük şehirlerin yakınlarındaki yerlerden birine gitmektense ülkemizin sıradışı köşelerinden birini keşfedin. Sivas’ın tarihi ve kültürel zenginliği sizi şaşırtacak.
Sivas’ın öncelikle Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri var. Mustafa Kemal Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın ardından ülkeyi işgal eden yabancı güçlere karşı Samsun’da Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Amasya üzerinden gittiği Sivas’ta 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi gerçekleştirildi. Kongre daha önce Sivas Lisesi olarak kullanılan bir 19. yüzyıl binasında yapıldı. Sivas Kongresi’nde alınan kararlar, daha önce gerçekleştirilen Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek tüm ulusu kapsar bir nitelik kazandırdı ve yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşuna temel oldu. 11 Eylül 1919’daki son oturumda çeşitli grupların Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti altında birleştirilmesi bir bildiriyle açıklandı. Bir parkın yanındaki kongre binası şimdi Etnografya Müzesi. Üst katındaki odalar eski haliyle korunuyor.

SELÇUKLULARIN HASTANESİYDİ

Sivas’ın tarihi Hititler’e kadar ulaşıyor. Anadolu’daki çoğu yerleşim gibi burası da Romalıların eline geçmiş. Önce Megalopolis (Büyük Şehir), sonrasında da Sebasteia diye adlandırmışlar, bu da zamanla Sivas’a dönüşmüş. Sivas’ın Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yeri var. Roma döneminde inançlarından vazgeçsinler diye 40 kişiyi buzla dolu bir gölün yanında çıplak durmaya zorlamışlar, hemen yan tarafta da sıcak suya girme imkanı varmış. Hepsi inancı uğruna ölmeyi tercih etmiş. Ondan sonra “Sivas’ın 40 Şehitleri” diye adlandırılmışlar. Doğu kiliseleri tarafından hâlâ kutsal olarak kabul edilen bu olayla ilgili çok sayıda eser var, biri de Floransa’daki Uffizi Galerisi’nde bulunan Pontormo’nun tablosu. Şehirde 700 yıllık Bizans dönemine ait eser yok. Danişmentliler, Selçuklular, Moğollar ve İlhanlılar ise Sivas’a damgalarını basmışlar. Şehirdeki en eski eser Cemal Gürsel Caddesi’ndeki Ulu Cami. Danışmentli Kızıl Aslan bin İbrahim tarafından yaptırılmış. Bina çok sayıda sütun tarafından destekleniyor. Etnografya Müzesi’nin karşısındaki parkta medrese kalıntıları var. 1217 yılında Selçuklu sultanı I. İzzettin Keykavus tarafından dönemin hastanesi olarak yaptırılan Şifahiye Medresesi bunların en eskisi. Yapı, Sivas halıları da dahil değişik hediyelik eşyalar satılan bir çarşıya dönüştürülmüş. Bir de çay bahçesi bulunuyor. Şifahiye’nin karşısında ise Moğol vali Şemseddin Mehmed Cüve tarafından yaptırılan, 1271 tarihli Çifte Minareli Medrese yer alıyor. Günümüzde medreseden geriye bir tek giriş kapısı ve minareler kalmış.

GÖK MEDRESE’NİN ÇİNİLERİ

Aynı parktaki Bürüciye Medresesi Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında inşa edilmiş. Bir İranlı tüccarın mezarına ev sahipliği yapan bina, Selçuklular döneminden kalma eserlerin bulunduğu müzeye dönüştürülmüş. Anlaşılan 13. yüzyılın ustaları çok yoğun çalışmış. Parkın biraz ilerisindeki görkemli Gök Medrese de 1271’den kalma. Anadolu’nun en önemli Selçuklu eserlerinden Gök Medrese gerçekten çok etkileyici, sadece giriş kapısı değil, iç duvarları da süslü. Minarelerindeki turkuvaz çiniler ise medreseye adını vermiş. Parktaki Kale Camii 1580’de Osmanlılar zamanında inşa edilmiş. Çevrede birkaç tane daha cami var ama bu eserlerin yanında sıradan kalıyor.
Sivas aynı zamanda sedef hastalığına ve egzemaya iyi gelen Balıklı Kaplıca’sıyla meşhur. 38 derece sıcaklığındaki suda yaşayan küçük balıklar gelip pul pul olmuş deriyi ısırarak tedavi ediyor. Günde sekiz saatten, üç hafta kaplıcadaki havuza girdiğinizde dertlerinizden kurtuluyorsunuz. Hasta olmasanız bile kaplıcaya gidip keyif yapabilirsiniz. Kaplıcaya giderken köpekleriyle meşhur Kangal’dan geçiyorsunuz. Kurtlardan korumak için boyunlarına dikenli tasma takılan bu köpekler yurtdışında karabaş olarak adlandırılıyor. Kangal’da maalesef, açık sarı renkli, kocaman köpekler dışında ilginç bir şey yok.

UNESCO DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE

Türkiye’den UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren 10 yerden biri, kentin üç saat doğusundaki Divriği’de. Ulu Cami’yi 1228’de kısa süren Mengücek Hanedanı’ndan Ahmet Şah ve karısı Melike Turan yaptırmış. Selçuklu mimarisinin en güzel örneği. Mimarı Ahlatlı Hürrem Şah. Ulu Cami ve yanındaki Darüşşifa gerçekten çok sıradışı yapılar. Mimarlara tam yetki verilince onlar da yaratıcılıklarının sınırlarını aşmış, duvar işçiliğindeki üç boyutlu çalışmalarla, taştan ve kapılardan fırlayan yıldızlar, madalyonlar ve yazıtlarla mekanları süslemiş. Anlaşılan mimarlar girişe o kadar çok vakit ayırmışlar ki binaların kalan kısmını çok sade bırakmışlar. Darüşşifa, müziği kullanarak şifa dağıtan ilk sağlık kurumlarından biri olmuş. Avludaki havuzun suyu, akarken çıkardığı sesle hastalara iyi gelmiş, platform gibi bir alan hastalara müzik ziyafeti çeken müzisyenler için kullanılmış. Divriği’ye giderseniz 1252 yılında Moğollar’ın harabeye çevirdiği, Bizanslılardan kalma kaleyle Kale Camii’ne ve Divriği Çarşısı’na da göz atın.
Sivas’tan Divriği’ye günde sadece bir kaç araç kalkıyor, o yüzden saatini iyi ayarlamak lazım. Kaçırırsanız Divriği’de kalacak iyi bir otel bulmanız çok zor. İstanbul ve Ankara’dan Sivas’a otobüs ya da trenle gidebilirsiniz. İstanbul’dan Sivas’a THY’nin uçuşları da bulunuyor.

NEDİM GÜRSEL
İSTANBUL - ANADOLU HİSARI
O burçlar ki geçmişte taş gülleler savururdu, şimdi erguvanlar fışkırıyor

/images/100/0x0/55ead681f018fbb8f899f00a

Yıllar önce, henüz Paris’e demir atmamışken, dünyayı yapayalnız dolaşan bir yazar konumunda değilken, evet yıllar önce o ayrılık şarkısındaki gibi “İstanbul’u mekân tuttuğum” ergenlik çağımda, baharla aram pek hoş değildi. Çiçeği burnunda, duyarlı bir yazar adayıydım. Yağmuru, lodosu, Karadeniz’den esmeye görsün, balıkçı teknelerini havada yaprak gibi savuran poyrazı severdim. İlkbaharın güzelliğini farketmem, Boğaziçi’nde açan erguvanlarla halleşip kaynaşmam, yedi tepeli kentimde sürekli bir ilkbaharı özlemem için yılların geçip yaşın kemale ermesi gerekti. Artık, İstanbul’daysam, ilkbaharın tadını nerede çıkardığımı anlatabilirim. Ama, daha önceden, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken keşfettiğim Ahmet Arif’in o yıllarda dilimden düşmeyen dizelerini sizlerle paylaşmak isterim: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin / Karanfil kokuyor cigaram.” Arka bahçede gizlice tüttürdüğüm cigaram karanfil kokmazdı belki, ama İstanbul’a bahar geldiğini toprağı ısıtmaya başlayan puslu nisan güneşinden anlardım.

BÜYÜLEYİP KENDİSİNE ÇEKER

Simdi, İstanbul’daysam, delikanlı çağımın puslu nisan güneşi Boğaziçi’nin ayna sularına vuruyor, yalnızca Göksu’nun açığında denize dalıp çıkan karabatakları değil yorgun gönlümü de aydınlatıyorsa, fazla uzağa gitmeme gerek kalmıyor demektir. İlkbahar, eğer bakışlarınızı Otağ Tepe’yi kemiren çirkin konutlara doğru değil de Boğaziçi’ne doğru yöneltirseniz, tam karşıda beyaz surları, kuleleri, mazgal delikleriyle kentin kuşatma günlerini çağrıştıran Boğazkesen Hisarı’ndan fışkıran erguvanlarla güzeldir. Hemen yanıbaşınızdaysa, bu coğrafyanın ilk Türk yapısı olan Anadolu Hisarı’nın surları yükselir. Bu hisarın bir adı da Güzelcehisar. Eski kaynaklarda, örneğin Aşıkpaşazade ya da Neşri tarihlerinde böyle geçer. Göksu deresinin (Bizans dönemindeki adıyla Aretos) Boğaziçi’ne döküldüğü yerde her iki suya da, nisan güneşiyle birlikte yansır görüntüsü. Adaşım şair Nedim’in, Patrona Halil isyanında hamam sefasını yarıda bırakıp kaçmak için damdan dama atlarken düşüp ölen o şuh Nedim’in deyimiyle “kendi hüsnüne” hayranlığından olmalı, kuleleri, burçları ve bembeyaz surlarıyla ilk bakışta büyüler sizi, kendi dünyasına, terkedilmişliğine, yalnızlığına çeker. Artık taş gülleler savuran ejder toplarının değil, yabani incirlerin kök saldığı surların gerisinde yapayalnızdır. Evet, sanki unutulmuş, eski görkeminden çok şey yitirmiş gibidir. Niğbolu zaferinden sonra Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı hisar, Göksu’nun üzerindeki köprüyü geçer geçmez belki aşılmaz bir engel gibi dikilir önünüze, ama korkudan çok acıma duygusu uyandırır. Çünkü yol, kayalık zeminden fışkıran silindir kuleyi surlardan ayırıp ikiye biçmiştir yapıyı, bir zamanlar “lebi derya” olan burçların gölgesinde Dere Balık Lokantası’nın masaları sıralanmaktadır.

CAN ERİK, RAKI VE SEVDA

Bu masalardan birine oturup beyaz peynir, can erik eşliğinde rakı kadehinizi yudumluyorsanız, yalnız değil de yakın bir dost ya da sevgilinizle birlikteyseniz, ilkbahar Boğaz’ın bu kuytu köşesinde gerçekten güzeldir. İster istemez Oktay Rifat’ın bir zamanlar dilinizden düşmeyen dizelerini anımsarsınız: “İstanbul bahar içindeydi / Gönüllerimiz sevda içinde.”
Diyeceğim, bahar yalnızca bir mevsim, bir yenilenme, bir uzun sevda şarkısı değildir burada. Eğer yaş kemale ermişse, geçmiş zamanı, size artık dönmeyecek olanları da yadetmenin bir bahanesidir. Anadolu Hisarı’nda bahar gençlerin bilmediği, bilmek zorunda da olmadıkları bir deyimle söylemem gerekirse, bir “dâ-üs-sıla”dır.

FATİH TÜRMENOĞLU
AMASRA
Amasra’da bahar içten bir coşku samimi bir kahkaha gibidir

/images/100/0x0/55ead681f018fbb8f899f00c

Neden aklıma ilk önce Amasra geliverdi acaba? Ege’de değil; hatta daha da sıcak olsun, Akdeniz değil; ya da ne bileyim, eriyen karları seyredebileceğim bir dağ eteği değil de, Amasra...
Vardır bir hikmeti.
Bu bahar, benim için ille de Amasra!

BEN DE ŞAŞTIM KALDIM

Öyle defalarca gitmişliğim de yoktur, taş çatlasın üç kere. Denizi, balığı, yeşili eyvallah; tarihtir, kaledir, amenna. Haydi bunlar her yerde bulunur, neydi özel olan, baharla birlikte akıllara dolan?
Sanırım, şimdi kendimi yokluyorum da, Amasra’da en çok baharı çağrıştıran gençliği, o pırıltılı yüzleri, hep birlikte güneş batışı seyretmeleri, piyasa caddesinde bir aşağı bir yukarı turlamaları sevdim. İlk gördüğüm zaman bahardı. Adını Pers Prensesi Amartris’ten alan; Pontus, Bizans, Ceneviz derken 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen Amasra, fıkır fıkırdı. Ama hani rahatsız eden bir neşe, taşkın bir tür çığlık vardır, öyle değil de; içten bir coşku, ölçülü fakat samimi bir kahkahaydı. Kollarına rahatlıkla atlayacağın, arkanı dönüp giderken ihanetini hiç düşünmeyeceğindi.
Benim için o gün bahardı.
Sonra şehri iki kez daha gördüm; Kale’yi, Amasra Müzesi’ni, İnkum ve Çakraz’ı... Yürüdüm, durdum düşündüm, güzel bir köşede gizlice bir cıgara tellendirdim. Daha kimsecikler denize ayak basmıyorken, buz gibi suya daldım. Kendi başıma Demirağazı’nda dolaştım. Kanatlı Köyü’ne çıkıp Göldere Şelalesi’ni dinledim.
O gün, çok iyi hatırlıyorum, gene bahardı. Hem coşkuydu, hem olgundu. Amasra’nın tek tük otelleri, İnkum’daki lokantaların bazıları yeni yeni canlanıyordu. Küçük Liman ve Büyük Liman minibüsleri daha dolmuyor, üniversite öğrencileri çay bahçelerinde montlarla oturuyor, iki el tavla sallıyordu.
O gün öyle güzel bir bahardı ki, ben de şaştım kaldım. Fatih’in Cenevizliler’den hiç zorlanmadan aldığı, hatta neredeyse “Buyurun, sizin olsun” diye elini kolunu sallayarak bayrak diktiği, bir dönemin şatafatlı ticaret kentinde başka bir neşe vardı. Anlatması zor bir ışık vardı. Basbayağı bahardı işte. O resimden aklımda kalan, el ele dolaşan genç ve aşık çift, tek turist grubunu dolaştıran tekne ve yediğim acayip lezzetli balık tabağıydı. Liman Restaurant’tı, eminim. Ama sonra akşama Mustafa Amca’nın Yeri’nde gene balık yemiştim. Ertesi gün de...
Evde o gezide aldığım bir tahta kaşık var hâlâ. Çalışma masasının üzerinde, bahar enerjisi saçsın diye. Broşür, kitapçık, hatıra falan hiç biriktirmem; ama geçenlerde elime “Çeşm-i Cihan Fish Restaurant Amasra” yazan bir peçete geldi. İki senedir hiç giymediğim bir pantalonun cebine gizlenmiş. Bir tutam bahar ışığıyla çıktı ortaya; hem de nasıl bir sıkıntının, feryadın, bulutlu İstanbul’un göbeğinde...

KAÇ DEVİR İÇİÇE YAŞIYOR

Evet, son gidişim iki sene önceydi. O zaman Amasra’yı daha detaylı gezmiş, daha bir sokak sokak keşfetmiştim. Boztepe’ye ve Tavşan Adası’na yine gitmiştim. “Gönderilmemiş Mektuplar” filminin çekildiği evleri, o köşe başlarını, sinema perdesini dolduran manzaraları dolaşmıştım. Amasra Müzesi’ndeki mezar taşlarını anlıyormuş gibi okumaya çalışmış, sergilenen yüz yıllık kıyafetleri daha bir yakından incelemiş, Müze’nin eski Mekteb-i Bahriye olduğunu öğrenmiştim...
Mevsim, gene bahardı.
Çekiciler Çarşısı’nı bu defa fazlaca turistik, ayıp belki ama, ucuzcu bulup üzülmüştüm. Hükümet Caddesi’nde sayısız kereler turlamış, kendini Amasra’ya adamış bir tarih sevdalısıyla tanışmıştım. Boztepe’ye giderken geçtiğim, Romalılar’dan kalma Kemere Köprüsü’nün öyküsünü anlatmıştı. Beyefendinin adı acaba neydi? Rastlasam tanır mıyım? O zevksiz, fazlaca turistik tahta abajurların bölgede kumaş işlemeciliğini geliştirdiğini o mu anlatmıştı? Emekli tarih öğretmeni miydi? Bakınız hatırladım, dört çocuklu, dört torunlu... Ama neydi adı?
Neyse, ben gene gün batımını seyretmiştim. Bahardı, her taraf bahar kokardı. Akşamları serin, ama gün boyu bir ince monta bakardı. Kaç devir içiçe yaşanırdı. Bir köşede çiçek açar, başka bir köşede şelale gürül gürül akardı. Balığın ve rakının tadı başkaydı. Kış uykusunun bittiği, umutların yeşerdiği, “küçük hayat, oh ne rahat” dedirten zamanlardı.
Neden bilmiyorum, Amasra’da mevsim hep bahardı.

False