Seyahat 10. Yıl ödülleri
İşte 10. yılını kutlayan Hürriyet Seyahat'te ödül kazananlar.
FOTOĞRAF KATEGORİSİ:
BİRİNCİ
Uzay gibi: Geçen temmuzda Ankara’dan Aksaray’a giderken Tuz Gölü’nün kıyısından geçtik. Su seviyesi azalmış, tuz tabakasının üstünde birkaç parmak kalmıştı. İki genç kız fotoğraf sehpasına makinelerini yerleştirmiş, birbirinin fotoğraflını çekiyordu. Sanki dünya dışı bir yerdi. * Orkun Taşkın
KİMDİR
Orkun Taşkın (38), “Her yerin mutlaka gizli kalmış, çekilmemiş bir fotoğrafı vardır” diyor. Dokuz Eylül Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu. Sağlık sektöründeki bir firmada bölge müdürü. Ankara’da yaşıyor. Evli, 2 yaşında bir kızı var. İş seyahatinde ve tatilinde en bilindik yerlerin, daha önce görülmemiş fotoğraflarını çekmeye çalışıyor.
İKİNCİ
Spiral Merdivenler: Vatikan Müzesi’ne gelmeden önce internette araştırma yaparken gördüğüm ve hayran kaldığım spiral merdivenler… İnsanlığın sonsuz döngüsünü ve hayatın kendini tekrar edişini hatırlatıyor bana. Vatikan Müzesi’nde Sistine Şapeli’nden sonra en etkilendiğim yerdi burası…
* Seda Aksoy Evren
KİMDİR
Seda Aksoy Evren (36), kaşif ruhunu çocukluğunda babasının çektiği seyahat fotoğrafları ve masal kitaplarına borçlu. Robert Kolej’deki öğrenimi gezginlik arzusunu tetiklemiş. İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü mezunu. Marka yönetimi konusunda uzman. Pazarlama müdürü olarak çalışıyor. Eşiyle seyahat ediyor.
ÜÇÜNCÜ
Sahra’nın kehribar renkli kalesi: Fotoğrafı Fas’ta Ouarzazate şehri yakınlarında çektim. Ounila Nehri kıyısındaki Ait Benhaddou, geçmişte Sahra Çölü’nü Marakeş’e bağlayan kervan yolu üstündeki korunaklı bir kasabaymış. Tarihi yapısı nedeniyle 1987’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındı. Kasabada sadece sekiz aile kalmış, halkın çoğu nehrin karşı kıyısındaki yeni yerleşimde... Bence Sahra Çölü’ndeki en etkileyici tarihi yerleşimlerden biri. * Cenk Ertekin
KİMDİR
Cenk Ertekin (41), Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü mezunu. Basın fotoğrafçısı. Üniversitede başladığı dağcılık faaliyetini sürdürüyor. Demavent, Elbrus, Lenin, Petrowski, Kilimanjaro, Kenya Dağı, Mont Blanc, Kazbek, Julian Alpleri, Dinaric Alpleri, Bavyera Alpleri ve Pireneler’de solo tırmanışlar yaptı. Fotoğrafları dergi ve gazetelerde yayımlandı.
ÖDÜLLÜ YAZILAR-1
YARIŞMA BİRİNCİSİ
KİMDİR
Emekli bankacı Mehpare Sözener (46), Boğaziçi ve Wayne State üniversiteleri mezunu. Türkiye ve ABD’de çalıştı. 60’dan fazla ülke gezdi, ailelerin evlerinde kalıp kültürlerini inceledi. Gezi ve kültürel farklılıklar üzerine yazıları dergi, gazetelerde yayımlanıyor. Sözener, Jolly’den iki kişilik yedi gece konaklamalı klasik İtalya turu kazandı.
Pasifik’teki sarı kertenkele MOOREA
Tahiti’nin 17 kilometre kuzeybatısında bir ada Moorea. İsmi sarı kertenkele anlamına geliyor. Yüzölçümü Gökçeada’nın yarısı kadar. Gelenekleri doğası kadar şaşırtıcı.
Mehpare Sözener
Fransız Polinezyası’nın başkenti Papeete’da sabah saat 5.30’da uçaktan ineni havaalanına sokmuyorlar, kapıda bekliyor. Meğer bando yerini alıyormuş. Boynumuza çiçek kolye, “lei” takıyorlar. Bu kokulu çiçekler bir tür gardenya. Hava öyle sıcak ki hemen kararıyorlar. Başkentin bulunduğu Tahiti Adası’ndan Moorea, 20 kişilik uçakla 10 dakika. Deniz o kadar temiz, biz o kadar alçaktan uçuyoruz ki penceremden köpekbalıklarını görebiliyorum. Havaalanın çatısı var, kapısı bacası yok. Çatıyla bina arası ise boşluk. İçerde vahşi tavuklar uçuşuyor. X-ray, güvenlik hiç yok. Ia orana Moorea! (Merhaba Yorana)
Bir teoriye göre yerliler 30 bin sene önce Güneydoğu Asya’dan yıldız haritalarını kullanarak gelmiş buraya. 1700’lere kadar dünyada en yaygın bulunan ırk Polinezyalılarmış. Yerliler aralarında Reo Maohi denen bir lisan konuşuyor. Okulda Fransızca öğreniyor. Adalar, otonom ama finans, politika hâlâ Fransa’ya bağlı. Tarım, eğitim, kültüre kendileri karar veriyorlar.
VANİLYA, ANANAS YETİŞTİRİYORLAR
Adalar okyanusta Avrupa kadar alana dağılmış. Binlerce yıl önce volkanlar patlamış, adalar oluşmuş, söndükçe küçülmüş, küçüldükçe adanın ortasındaki dağ batmış, kenarlarda simit gibi mercan kayaları, yani atoller oluşmuş. Ortada ada, etrafında atol, arasında da firuze renkli lagün var. Lagün bilek boyu su, diğer taraflar derin.
Yağmursuz mevsim haziran-ekim arasında. Saatte hızı 160 kilometreyi bulan fırtınalar uğruyor bu adalara. Gün saat 6.30’da ağarıyor, saat 5.30’da karanlık basıyor. Güneş saat 8.00’de bile yakıcı. Gece yıldız seyrine doyum olmuyor.
Deniz üstündeki bungalow odaların gecesi 700 dolar. Balkonlu, iskeleli. Kahvaltıyı odaya isterseniz kayıkla geliyor. Odamın tabanının bir kısmı cam. Aşağıya balıklara bakıyorum. Denizin rengi firuze, rengarenk balık dolu. Akşam ışığı yakınca altım balık doluyor.
Mooera sarı kertenkele anlamına geliyor. Kalp şeklindeki adanın çevresi 60 kilometre. Merkezi volkanik krater, vadilerinde ise ananas ve vanilya yetiştiriliyor. Vanilya, orkide ile bir çeşit fasülye tohumunun değişik bir tür böcekle döllenmesiyle oluşuyor. O böcek adada yaşamadığından yapay olarak dölleniyor tohumlar. Vanilya fasulye gibi sırığa sarılarak büyüyor, dibine Hindistan cevizi kabukları koyuyorlar ki toprak hep nemli kalsın.
İNCİ BOLLUĞU
Adanın merkezindeki Belvedere noktasının bir tarafından Rotui Dağı, diğerinden Opunohu ve Cook’s koylarının manzarası süper. İlki 1984’de Mel Gibson ve Anthony Hopkins’in oynadığı the Bounty filminin çevrildiği yer, ikincisi kaşif James Cook’un adaya ayak bastığı nokta. En güzel kumsal Temae. Afareaitu Şelalesi’ne sadece ciple ulaşılıyor. Buraların dalış cenneti olduğunu söylememe gerek var mı?
Adada adım başı inci dükkanı var. İlk inciyi Çinliler keşfetmiş ama Kokichi Mikimoto mükemmel yuvarlak inciyi yaratıp hemen patentlemiş. 1965’de Mikimoto tekniği Polonezyaya getirilmiş ama ‘Poe Rava’, yani siyah inci burada doğmuş. İstiridyenin inciyi yapması iki sene sürüyormuş. İnci olduktan sonra ameliyatla inciyi çıkarıyorlarmış.
Geleneksel Polonezya kültürünü sergileyen Tiki köyünde, kulübelerin çatıları yaprak kaplı. Dövme sanatçıları, çiçekden taç yapanları, deniz kabuklarından kolye yapanları, Hindistan cevizi yapraklarından sepet örenleri iş başında görüp, yerel kayık pirogue’ye binip siyah inci çiftliğine gidebiliyorsunuz.
SEKSİ DANSÇILAR
Banyan ya da dut ağacının kabuğundan üretilen, tapa denen kumaşın yapımı bir sanat. Önce sivriltilmiş çubukla ağacın kabuğu soyuluyor. Yumuşaması için suya sokuluyor. Sert dış kabuğu atıldıktan sonra geriye kalan yumuşak iç kısım düz bir taşa seriliyor. Bağdaş kuran yerli, kare şeklinde demir tokaçla kabuğu saatlerce dövüyor. Bu işlemde kabuk incelip esniyor. Kurutup, dekoratif desenler çizip pareo gibi sarıp kullanıyor.
Hawaii danslarının çıkış yeri bu adalar. Akşam kum zeminli tiyatroda sazdan etekleriyle adalı kızlar dans ediyor. Hindistan cevizi kabuğundan yapılmış sutyenleri ve denizkabuğu kolyeleriyle seksi seksi salınıyorlar. Tabii hepsinin boynunda bir de çiçekten yapılma kolye var. Erkekler ellerindeki meşaleleri çevirerek cesaret gösterisi yapıyor. Dansta ateşi el ve ayaklarına değdiriyorlar. Birinin saçı alev alıyor ama pek umursamıyor. Toplam 60 dansçı gösteri yapıyor burada.
Dustin Hofman ve Lorenza Lamas bu adada evlenmiş. Erkeklere düğünden önce yalancı dövme yapılıyor, kadınlara çiçek sularıyla masaj. Gelinle damat çiçekten bir tahta oturup ‘pirogue’ kayıklarının üstünde düğünün yer alacağı tapınağa getiriliyor. Bu arada vahines (kadınlar) himene (şarkı) söyleyerek gelinle damadı karşılıyor. Düğünden sonra gelinle damat denizin ortasındaki bir motuya (mercan adacığı) bırakılıyor. Her şeyin ayrı bir fiyatı var tabii ki...
Doğası sürpriz dolu
Deniz inanılmaz renklere sahip. Sanki oraya buraya boya dökülmüş, suya karışmadan kalmış. Bir parça açık mavi, biraz da koyu mavi, lacivert. Mini minnacık adacıklar. Sanki güzellikler sepetinden dökülüvermiş. Adalar Hindistan cevizi ağaçlarıyla kaplı. Tepelerinde bulutlar...
Balıkçılar ‘out’ adlı zehirli meyvayı denize koyuyor, yiyen balıklar derin bir uykuya dalıyor, onlarda kolayca topluyor. Bu meyvenin, tohum içinden çıkmış tüy gibi bir çiçeği var. Sanki ‘Moulin Rouge’ kızlarından biri, ötrişini buraya düşürmüş. Çiçek sabah sarı, akşam portakal, yere düşünce ise kırmızı renk alıyor.
Mercan canlı hayvanlar kolonisi olduğundan, insan vücudunda oluşturacağı kesikler enfeksiyona yol açıyormuş. Çünkü bu hayvanlar deri altında büyümeye devam ediyormuş. Yerliler bu kesiklere lime suyu sürüyormuş ki asit hayvanları öldürsün. Yengeçler ortama uyup ağaçta, bahçede yaşar olmuş. Yerdeki delikler yuvaları. Sabah köpekleri lagünde balık avlıyor.
Büyük erkek çocuk kız gibi büyütülüyor
Çocuğu, arsası olana hükümet bedava ev yapıyor. Adada sanayi yatırımının olmadığını, Avrupalıların buralara ilk ayak bastığı dönemde adalı kızların çivi karşılığında gemicilerle birlikte olduğunu düşünürseniz, bedava ev inşaatı hiç de kötü bir yardım sayılmaz.
Evlerin kimisi direkler üstünde. Hava akımıyla serinlesin diye. Kiminin tavanı ottan. Otlar önce tuzlu suda bekletilirmiş ki böcek yemesin. Evler küçük, tek katlı, kimisinin kapısı yok, yerine perde asılı. Ama garajlar Land Rover marka cip dolu. Her evin bir ekmek kutusu var, dağıtım kamyonla yapılıyor.
Yollarda selfservis tezgahlar var. Ananası alıp parayı sepete bırakıyorsun. “Para bırakmazsan yediğin meyva karnını ağrıtır,” diye yazmışlar. Adada gelir vergisi yok. Devletin geliri gümrükten.
Toplu taşıma ‘le truck’ denen rengarenk kamyondan bozma otobüslerle yapılıyor. Penceresi var camı yok. Okul servisi gemiyle.
Halk ölümün hatadan kaynaklandığına inanıyor. Duruma ağlaması için bir ağıtçı tutuyorlar. Bu profesyonel, köpek balığı dişiyle yüzünü yırta yırta ağlıyor. Adalılar hayaletlerin yaşadığına inanıp dağa ev yapmıyor. Zorunlu kalırsa sürekli ateş yakıyor. Dağ evleri Fransız yetkililerin.
Erkeklerin vücudunun bir tarafı tümüyle dövme kaplı. Geçmişte köpek balığı dişiyle yapılır, aile kaydı o dövmelerde tutulurmuş. Pareo da bu adalarda doğmuş. Kadın, erkek pareo kullanıyor. Halk sokakta öpüşüp koklaşmayı, elele yürümeyi ayıp sayıyor ama travestiler toplum tarafında kabul görüyor. Çoğu ailede en büyük erkek çocuk, kız gibi büyütülüyor.
(10 Haziran 2013’te yayımlanmıştır)
ÖDÜLLÜ YAZILAR-2
KİMDİR?
Şenay Lüle (54), üç eseri ABD’de Güney Nevada Güzelsanatlar Müzesi’nde daimi sergiye kabul edilmiş bir ressam. Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği üyesi. “Adalar Ülkesinden Sahra Çölü’ne” adlı bir gezi kitabı bulunuyor. Lüle, Jolly’den iki kişilik altı gece konaklamalı Madrid-Barselona turu kazandı.
Timbuktu’da güneşe yolculuk
Henüz kitle turizmine açılmamış; uygarlığın, çölün, bozkırın, gizemin, efsanelerin, gerçeklerin ve yoksulluğun karışımından oluşmuş bir kokteyl Mali. Ağızda kekremsi tat bırakan güzel ve sert içki!
Şenay Lüle
Gökyüzünde akyıldız göründüğünde düzenledikleri törenlerle yaşamlarını biçimlendiren “Uzaylı Dogonlar”ın toprakları... Nijer Nehri’yle hayat bulan Batı Afrika ülkesi. Güleryüzlü, kanaatkar, sanatçı ruhlu insanların yurdu. Mali...
VEFALI TORUNLAR
Bu coğrafyadaki her şehir, her köy, her parça toprak bana farklı duygular yaşatsa da Timbuktu’nun yeri ayrıdır yüreğimde. Ne zaman anımsasam kendimi bir masalın içinde bulur; krallarla, kaşiflerlerle, seyyahlarla, Tuaregler’le sohbet eder, çöl sıcağında terler, geceleri üşür, toz ve kum taşıyan harmattan rüzgarlarıyla oradan oraya savrulurum. Gündüz kerpiç evlerin gölgelediği kumdan sokaklarda dolaşırken, gece ölgün lambaların altında uzayıp giden gölgem bana eşlik eder, bu sonsuzluk duygusu veren şehirde yalnızlıktan kurtulurum. Öğrencilerin, tahtadan yapılmış tabletlere yazdıkları ayetlerin mistik etkisiyle büyülenir, 14’üncü yüzyıldan bu yana sakladıkları aile yadigarı çok değerli el yazmalarını koruyan ve sahip oldukları değerlerin farkında olan bu insanlara saygı duyarım.
BUKTU’NUN KUYUSU UNESCO DÜNYA MİRASI
Kendi içsel yolculuğumu bir kenara bırakıp, şehrin tarihinden ve öyküsünden bahsetmem gerekirse; Timbuktu, tuz, altın, fildişi, köle ticaretinin yapıldığı yıllarda stratejik konumundan dolayı mevsimlik bir yerleşimmiş. Yüzyıllar öncesinde ağzı köpüklü develerin kervanlar halinde güneyin altınlarını kuzeye, kuzeyin tuz kalıplarını güneye taşırken “Buktu” adlı kadın çölde bulduğu bir su kaynağını kuyuya dönüştürmüş. Böylece “Buktu’nun kuyusu” anlamına gelen Timbuktu şehrinin temelleri de bu kuyunun etrafında atılmış.
18’inci yüzyılda yaşayan Avrupalı kaşifler ulaşılması çok zor olan bu şehre “Dünyanın sonu” demiş. Bilinmeyene yolculuk esnasında birkaç seyyah canları pahasına Timbuktu’ya ulaşabilmiş, bazıları için bir hayal, bir efsane olarak kalmış. 14’üncü yüzyılda zenginliğin doruklarına ulaşmış Mali İmparatorluğu’nun bu önemli şehri. Afrika tarihinin en büyük adamı unvanını alan becerikli, güçlü ve cesaretli Mansa Musa tarafından 1312-1337 yılları arasında yönetilmiş. Musa, Timbuktu’ya İslam dinini yaymak için görkemli camiler, medreseler ve üniversiteler inşa etmiş. Şehir şair, bilimadamları ve sanatçıların toplanma yeri haline gelmiş. Bu gün UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne kayıtlı olan şehir, 1591’de Fas’ın işgaliyle de eski önemini kaybetmiş.
2 TON ALTIN DAĞITTI
Timbuktu’da konaklacağım Azalai Hotel’e yerleştikten sonra şehrin tozlu sokaklarında buldum kendimi. Şehir, ocak ayının ikinci haftasında kutlanan çöl festivalinde “takamba” dansı ve Batı Afrika ritmiyle canlansa da mutlak sessizlik hakimdi heryere. Yüzyıllardır kölelerle altın, tuz, fildişi, kola nuts ve incik boncuk taşıyan kervanlar yoktu ortalıkta. Şehrin sahipleri, Tuaregler sadece mart ve ekim arasında 800 kilometre batıdaki tuz ocaklarından kamyonlarla getirdikleri, kırıldıklarında değerini yitiren tuz kalıplarını Mopti’ye götürüyorlardı. Yılın diğer aylarında ise yaşlı develeriyle, kente binbir zorlukla ulaşan gezginlere turlar düzenliyor, kendi kimliklerinin bir parçası olan takıları satıyorlardı. Yüzyıllar öncesinin gerçekliği yerini başka gerçekliklere bırakmıştı. Gördüklerim öğrendiklerimle çakışıyor, Mansa Musa’nın Timbuktu’su ile şimdiki Timbuktu arasında benzerlikler arıyordum. Herşey değişmişti. Kervan yollarını örten rüzgar zamanla her şeyi parçalamış, un ufak etmişti. Zaten çölde hiçbir şey statik değildi ki. Bir gün önce geçtiğimiz yol ertesi günü kayboluyordu. Her geçen gün çöl tarafından yutulan şehrin renkleri değişiyor, ağacın yeşili göğün mavisi azalıyor, herşey bozbulanık sarımsı bir hal alıyordu. Değişmeyense o zamandan kalan İslam El Yazmaları, Sankore Kuran Üniversitesi ve şimdi her biri müze haline dönüşmüş kaşiflerin evleriydi.
1324’te 60 bin kişilik maiyetiyle 80 devenin taşıdığı iki tondan fazla altını, Kahire’deki yoksullara dağıtan Mansa Musa, Hac ziyaretinden sonra İslam dinini yaygınlaştırmak için cami, kütüphane ve medreseler yaptırmıştı. İlk kez çamur pişmiş tuğlayla inşaat malzemesi olarak kullanılırken, 2 bin kişinin namaz kılacağı büyüklükteki Merkez Camii ve diğerleri yapılmıştı. Bu cevherlerin her yıl halkın onarımıyla günümüze kadar gelebildiğini ise şaşırarak öğreniyordum.
BERBERİ MARIEN’İN KADIN HAKKI KİTABI
Hemen hepsi aile yadigarı kabul edilen ve birçok konuya değinen el yazmaları ise, sömürge döneminde kuma saklanarak gizlenmiş ve bozulmadan korunabilmişti. Hemen hemen her aile satışı mümkün olmayan kendi el yazmalarını arşivlediği ve restorasyon çalışmalarını yürüttüğü özel kütüphanelere sahipti. “Kütüphaneler şehri” olarak nitelendirdiğim Timbutku’da, tüm el yazmalarını kurtarmak adına, devlet desteği ve dış yardımlarla uzman kişiler tarafından yürütülen hummalı bir çalışma vardı. İşte bu kutsal mücadele, her geçen gün çöl tarafından yutulan bu şehri benzersiz kılmaya yetiyordu.
O özel kütüphanelerden biri bizlere kapılarını açmıştı. Geçmişi geleceğe taşıyan miraslarını gururla göstermişlerdi. İşte; eski bir kerpiç binada içiçe geçmiş iki birimden oluşan küçük hazine odaları... O odalar ki; sadece bir kilitle korunup, kapısının önünde çocukların lastik çevirirken, kadınların sohbet ettiği, duvarları örümcek ağıyla kaplı, tozlu raflarında böylesi mücevherler saklıyordu.
Yüzlerce el yazmasının arasından en önemli birkaç eser hakkında bilgi vermişti kütüphane memuru. Bunlar, Muhammed Bin Şerif tarafından İslam’ın beş şartını anlatan altın varaklı el yazmasıyla, Marien Valet adlı Berberi kadının “kadın hakları”nı savunan kitabıydı. Kadının ölümüyle yarım kalan eseri kocası tamamlanmıştı. Kütüphaneden ayrılırken, hayalimde canlandırdığım Timbuktu ile gördüğümü karşılaştırdım. Hayallerimi süsleyen; Mansa Musa’nın o altın şehri yüzyıllar öncesinin efsanesiydi. Bu gün ise; çölün ortasında, sınırlı imkanlarla geçmişine sahip çıkan ve onu yaşatmak için çabalayan bu insanlar başka bir efsanenin kahramanlarıydı.
Onu keşfettikten sonra, “Benim Şehirlerim” diye adlandırdığım şehirler listeme bir yer daha ekledim: Timbuktu!
Daracık sokaklarda gizli tabelalar
Kimler gelmiş, kimler geçmişti bu şehirden. 1375’ten bu yana haritaları çizilmiş, mesafeler hesaplanmaya çalışılmıştı. Bir haritada Mansa Musa elinde külçe altınla resmedilmişti. Bu şehir hakkında yazılanlar, çizilenler ve anlatılanlar yüzyıllardır bir çok kaşifin kanına girmiş, onları kendisine çekmişti. Kimi altının ışıltısını hayal etmiş, kimi yolların çağrısına yenik düşmüştü. Dağları, denizleri, çölleri kat edenler, ona ulaşanlar ve ulaşamayanlar... Ulaşanların anıları ise, Timbutku’nun kumla kaplı daracık sokaklarına gizlenmiş iki katlı kerpiç evlerde saklıydı. Kapıların üzerindeki tabelalarda ise tarihler ve isimler: İbn-i Batutta - 1353. Bir diğerinde ise; Renne Ceille - 1799. Daha sonraki evin kapısında; Alexsandr Gordon Laix - 1826. İki sokak ötede: Heinrich Barth - 1853.
Ama tozlu ve kumlu tabelalar sadece isim ve tarihten ibaretti. Bilinenler, yitip giden altınlardı, tarihe mal olmuş belgelerdi, keşfedilen kıtalar, aşılan denizler, sıcak çöllerdi... Bilinmeyenler ise duvarlara sinmiş, köşelere gizlenmiş; merak, heyecan, tutku, hayal, korku, sevgi ve aşktı...
ÖDÜLLÜ YAZILAR-3
KİMDİR
Melih Uslu (37), Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Çocukluğunda ailesinin karayoluyla Almanya’dan Türkiye’ye yaptığı tatil yolculukları seyahat servüveninin başlangıcıydı. Bugüne kadar 32 ülke gezdi. 20’ye yakın dergiye, gazeteye seyahat yazıları yazdı, editörlük yaptı. “Nereye Gitmeli” adlı bir kitabı bulunuyor. Uslu, Jolly’den iki kişilik altı gece konaklamalı Madrid-Barselona turu kazandı.
Ege’nin yaşlanmayan balıkçısı
Sığacık, “Sakin Şehir” Seferihisar’ın tarihi iskelesi. Küçük bir limana açılan daracık sokakları, mandalina bahçeleri ve kaleiçi evleriyle çocukluğumuzda kalmış balıkçı köyü gibi...
Melih Uslu
Bir adım ötesinde Çeşme, Alaçatı ve Foça dururken neden gidilir Sığacık’a? Sığacıklı balıkçıların yanıtı net: “Buraların havası, balığı başka yerdekine benzemez.” Gerçekten de öyle... İzmir’e yaklaşık bir saat uzaklıkta küçük bir balıkçı köyü olan Sığacık, her şeyi geride bırakıp doğanın seslerini dinlemek için ideal. Sığacık, yaz aylarında konuklarını renk renk balıkçı kayıkları, denizden yeni çıkmış ağların kokusu, asırlık zeytin ağaçları ve meraklı kedileriyle karşılıyor. Taş döşeli sokak araları ise hemen her zaman dingin. Oysa denize yazgılı tüm balıkçı köyleri gibi her an yüzünü değiştirmeye meyilli bir deniz kızı gibidir o. Çünkü tarih boyunca, öfkelendiği zaman masmavi gökyüzüne kara bulutları yığan, yelleri, kasırgaları gemilerin üstüne salan denizlerin efendisi Poseidon’dan kaçan teknelerin esirgeyen limanı olmuş.
PİRİ REİS’İN LİMANI
Büyük denizci Piri Reis, Sığacık’ı İzmir’in Sivrihisar (bugünkü Seferihisar) Limanı içinde küçük bir sığlık olarak tanımlamış. Burası balıkların yumurtladığı, yavruların açık denize çıkmadan serpildiği yaşam alanı olmuş. Asırlar boyu sakinlerine bereket bahşetmiş. Üst üste dizlmiş boş balık kasaları, turuncu, kırmızı ve siyah kümeler halinde yığılmış balıkçı ağları ve rengârenk teknelerle bezeli limanı, gerçekten de renk ve ses panayırı gibi. Rıhtımın hemen açığında gümüş zerreciklerin kümelenip bir o yana bir bu yana savrulduğunu görmek zor değil. Bunlar yavru balık sürüleri. Ağlarına takılmış deniz kabuklarını temizleyen balıkçı sesleniyor uzaktan: “Gümüş gibi ışıldayan o mavi sürüler hamsi yavrusu.” Denizin bereketi henüz tükenmemiş buralarda. Şafak sökerken ava giden balıkçılar limana öğleden önce dönüyor. Eli boş gelen yok: çipura, barbun, mercan, fangri, levrek, karagöz.... Ağla avlanan küçük balıkçı dertli. Beş sene öncesine kadar kasayla tuttukları balığın, şimdi kiloyla çıkmasından yakınıyorlar. Nedeni yanlış avlanma. Oysa sualtı biyolojik çeşitliliği çok zengin. Örneğin, kuzeydeki Karaburun Yarımadası, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz fokunun dünyadaki son sığınakları arasında.
SANATÇILAR ŞEHRİ
İzmir’in arka bahçesi Sığacık, Ege’nin tarihi ve doğal dokusunu korumak için direnen son kalelerden. Helenistik dönemde sanatçıların, şairlerin ve filozofların şehriydi. Şimdi günübirlik ziyaretçilerin ve yatçıların gözdesi. Yazın yolunuz düşerse, sokak aralarına yayılan neşeli davul - zurna sesleriyle karşılaşmanız sürpriz olmayacak. Gelinlere ya da sünnet çocuklarına yakmak için hazırlanan kına, bir zamanlar evin bereketi artsın diye denizde yıkanıyormuş. Köyde ağızdan ağıza yayılan bir de efsane var: Gece fırtınaya kapılan denizciler, limandaki türbede parlak ışık görmüşler. Rotalarını ışığa çevirince sağ salim Sığacık Limanı’na ulaşmışlar. Kaptan ölünce buraya gömülmeyi ve ışığın anısına bir türbe yapılmasını vasiyet etmiş. O günden beri Sığacık Limanı gemiciler için güvenli bir sığınak. Türbenin yanından tepeye çıkan yol Teos Antik Kenti’ne uzanıyor. İki kilometrelik yolun üzerinde, sakin kumsallara açılan bir sapak bulunuyor. Ören yeri güzergahı üzerindeki zeytin ve çam ağaçları arasına dağılmış piknik alanları bulmak zor değil.
DENİZ BANYOSU
MÖ 2’nci yüzyılda inşa edilen Dionysos Tapınağı’nın hemen batısında, Helenistik dönemden kalma kent surlarının bir bölümü hâlâ ayakta. Teos Antik Kenti’nde tiyatroya çok özel bir anlam atfedilmiş. Örneğin, İyonyalı Aktörler Birliği Teos’ta kurulmuş. Antik tiyatronun Roma devrinde genişletilen sahnesi iyi durumda, Oturma alanları tahrip olmuş. Taş basamaklı amfi tiyatro, Sığacık Limanı’ndan Doğanbey Burnu’na kadar uzanan tüm kıyı şeridini içine alan muhteşem bir panoramaya sahip. Harabelerin kuzey ucundaki Osmanlı Kalesi, 15’inci yüzyılda inşa edilmiş. Teos çıkışından sahile uzanan yolun ucu, yörenin bir diğer turistik cazibesi olan Ekmeksiz Plajı’na çıkıyor. Burası etrafı çam ağaçları ve kayalıklarla çevrili avuç içi kadar bir koy. Ama suyu berrak ve tertemiz. Burada turkuvaz renkli su aniden yükselip, tüm yeryüzünü kaplıyor ve denizle bir olup yüzmekten başka şans bırakmıyor sanki.
EGENİN RENKLERİ
Merkezdeki Sığacık Kalesi, Teos’un tarihi mirasını yaşatıyor. Duvarlarının bir bölümü antik kentin kalıntılarından alınmış taşlarla örülmüş. Kalenin kapıları tıpkı bir labirenti takip edercesine daracık sokaklara, sokaklar evlere, evler de gizli bahçelere açılıyor. Sığacık Camii’nin bulunduğu küçük meydanda oynayan güleç yüzlü çocukların hepsi birer oyun arkadaşı. Tünedikleri yerde sfenks heykeli gibi duran oyunbaz kedilerse, birer fotoğraf figürü gibi...
DİONYSOS’UN BAĞLARINDA
Teos’un antik kalıntıları piknik alanlarıyla içe içe. Çamların ve gövdeleri boğum boğum zeytin ağaçlarının boy verdiği bu topraklar, antik çağda üzüm bağlarıyla bereketlenirmiş. Halk yarım asır öncesine kadar Ege’nin en güzel bağlarının Sığacık’ta olduğunu anlatıyor. Genç kuşak şehirlere göçünce, bağcılık altın günlerini özler olmuş. Şimdi ise Seferihisar’dan Sığacık’a uzanan yolun her iki yanı mandalina bahçeleriyle çevrili. Yunan mitolojisine göre Teos, medeniyetin destekçisi ve barış aşığı olan Dionysos’un memleketi. İşte Sığacık da Teos’un antik kalıntıları üzerine inşa edilmiş zaten. Bir yarımadanın ana karayla birleştiği alanda, kıyıya kurulan Teos, zenginliğini deniz ticaretine ve bağlarına borçluymuş. Hem tanrı hem de insan olarak bilinen Dionysos, keşfettiği şarabı hem kendi içmiş hem de peri kızlarına içirmiş. Sonra da insana... Antik çağın en büyük mabetlerinden Dionysos Tapınağı’ndan geriye sadece temelleri kalmış.
ÖDÜLLÜ YAZILAR-4
KİMDİR
İstanbullu mimar Özlem Ögüt (40), Girne Amerikan Üniversitesi mezunu. Tiyatro kitapları yayımlayan Mitos-Boyut’ta editör olarak çalışıyor. 12 yıldır Avrupa odaklı geziyor, izlenimlerini blog’unda yazıyor. Öğüt, Jolly’den iki kişilik yedi gece konaklamalı Benelüx turu kazandı.
Çıtır oğlanın peşinde Havana
Bir şehri en iyi keşfetmenin yolu yürümek, hatta kaybolmaktır! Havana’daki üçüncü günümüzde kahvaltıdan sonra annem, teyzem ve annemin arkadaşını alıp, “haydi şehri keşfe” diyorum...
Özlem ÖĞÜT
Küba’ya gelip de sembol olmuş Che beresi alınmaz mı? İlk gün aldığım yeşil Che beresini başımdan hiç çıkarmadığım için otelden adım attığımızın 10’uncu dakikasında zenci, çıtır bir oğlan başparmağını kaldırıp “ok” işareti yapıyor. “Che” diyor...
“Siii” diyorum... Ve yolumuza devam ediyoruz. Oğlan bizimle aynı yöne doğru yürüyor. Trafik ışıklarında durduğumuzda muhabbet başlıyor... Ama ne muhabbet! Annem ve annemin arkadaşı çocuğu serseme çeviriyor!
Çocuk samba sever misiniz, der demez benim grup başlıyor şarkı söylemeye! Tanrım bu kadınları zapt etmem çok zor! Allah’tan Küba’da saldırı olayları yok! Yoksa bu dansçı orta yaş fıstıklarını nasıl korurdum!
Samba festivali olduğunu söylüyor oğlan. Nerde, diye soruyoruz. “Yakında” diyor, “sizi götürürüm isterseniz...” Biz eski Havana’ya gideceğiz ama diyoruz... Yakın, diyor... E peki oluyoruz, takılıyoruz peşine...
Oğlan bizi ara sokaklara sokuyor. Otelimizin taksi ofisinde çalışıyormuş. Hııım oluyoruz... Serseri değil yani...
HANGİ BİRİNİN FOTOĞRAFINI ÇEKSEM
Öyle sokaklara sokuyor ki bizi, neyin fotoğrafını çekeceğimi şaşırıyorum. Gerçek yaşamın içine giriyoruz... Camsız pencereler, bakımsız, fakirlik akan evler... Balkonlardan, pencerelerden sarkan çamaşırlar... Don, sutyenler ulu orta asılmış... Tanrım ne kadar büyük bir don o öyleee! Çek, çek fotoğrafını... Çektim çektim... Aaaa!
Devrimden sonra evler halka verilmiş. Yeterli ev olmadığından evler bölünmüş. Yüksek tavanlı evlerin birçoğunda sonradan yapılmış asma katlar. Mimari ve mühendislik şaheserleri!
İnsanlar kapıların önünde, sokaklarda top oynayan çocuklar... Kimsenin bizi tınladığı yok... Bir sokağa geliyoruz, birden yanımızda esmer bir fıstık beliriyor. Nişanlım, diyor oğlan. Kız sülün gibi, poposu nefiiis... Ellerinde mor renkli protez tırnaklar... Tüm kadınlar illa en uzunundan, renklisinden takıyor. Ne zevktir, kültürdür çözemedim... Nişanlıyı da gruba dâhil edip dolanmaya devam ediyoruz... Oğlan bizi bir binaya sokuyor… Pazar yeri... Tanrım papayalar... Hım, hım yediğim en lezzetli tropik meyve! Yıllarca Body Shop’tan vücut ürünlerini alıp kullandığım meyveyi yemek çok farklı bir deneyim.
Kasap dükkanı yok Küba’da. Üstü kapalı pazarda sebze, meyve, et beraberce satılıyor. Her şey eski usul. Pazarın arka kapısından şöyle bir kafamı uzatıyorum, o neee? Adam arkada tavuk kesiyor! Tazelik budur işte!
PUROCU SOKAĞINDAN SANAT FIŞKIRIYOR
Pazardan çıkıyoruz. Bizi başka bir dükkâna sokuyor; İçerdeki kadına bir şey söylüyor, kadın çantasından bir defter çıkarıyor; Karne! Sanki İspanyolca bilirmişiz gibi inceliyoruz! Ürünlerin yanında tarihler yazıyor... Defter olmadan alışveriş yok demek ki.
Pirinci, şekeri ordan alıyorlarmış. Nasıl köhne bir yer... Fidel çok güzel bir sistem kurmuş, kurmasına da şartlar çok kötü. Her çocuğun sütünü devlet veriliyormuş. Belirli dönemlerde etin, pirincin, ihtiyacın neyse devlet tarafından sağlanıyor. Güzel de keşke modern bir marketten dağıtılsa. Ambargo koşullarında hijyen, konfor bu kadar! İnsanın yüreği cız ediyor... Ancak açlık yok. Büyük başarı. “N’apalım konforsuz olsun, karnımız doyuyor ya” diyorlar...
Yeniden sokaklara yöneliyoruz...
Bir sokağa giriyoruz, sanat fışkırıyor her yerden! Duvarlarda resim, heykeller... Küvetler koltuk, insan olmuş. Sonradan öğreniyorum ki Malecon’un arkasında, eski puro işçilerinin yaşadığı Cayo Hueso semtindeyiz.
Hayatımda gördüğüm en güzel sokak sanatı örnekleri! Burası başka bir dünya... Alis Harikalar Diyarında! Neyi çekeyim, neyi elleyim? Calle jon Hamel diyorlar buraya. Salvador Gonzalez Afro-Küba kültürünü korumaya adamış bir sanatçıymış. Cennet yaratmış adam! Bu küçücük adada sanata verilen değere, üretilenlere şaşıp kalıyorsunuz!
“İyi ki peşine takılmışız” derken oğlan “cigar” diyor. Yok aldık biz... Amma velâkin anlaşamıyoruz. Bizi bir sokağa sokuyor, sarı tişörtlü tombik Kübalı bizi karşılıyor... Kız ve bu adamla buluşmayı nasıl ayarladı hayret. Cep telefonu yok, haber göndermedi.
EROTİK, KOMİK PURO TESTİ
Adam evini gösteriyor. Ne olduğunu anlayamadan giriyoruz. Maceracı ruhlu 4 kadın! Merdivenden çıkarken kapı kapanıyor. “Hıh” diyorum anneme, “sempatikliğin yüzünden böbrek mafyasının eline düştük!” Gülerken kapının nasıl açılabileceğini de merak ediyoruz. Kız bizi anlamış gibi duvarın kenarındaki ipi gösteriyor... Çekince açıldığını gösteriyor. Böbrek mafyasından kaçmanın yolunu bulduk... Adamın evi çok sade. Oturma odasında 2 koltuk, divan. TV başköşede. Beyzbolu çok severmiş. Duvarlarda Che ve Fidel’in fotoğrafları, orta sehpada gelme nedenimiz purolar. İlk kez bir Kübalının evini görüyoruz, sevinçliyiz. Adam anlatmaya başlıyor. Süper bir kaçak puro satış deneyimi! Kamerayı açıp belgesel çekmeye başlıyorum!
Fabrika müdürlerinin kaçak puro satmasına hükümet göz yumuyor. Tombik satıcımız da müdür. “Fabrikada 150 cuc’a satılan 25’lik kutu bende 70 cuc” diyor. İşçinin günde 60 puro üretmesi gerekiyormuş. Üstü işçiye kalıyormuş. Müdür ayaküstü puronun iyisini seçme eğitimine başlıyor. Elindeki puroyu kulağımıza dayayıp eziyor. Hımm. Katır-kutur ses yok, tamam... Önce sese bakacağız... Sonra elimize koyuyor tartıyoruz... Son aşama komik ve müstehcen. Avucumuza koyup sıktırdığı puronun ucunu ağzına alıp üflüyor. Dış yaprak hareket ettikçe avucumuz gıdıklanıyor. İyi puronun yaprakları oynamalıymış…
Fidel, Cohiba içermiş; Che ise Montecristo... Bunu da öğreniyoruz... Ancak almaya niyetimiz yok! Adam 60’a inse de. Süper deneyim için teşekkür edip çıkıyoruz.
Rehber sevgililer komisyonu kaybetti. “Biz ayrılalım artık” diyorlar... Gitmeden bahşiş istiyorlar, veriyoruz.
Havana sokaklarında size yardımcı olmak isteyenlerden korkmayın. Küba’da turistlere saldırı, hırsızlık yok. Birkaç cuc’a, halkın rehberliğinde gezi kitaplarının yazmadığı yerleri görebilirsiniz. Korkusuzca gezin ve kendi eğlenceli hikâyenizi yaşayın.
ÖDÜLLÜ YAZILAR-5
KİMDİR?
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sema İşisağ Üçüncü (58), tarih ve doğa odaklı bir gezgin. Öykücü ve oyun yazarı. İnceleme, makale, öykü, oyun dalında 16 ödülün sahibi. Üçüncü, iki kişi yedi gece konaklamalı Orta Avrupa turu kazandı.
Arafya'ya gidelim
Sevgili, sana megapikseller ve kıs amesajlar yollamak işin kolayına kaçmak olurdu, ben eski usül yazacağım. Çünkü tam 20 yıl sonra, 25 yaşımızın peşinde koştum dün. Nemrut'a çıktım.
Sema İşisağ Üçüncü
Gençliğimize daha da geç kalmak olmazdı, kongrenin sonunda Antakya’dan, gece yarılanmadan yola düştük kalabalıkla. Galiba bir tek ben düşündüm Geç Kalmış Ölü’yü(*), Issızlığın Ortası’nda.(**)
Sevgili, Adıyaman’da, adı yok bir meydanda minibüslere geçtik, battaniyeler yüklendi ve yürüyüş ayakkabıları unutulmasa da, kimse söylemedi kulakların çok üşüyebileceğini. Çıkınca gördüm. Üşümek, binlerce yıl her mevsimin şafağında üşümek, taşı şahrem şahrem çatlatırmış ve en çok en yukarıdakiler, birbirlerinden başka kimsesi olmayanlar, göğe yakınlar üşürmüş, dün gördüm.
Kâhta’dan kıvrılıp büküldük yukarıya ve ıssızlığa, toprak damlı evler, birkaç çatı, sağda solda motellerin ışıkları, bazıları geceye inat masmavi havuzlu, yol dar, ustalık ister belli, bir de oraların adamı olmak. Oraların adamları, sevgili, yani dağları, ırmakları ve yolları bilenler, sonra çiçekleri ve azalan ağaçları, iki ayrı koldan sahiplenmişler Nemrut’u. Doğuya ve batıya bizim gibi Adıyaman-Kâhta’dan veya Malatya-Pötürge’den çıkabilirsin ama eski uygarlıkların birleştiği yere çıkan iki yolun birleşmediğini bil!
AKAN ZAMAN DONDURUR
Sevgili, yol, sonsuzluğa giden bütün yollar gibi kısa. Yığma taştan, küçük ve kuytu bir mola yerinde indik araçtan. Kafeterya-kahvehane, arada! Dağınık. Kalabalık. Çay. Kilim. Heybe. Halı. Boncuk. Pil. Yani, “turistik”! Ne tuhaf ve güzel bir tanımdır bu, özgün olmaya özenmek ve becerememek için! “Dünyanın öbür ucu” gibi tuhaf bir tanım. Dünyanın öbür ucu, sevgili, nereye gitsen diğer taraf! Burada öbür uçtan gelenler çoğunlukta. Biliyorsun, bizde gezmek daha çok Ege ve Akdeniz, heykele uzağız, ıssızlığı sevmeyiz. Üstelik burası Nemrut, adı kötü, namı kötü!
Çıkıyoruz. Önde rehber, elde fener. Arada katırlar. Sopalar. Tanrılar ve krallar için katırlar ve sopalar. Patika, ıssızlığa 15 dakika. Yok, yükselirken üşümüyorsun sevgili, yorulmuyorsun, krallık beklerken olmaz! Üşümek daha sonra, kral ve yalnız olduğunda. Olacak başka bir şey kalmadığında artık, sadece tanrılar ve sen varsan sevgili, zamanın doğu ve batı nöbetleri hep sendeyse, heykelleşirsin, çünkü akan zaman dondurur.
Tepedeyiz. Simsiyah. Kapkara. Eylül başında hava, bildiğin sert aba, kadim çobanların giydiğinden. Ölümlüler sadece siluet. Telefon ve fenerlerin sahte aydınlığı. Tripodların uzun üçgenleri. Ama en çok, uğultu. Rüzgâr. Bin yıllık görevinin başında doğa, dokunup aşındırmak, dondurup kırmak, ısıtıp parçalamak, yağıp yıkayıp dağıtmak, zamanı ufalamak peşinde. Dönüştürüp tüketmemek peşinde, kalıcı olanın sadece kendisi olduğunu biliyor. Kommagene kralları gibi değil. Pers ve Helen ülkesini, İran’ı ve Balkan’ı, Kilikya ve Roma’yı bilmez doğa, hiç acelesiz atar imzasını. Biz, geçiciler, koşarken umarsızca iz bırakmak isteriz. Bazen fotoğraflar, bazen küçücük bir seyahat mektubu, bazen inanılmaz anıtlar, herkes kendine göre.
Önümüz, doğu. Dört yanımız alacalı, tunç saplı, obsidyen uçlu bir mızrak gibi soğuk. Başıma kadar çektiğim battaniyeyi deliyor mızrak, kulaklarım sızlıyor. Bedel ödüyorsun doğanın şaşmaz zamanına; bazen nöbet tutarak, bazen donarak, herkes kendine göre.
Taşlar, sevgili, küçük ve neredeyse hepsi aynı boyda… Kommagene Kralı I. Antiochos Epiphanes’in, ikibin şu kadar yıldır taş yorganların, derinliğinde soğuktan korunduğu tümülüs, önünde teras. Bekliyoruz ve gün, usul usul yükseliyor uzaktan. Ebruli bir lacivert dalgalanıp erguvana, turkuvaza dönüyor ve insanlar sevgili, artık her şeyi bir objektifin ardından seyredip herkese göstermeyi seviyorlar. Oysa böylesi anlarla araya mercekler girmemeli. Veya ben orta yaşlıyım artık, anlayamıyorum bu teknoloji merakını, kim bilir!
KRAL, TANRI OLMAK
Ah, ortada kalmak, sevgili, ne genç, ne yaşlı olmak. Arada kalmak. Muktedir ama zavallı bir ölümlüyken; mutlak hükümran ve mağrur bir ölümsüzlüğe öykünmek. Azıcık kral, azıcık tanrı olmak… Ya da anadan Makedonyalı, babadan Pers olmak. Aynı anda eski Yunan ve kadim Doğu uygarlığıyla yaşamak. Hem oradan, hem buradan. Hem hepsi olmak, hem ayrışmak. Belki de bu toprakların kaderi hep aynı, hatta adı bir zamanlar Kommagene de olsa, genler topluluğu da olsa…
Gökyüzü, sevgili, makamın karar notasını arayan acemi bir kanunî, telden tele geçerken bütün renklere dokunuyor. Güneş aşağıda, minicik bir dilim narçiçeği olduğunda, bizi acemiymiş gibi yapıp kandırdığını anlıyorum maestronun, kreşendo! Alkış, kesinlikle gereksiz. Böyle bir anda, burada, ancak sessizlikle evrene saygı duyulabilir. Alkış bitince soluğum kesiliyor, nefesin bile sesi çıkmamalı bu anda.
Sevgili, ateş ve alev, birkaç bulut aşağıda. Soğuk ve rüzgâr; tanrılar, bekçiler, kral ve ben yukarıdayız. Göz alabildiğine Doğu, göz alabildiğine dünyanın öbür ucu! Beni anla, ben zavallı ölümlülerdenim ve gözümün gördüğüdür gerçek, dünyanın öbür ucu görünüyor diyorum sana! Buruşturulup bırakılmış sarp dağlar, göller ve nehirler, bulutlar ve karlar. Beyazlar ve allar, yeşiller, kahverengi ve griler, buzlu maviler, ılık sarılar… Puslar ve sisler, ovalar ve çöller. Euphrates ve Tigris. Asurlular, Persler, Urartulular, Partlar… Sevgili, sert coğrafya ne demektir dün gördüm ben, geçmişe ve geleceğe sessizce baktım, yanımda olsaydın ağlardım.
Antiochos, sevgili, hep orada ve hep arada kalmış… Başını bedeninden ayırıp, dağlardan ovalara inen, alçalıp yükselen binlerce yıl, sanki umursamaz bakan gözlerinden akıp gidiyor 2200 metrede, zor! Tarih, sevgili! Zaferler ve yenilgiler, taçlar ve dikenler, başlık ve miğferler, açlık ve şölenler, kartallar ve aslanlar, akbaba ve sırtlanlar, kan ve nektar, yağma ve savunma, sadakat ve ihanet, korkaklar ve cesurlar, adanmışlık ve satılmışlık, altarlar ve kurbanlar… Zor. Yanında Zeus, Apollon, Herakles, Fortuna da olsa zor. Baştanrı, güneş, savaş tanrıları ve şans tanrıçası. Bunca ölümsüzün ortasında, Mithridates ve Laokides’in insan mı insan oğlu Antiochos… Kelleleri bir bir almış zaman ve en çok Fortuna’nınkini yıpratmış, ah, Fortuna, taş meyvelerden tacıyla bereketin Thyke’si!
EROĞLU ÇAĞIRMIŞTI
Bu topraklar, sevgili, aslında hep şanslı ve bereketli olmalıydı, hep ortada, hep arada kaldı! Ben, ortada kalmış toprakların orta yaşlı kadını, Arafya adını verdim durduğum yere ve Fortuna’dan şans diledim umarsızca, sıradan insan olarak.
Kuzeyden, tören yolundan batı terasına dolandım elbette, burada Persler bir yana, Makedonlar bir yana düşmüş, dedim ya arada kalmak zor! Doğu’da, eşitleri olarak birlikte oturduğu tanrıları, Batı’da ait oldukları yere, sonsuzluğa yolluyor sanki Antiochos, şükranla, el sıkarak. Belki de, ancak yalnız ve ıssız kalırsa onların katına çıkabileceğini anladığından. Belki de, dünyanın en eski horoskopunda çizilmiş yıldızlara, hilale, ışınlara yakın; ama tek başına kalırsa ancak, kutsanacağından.
Daha ne yazayım, sevgili! Mehmet Eroğlu yazıp çağırmıştı beni, kişisel tarihimize düştüğüm bu notu okuyan bir kişi olsun gelirse, Eroğlu’na borcum ödenir.
Sen sayılmazsın ama.
BAKLAVALARI UNUTMA
Seninle gelelim buraya, az aşağıda, Arsameia’da, Mithridates’in kutsal alanındaki kabartmaları izlemek için. Kuştepe Tümülüsünde soluklanıp kral ve bekçileri onca yukarıdayken, soylu Kommagene kadınlarının neden çok aşağıda, ovada yattıklarını konuşmak için… Samsat’ta, Septimius Severius’un 16’ncı Lejyona yaptırdığı tek kemerli, zarif Cendere Köprüsü’nün eksik sütunlarında kardeş kavgasını lanetlemek için. Sonra pamuk pamuk Harran’a kadar uzanıp, dünyanın en eski üniversitesinde iki eskimiş üniversiteli olarak Varanus griseus (***) kovalamak için.
Kebapları ve baklavaları da unutma, sevgili! Gel, aradayken daha, ortadayken, yaşlılar sınıfına geçmeden, şekerimiz, tansiyonumuz çıkmadan gidelim, seyahatler ve seyahat yazıları kutsanmış ve sanki sonsuz bir gençliği hedefliyor çoktandır, her şey gibi. Gel, Arafya’ya gidelim biz, piksel ve mesaj yok, selam olsun ortada kalanlara!
(*),(**) Mehmet Eroğlu’nun romanları, (***) Güneydoğu Anadolu’da nadir rastlanan bir kertenkele türü, çöl varanı.
ÖDÜLLÜ YAZILAR-6
KİMDİR
Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Faruk Turinay (25), kamu hukuku uzmanı. Yüksek lisansını İtalya’da tamamladı. İlk yazısı 18 yaşında Radikal Gazetesi’nde yayımlandı. Geçen yıl Evliya Çelebi Gezi Yarışması’nda ödül aldı. Turinay, Jolly’den yedi gece konaklamalı Orta Avrupa turu kazandı.
Elveda Dubrovnik
Adriyatik’in doğu kıyısında en iyi korunmuş ortaçağ şehirlerinden biri Dubrovnik. Hırvatistan’ın UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki altı tarihi yerleşimi arasında en popüleri. Türkiye’den gittikçe artan turist trafiği sayesinde gitmek kolay, dönmek zor...
Faruk Turinay
Yüzükoyun yere kapaklanmış bir kaplumbağanın ardına kaçtı güneş avucumdan. Hayvanın başı gövdesiyle yarışırcasına büyük; Adriyatik’in huzurunda iki büklüm duruyor. Girintili çıkıntılı ağaç dalları gökle yeri ayırıyor, ama belli belirsiz. Tepenin tüyleri ürperiyor poyrazdan. En yukarısı insan yapısı metal bir kule, insanların mektuplaştığı dönemin üzerinden daha çeyrek asır geçmediği halde, sanki hep oradaymışçasına, sanki onu oraya Poseidon dikmişçesine kibriyle ormanın içinden biten yolunu şaşırmış bir kıl gibi kaplumbağayı gıdıklayıp duruyor.
Sarıdan turuncuya, turuncudan pembeye geçen talih, zeytinyağı gibi yoğun, vıcık vıcık kımıldayıp duran denizin başına konuyor nihayet: Gün akşamlıdır, vebadan mustarip ömrünü tüketmiş ortaçağ kasabalarının ölümsüz eteklerinde bile!
EVLİYE ÇELEBİ’NİN GÖREMEDİĞİ MANASTIR
Kaygan, krem rengi, düzgün kesme taşlarla yapılmış, çifte su verilmiş kılıç gibi bir cadde Stradun. Aman ne tesadüf, strada yol demek Adriyatik’in masmavi gövdesinin öbür tarafında!
Tabelasız, en büyüğü iki oturma odası büyüklüğünde dükkânlar, özene bezene yaratılmış bir cins-i latifin misk kokulu ağzındaki pırıl pırıl dişlerini hatırlatacak şekilde ip gibi dizilmiş caddenin iki tarafına.
Stradun’a “Placa” da deniyor; mevki, yer anlamı kendiliğinden çağrışıyor. Kılıç sade ve düz haliyle eski şehre saplanmış; zamanın rutubetinde sertleşip küçük sokaklara dönüşmüş damarlarda tarihin pıhtılaşmış kanları duruyor hâlâ.
Aziz Vulas eprimiş âsâsıyla Pile Kapısı’sından “dobro došli” diye sesleniyor: hoş geldin! Sağda tanrılar tapınağını, Pantheanu hatırlatan yusyuvarlak Onofio Çeşmesi. Nam-ı diğer Velika Onofrijeva Fontana, bıkmadan usanmadan koynundaki suları gönüllere serpiyor, nefis bir lezzet dudakları ıslatıyor, yayılıyor kurumuş damarlarda usul usul. Çeşmenin karşısında orta büyüklükte mabet Aziz Spasa’nın, Svetog Spasa’nın ismini taşıyor haşmetle. Svetog Spasa Kilisesi ile omuz omuza kusursuz bir dikdörtgen bahçenin çevresini dolaşan Fransisken tarikatının nem kokulu manastırını şimdi müze yerine kullanılıyor. Manastırın uzun mu uzun sütunları greyfurt ağaçlarından görünmüyor neredeyse. Sarı meyve dallarına diğer yeşillikler destek veriyor. İç içe tasarlanmış avlunun orta yerinde yukarıdan zembille inen bulutların serinliği hissediliyor. Evliya Çelebi’nin veba karantinası yüzünden bekletilmekten usanıp hakkında hariçten gazel okumakta karar kıldığı şehrin içindeki Fransiska rahibi yetiştiren bu okulu görememesi ne acı!
VALİ SOKAĞA ÇIKMAZ
Az gidiyor uz gidiyor Stradun Caddesi, Orlando sütununda eriyor nihayete. İlk girişteki Onofio Çeşmesi’nin küçüğü Dubrovnik hükümet konağının ayaklarına sığınmış. Her biri mutlaka iki yıl ne bir eksik ne bir fazla görev ifa eden, rektör unvanı taşıyan valilerin kapısından dışarı adım atmadan şehri yönettikleri Rektör Sarayı (Knezev Dvor) hükümet konağıyla yan yana, fakat daha az yer kaplıyor, önlerinde Pred Dvorom Caddesi. Balkan dillerinde yönetici anlamına gelen “knez”i adında taşıyan sarayın berisinde görmeden geçilen mütevazı Aziz Vlaha Kilisesi’ni Hırvatlar “Crkva Svetog Vlaha” olarak biliyor. İngilizcede ise Saint Blaise Kilisesi ismiyle anılıyor. Knez Sarayı’nı geçer geçmez şehrin yegâne katedrali bütün ihtişamıyla kapılarını açıyor misafirlere: Büyük Noel ayini başlamak üzere. Tutuşturulan mumlar yandıkça, eridikçe günahlar eriyor, dualar ‘amen’ , ‘amen’ lerle göklerin krallığına yükseliyor. Tonozlar, sütunlar, sunaklar ak kanatlı meleklere emanet, çanlar kimin için çalıyor öyleyse?
SURLARIN DIŞINDA HAYAT VE HAYALLER
Belediye otobüsleri yolcularını kıvrıla kıvrıla yükselen yoldan kayalarla parçalanmış suların yalımlandığı, dibi görünen koyun üstlerine bırakıp kaçıyor. Korkuluklardan aşağı bakanlar üç boyutlu bir resmi görüyor... Neden sonra azalıyor göz kamaşmaları, susuyor iki ayaklıların uğultusu. Gökten düşen meteor kırıntılarının taşırdığı sular çırılçıplak bedenlerin insiyaki birleşip ayrılmaları gibi vurdukça vuruyor kıyıya. Üç boyutlu tablo sırlarını ele vermeye başlıyor böylece; kopan başlar, kollar, eller, ayaklar kanlı köpüklerle su yüzüne çıkıyor, isten mamul kara mürekkeple sevgiliye yazılmış, özlemle ıslanmış mektup kalıntıları çıkıyor gün yüzüne.
Venedik kalyonlarının, Osmanlı kadırgalarının attığı toplar tabiat kurallarını şehvetle çiğneyerek kendini gösteriyor. Bokar Kalesi’nin, Hırvatların Tvrdava Bokar dedikleri muhafızın çizmeleri yaş; hayır, sadece iyotlu sular yüzünden değil aynı zamanda harplerde bıyığı terlemeden surların dişlerinden tepetaklak aşağı yuvarlanan çocuktan askerlerin analarının gözyaşından! Akdeniz’in zeytin kokan kıyı kentlerinden bir bir ölmek üzere yola revan olan insanlara bin tane isim takılıyor; şereften başka hiçbir iyilik getirmeyen isimler bunlar, askeri tarih kitaplarından hamasî duygularla ve ne tuhaf ki yine gözyaşları içinde okunan unvanlar: yeniçeri, şövalye, azap ve cossack...
Heyhat! Hepsi yüzyıllar sonra güven ve esenlik içinde cin çağırır gibi ilham perisi çağıran gezginlerin emrine amade olabilmek için pelerinli, kalpaklı, zırhlı, silahlı, atlı, yalın kılıç, yaylı, mızraklı, revolverli vücutlarıyla hükümdarların sararmış dişlerinden ıslık gibi çıkan “hücum” emrini iştiyakla bekliyorlar. “Kalenin dibinde taş ben olaydım” diye yakınıp duruyorlar, evlatlarının arkasından “gitme” diye yalvaran tarihin bütün annelerinin umutsuz, bitkin seslenişlerine rağmen. Bokar Kalesi, çiftçilerin sabanı, sütçülerin kovası, cambazların ipi olmayı yeğlerdi ama kim, ne istediği şey olmayı başarabilmiş ki kifayetsiz muhterisler dünyasında… Sahte gülümsemeler, mutluluk sendromları… Kafka’nın kapı komşuları ziyaret etmiyor onu, yalnız yolunu şaşırmış bir çocuk çalıyor gerçeğin zilini, farkında boşu boşuna Bokar Kalesi’nin eteğinde can veren şerefli olduğu kadar zavallı askerlerin varoluşunun. Korkuluklardan bakanlar hâlâ üç boyutlu bir resim görüyorlar; paramparça aşklar, köpekler, hayatlar…
Dubrovnik’te; o küçük, neşeli ve yalnız Stari Grad’da bir gün daha eksiliyor hayat defterinden.
Bir şehirde yaşanan son gün, insanın dünyadaki son günü gibidir...
Hırvat lezzetleri hem de Taj Mahal’de
Bize önerilen “Taj Mahal” lokantasına gidiyoruz. Dışarısı soğuk, içeri girmek istiyoruz. Biraz bekledikten sonra kendimize sıcak bir köşe buluyoruz küçücük mekânda. Üzerinde “Diploma” yazan, bu lokantanın alelade olmadığına işaret eden belge belli ki gururla asılmış. Kahverengi bir levhada orduları dize getirmiş bir fatihin, İskender’in, Sultan Mehmet’in ya da Napolyon’un kabartması var. İçerisi loş, zar zor seçebiliyorum bunları, turuncu ışık yayan, dip dibe duran iki kandil yukarıda asılı duruyor, tepemizdeki ağaca konmuş iki saka kuşu gibi. Duvarlar iri taş parçalarıyla örülü, ferah tablolardan zorlukla görünen taşlar sarı sarı gözetlemeye çalışıyor müşterileri. İçerisi loş olmasına rağmen doğulu bir minyatürü bakışlarımla okşuyorum. Çatıların şark usulü, çıkıntısız, yumuşak olduğu, evlerin üst üste binip aradan dereden gözükmek için birbiriyle mücadele eder gibi göründüğü, minareyle kule arası uzun yeşilbaşlı bir yapının başı çektiği bir tablo duvardaki. Diğer yanda sararmış, kızıla çalan bakır tepsinin ortasında cezve, içinden bir kısmı içilmiş türk kahvesi görünen beyaz fincanla kapağı miğfere benzeyen şekerlik duruyor öylece. Cezvenin sapını ne kadar da uzun çizmiş ressam. Fakat o da ne! Arkada bir kadın, boylu boyunca şuh edasıyla yere uzanmış, kırmızı sırmalı entarisi içinde bana bakıyor! Belli ki kahveyi o pişirip erkeğinin önündeki sehpaya bırakmış. Hikâyenin devamına gelince, resimden ancak bu kadarının anlaşılabildiğini söylemekle yetineceğim.
Yüzünden gülümsemeyi eksik etmeyen iki Müslüman Boşnak işletiyormuş lokantayı, böylece mimarideki yumuşaklığın sırrı çözülüyor. Mönüde “Bey’s Soup” diye bir başlık var, bize önerdikleri çorba bu işte. Bamya, bezelye, havuç, patlıcan, küçük doğranmış tavuk etinden yapılma kıvamı iyi, buğusu üzerinde, tadı olağanüstü lezzetli. Kenarları gül yaprağı gibi levha levha açılmış, ince çizgilerle süslü bakır kâsenin içindeki o sıcak halini unutmak mümkün değil. Ardından önümüze “Taj Mahal”in farklılık alameti geliyor, Cevapcici. Etin tadının özgün olduğu bir kebap, bazı yerlerde Hırvat ya da Boşnak kebabı şeklinde anılıyor, ustası hangi milletin şapkasını taşıyorsa adı ona göre değişiyor kebabın. Bu lokantada Cevapcici’yi beğeniyoruz.
ÖDÜLLÜ YAZILAR-7
KİMDİR
Gülşah Konak (55), İngilizce öğretmeni. 17 yıldır yurtdışında. İngiltere’de Portsmouth Üniversitesi’nde, Hong Kong ve Singapur’da İngilizce öğretmenliği yaptı. Hindistan’ın Mumbai kentinde 2 yıl yaşadıktan sonra bugünlerde İngiltere’ye dönüyor. Konak, Jolly’den iki kişilik altı gece konaklamalı GAP turu kazandı.
Dolunayı çiçekler, şarkılarla kutsadılar
Hindistan’ın Mumbai kenti, mayısın son cumartesinde dolunayı şölenlerle kutladı. Halk, doğum günü nedeniyle Buda’ya ve kaplumbağa kılığına girip dağı kurtaran bir başka tanrıya şükranlarını sundu. Görülmeye değer bir şölendi.
Gülşah Konak Robertson
Belliydi böyle olacağı. 20 küsur günden beri yavaş yavaş hazırlanıyordu. Önce zarif bir hilal olarak yerini aldı bulutsuz sakin gökyüzünde, sonra kocaman, siz deyin tepsi ben diyeyim tekerlek, Hintliler desin capati ekmeği gibi denizin üstünde asılı kaldı uzun süre. Cumartesi günü Hintliler uyanır uyanmaz güneş tanrısı Sürya’ya dönüp sabah dualarını etti, saksıdaki fesleğene su verdi. Bütün gün sadece meyve yiyerek oruç tuttular. Muson yağmurlarından önceki dayanılmaz sıcak biraz azalıp akşamın ılık deniz rüzgârı esmeye başlayınca, sadece sebze ve pilavdan oluşan aile yemeğini yediler ve yavaş yavaş yola çıktılar.
Mumbai halkının denizle anlaşılmaz bir ilişkisi var. Arap Denizi şehrin sol tarafını kumlu sahillerle boylu boyunca izlemesine rağmen, boş zamanlarında deniz kenarına gitmeyi çok seven halk balıkçılığı pek sevmiyor. Bir iki küçük tekne olur olmaz saatlerde pıt pıt motor sesleriyle rengini yitirmiş sularda, bir bu tarafa bir şu tarafa yol alıyor. Sahildeki mısır kocanı kemiren, uçan maymun balonları çekiştiren çocuklar, sari köşelerini gözlerinin üstüne kadar çeken anneler, sıcak kumlara çömelen teyzeler, acı yaprak çiğneyen ve kıpkırmızı tüküren babalar bir günü daha kazasız belasız bitirmenin ferahlığıyla kıyıya vuran dalgalara, kriket oynayan delikanlılara bakarlar ya da dizlerine kadar suya girip çığlıklar atarak dalgalardan kaçarlar. Çoğu yüzme bilmez.
KASIMPATILAR DENİZE ATILIYOR
Bu seferki dolunayın hikâyesi önemli. Hem Buda’nın doğum günü hem de tanrılardan birinin kaplumbağa şekline girerek bir dağın okyanusa gömülmesini önlediği tarih. Yani Buddha Purnima ve Chandra Grahan... Mumbai pek Budist değil ama çok hoşgörülü. Tanrıların yeniden doğuşu saydıkları Buda’nın doğum gününü kutlamayı da vazife sayıyorlar.
Hindistan’da neyi kutlarlarsa kutlasınlar mutlaka kavuniçi renkli kasımpatı çiçekleriyle süsleme yaparlar. Eğer Dadar çiçek pazarına sabahın köründe giderseniz kamyonlar dolusu kasımpatıları acı kokuları ile çuvallarla alan, satan tüccar topluluğunu görebilirsiniz. Kasımpatıların arasında beyaz leylaklar, cennet çiçekleri, güller ve ille de baygın kokulu yaseminler iplere dizilmek üzere alıcı bekler. Bütün gün tapınak içlerinde, sokak köşelerinde harıl harıl saçlara takmak, tanrılara sunmak için küçük demetler yapar kadınlar kızlar.
Dolunay ayini için sadece kasımpatı yeterli değil. Kurumuş, yeşili kaçmış, kararmış hindistancevizi de sunmak lazım tabii ki. Bir küçük tepsiye biraz pirinç
fidesi, biraz şeker, sandal ağacı tozu, kafuru koyup şimdi Van Gogh tablolarındaki kadar lacivert, bir o kadar da ebruli gökyüzünde kocaman yükselen dolunaya karşı bir iki dua okuyup denize bırakırlar. Bu, küçük çaplı bir kutlama. Ağustos sonundaki fil başlı tanrı kutlaması gibi bütün Mumbai halkını sahile sürüklemese de bugün gece sahilde denizde küçük ayinler sürer.
DAHA BÜYÜĞÜ 23 HAZİRAN’DA
Hava sıcak. Gece, hafif deniz esintisi bile bu sıcağı azaltmaya yetmiyor. Eğer bu deniz kenarı ayinini görmek isterseniz J.W Mariott Oteli’nin sol tarafındaki kulübelerden ekmek arası patates köftesi, acılı nohutlu pilav, kıtır toplu leziz püri pani yiyerek, renkli buz dondurmaları kemirerek dolaşabilirsiniz sahilde. Ama daha rahat bir yer isterseniz uzun serin bardaklarda alkolsüz kokteyiller içerek, gün boyu gezdiğiniz tapınaklar, aldığınız bilezikler, sallar üstüne konuşarak serinleyebileceğiz en uygun yer, sahil kenarındaki otel bahçeleridir. Dışarda curcuna devam ederken Hindistan’ın daha önce gördüğünüz yerlerden nasıl farklı, nasıl inanılmaz olduğunu paylaşarak, bir sonraki günün planlarını değerlendirerek geçirebilirsiniz akşamınızı. Biraz soluklandıktan sonra yakınlardaki Hare Krishna Tapınağı’na gidip gece ayinini izlemek gecenizi bitirmek için uygun plandır.
Bu deniz kenarı ayini pazar gecesi de devam eder. İnsanlar yorgun, uyuya kalan çocuklarını omuzlarında taşıyarak, yanıp sönen oyuncaklarla, ayakları kumlu, sarileri en ışıltılı kıvrımları ile ‘tuktuk’lara biner evlerine yollanır. Dolunay denize rengini vererek batar. Siz pazartesi sabahı bu yazıyı okurken deniz hindistancevizi artıklarını yuvarlayarak sahile geri bırakır. Sarı çiçekler dizi halinde kumların üstüne serilmiştir. Bir iki tanrı heykelciği teki kalmış şıpıdık terlikler, dua kandilleri ile güneşi karşılar. Mumbai sahilleri 23 Haziran’daki daha büyük dolunay törenine kadar sizi bekler...
(27 Mayıs’ta yayımlanmıştır)
SÜPER GEZGİNLER
Hayallerinin peşinden koştular azimle, kıtaları, okyanusları aştılar. Dünya turu herbirinde farklı izler bıraktı.
Esra Erdoğan, Serhan Yedig
Erden ERUÇ
Kas gücüyle dünyayı dolaştı Guinness’e girdi
KİMDİR: ABD’nin Seattle kentinde yaşayan makine mühendisi Erden Eruç (52), 2007’de kas gücüyle dünya turu için yola çıktı. San Francisco’dan özel sandalıyla Pasifik Okyanusu’na açıldı. 5 yıl 11 gün pedal çevirdi, kürek çekti, yürüdü. Kurduğu vakıfla çocuklar için eğitim ve yardım faaliyetleri yürüttü. Denizde en uzun süre kalan kürekçi ve kas gücüyle dünya turunu tamamlayan ikinci insan oldu; Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi.
NASIL GEZİYOR, NERELERE GİTTİ: “Amacım, ekvatorun uzunluğu kadar mesafeyi kat etmek, en az bir çift antipot noktadan geçmek ve dünyanın etrafında aynı yönde ilerlerken ekvatoru en az iki kere kesmekti. Önümde kasla geçeceğim kıtalar vardı. Her etap rekor, kayda değer bir başarı olmalıydı. 2014 Guinness Rekorlar Kitabı beni ‘kendi gücüyle devriâlemi başaran ilk kişi’ olarak sunacak. Bir düzine ayrı rekor tescili için başvurdum. Tarihte üç ayrı okyanusu kürekleyen ilk kişi benim. Pasifik’te geçirdiğim 312 gün ile denizde en uzun süre kalan yalnız kürekçiye dair rekor da 2008’den beri benim. Bu turda bir yandan özgüven kazandım, diğer yandan Türkiye’nin bana sahip çıkacağına dair beklentilerimi kaybettim.
ŞİMDİ NE YAPIYOR: Belgesel hazırlıyor.
GEZİLER NE KAZANDIRDI, GEZMESEYDİ NE EKSİK KALIRDI: Tarihte ilkleri başarmak için önce bunları araştırıp hayal edebilmek, sonra cesaretle ilk adımı atabilmek gerekiyor. Ardından sonuca odaklanıp sebat etmek şart. 1997’den itibaren yeşermeye başlayan hayallerimi gerçekleştirdim. Başka ilklere imza atabileceğimi biliyorum. Hazırlık ve risk hesabını öğrendim. Şimdilerde, beni senelerdir yönlendiren, “dümenim oldu” diyebileceğim o önemli etken yok oldu. Yolculukta ve öncesinde daha mutluydum. Şimdi içimde olağanüstü bir boşluk oluştu. Denizlerde bulduğum iç huzurunu şehirde yakalamam epey uzun sürecek... Yine de şehirde mücadelem sürüyor. Yazacak kitaplar, çekilecek belgeseller var sırada. Bu yolculuğa çıkmasaydım, iki mühendislik master ve bir MBA sahibi, kravatlı, ofis bağımlısı, mutsuz, şizofrenik bir kişi olarak yaşamayı sürdürmem gerekecekti. Her fırsatta “Keşke yapsaydım” diye iç geçirecektim.
HAYALLERİ HEDEFLERİ: Kitap yazmak. Yeni rekorlara, ilklere imza atmak.
GENÇLERE ÖNERİLERİ: Devrialem ve paralelinde yürüttüğüm Altı Zirve Projesi, sponsorlukların ötesinde 2003–2013 arasında bana 240 bin dolara mal oldu. Buna rağmen eğitim için 100 bin dolar bağış topladım. Bundan sonra kendi imkanlarımla böyle bir proje yapmam mümkün değil. Böyle bir projeyi deneyecek gençlere en azından benim kadar zarara uğramamaları için önerilerimi sunmaya hazırım.
OSMAN ATASOY
Yelkenle dünyayı enine, boyuna geçti
KİMDİR: Denizciliğe babasının sandalında başladı. Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinde kürek ve yelken yaptı. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. 56 yaşında.
NASIL GEZİYOR, NERELERE GİTTİ: 1992’de Uzaklar adlı 8,5 metrelik yelkenlisiyle Sığacık’tan yola çıktı. Dünya turunu 1997’de tamamladı. Eşi Zuhal Atasoy, kızları Deniz’i bu yolculukta dünyaya getirdi. Dönüşte “Uzaklar, Atasoylar’ın Dünya Seyahati” adlı kitabı yazdı. 2009’da Sibel Karasu ve 14 metrelik Uzaklar II yelkenlisiyle dört yıllık yolculuğa çıktı. Yerli yapım tekneyle Antarktika’ya ulaşan ilk Türk denizcisi oldu.
ŞİMDİ NE YAPIYOR: Dinleniyor, yeni bir yolculuk için ilham bekliyor.
GEZİLER NE KAZANDIRDI: Uzaklar II’nin oturma odası kadar iç mekanında dört yıl geçirmek, insanın kendine ve dünyaya bakışını değiştiriyor. Zorlu denizlerdeki bu yolculuk dünyayı algılayışta da fark yaratıyor. Bedensel dinçleşmenin ötesinde, manevi açıdan önemli değişim yaşadık. Aylar süren okyanus yolculukları sadece bir denizi aşmak değil, içsel yolculuk. Kimi zaman kendimizi hücreye kapanmış derviş gibi hissettik. Kâinattaki yerimizin okyanustaki küçücük bir su damlasından fazla olmadığını hissettik.
GEZMESEYDİ HAYATINDA NE EKSİK KALIRDI: Bu bir proje değil, hayalini kurduğumuz yolculuktu. Yola çıkmasaydım, hâlâ hayalini kuruyor olacaktım.
HÜLYA KOÇ
Afrika ve Güney Amerika’yı bisikletle boydan boya aştı
KİMDİR: İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi mezunu. Ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi’nde fotoğraf öğrenimi gördü. 45 yaşında.
NASIL GEZİYOR, NERELERE GİTTİ: Üniversitede dağcılık kulübüyle ilk gezilerine çıktı. 1990’da bir kurye şirketinde çalışırken bisikletle tanıştı. İşi kısa sürdü ama bu deneyim 1991’de İzmir’den Marmaris’e uzanan ilk bisiklet turuna ilham verdi. 1993’te İran, Pakistan, Hindistan, Nepal’i bisikletle keşfetti. 1995’te 11 ayda tek başına Kolombiya’dan Patagonya’ya Güney Amerika’yı boydan boya bisikletle gezdi. Anılarını Bigamekibasuyake/Rüzgar İt Beni ismiyle kitaplaştırdı. 1998’de Remzi Kitabevi’nden yayımlandı. 1997’de yine bisikletle tek başına Güney Afrika’dan Mısır’a Afrika’yı boydan boya bisikletle geçti. Nil’in kaynağını, safari parklarını aştı.
ŞİMDİ NE YAPIYOR: 2000 yılında Londra’ya yerleşti. Evlendi. Oğlu Jacgues Timur dokuz yaşında. Eşi, Guiness rekortmeni Fransız pastacı Eric Rousseau ile Belle Epoque adlı bir pastane işletiyor. Eviyle işi arasında hâlâ bisikletle yolculuk yapıyor. 1,5 ayda bir eşi ve oğluyla Avrupa’da trenle kültür odaklı gezilere çıkıyor. Şimdilik gezilerde bisiklet kullanmıyor.
GEZİLER NE KAZANDIRDI, GEZMESEYDİ HAYATINDA NE EKSİK KALIRDI: “Dünyanın ne kadar zengin bir yer olduğunu öğrendim, diğer toplumları tanıdım. Bu sayede toleranslı olmayı öğrendim. Tabuların, dini önyargıların anlamsızlığını, tehlikelerini gördüm. Diğer toplumların zenginliklerini görmek kendi toplumumu da objektif değerlendirmemi sağladı. Egom sınırlandı. Yeryüzü denilen zenginliğin, bu kalabalığın bir parçası olduğumu kavramak beni mutlu ve mülayim bir insan yaptı.”
HAYALLERİ, HEDEFLERİ: “Alıp başımı gitmek duygusu, bisikletin özgürlüğü kalbimin bir köşesinde pırpır eden kuş gibi. Günün birinde yine yollara düşeceğim. 15 yıl sonra bu temmuzda ilk kez, eşim ve oğlumla uzun bir yolculuğa çıkacağım. Üç hafta Japonya’nın Kyoto, Tokyo, Fukuoka şehirlerini gezeceğiz. İlk fırsatta trenle Transsibirya turuna çıkmak istiyorum. Vietnam, Kamboçya, Laos’u hakkıyla zaman ayırarak gezmeyi planlıyorum. Bir başka hayalim bisiklet turumda telaşla geçtiğim Güney Amerika şehirlerini bu kez sindirerek gezmek.”
GENÇLERE ÖNERİLERİ: Ebeveynlerin korkularının sizi kelepçelemesine izin vermeyin. Onlar tanımadıklarını düşman kabul edebilir, size zarar vereceğini düşünebilir. İhtiyatı elden bırakmayın, yola çıkmadan gideceğiniz yerler hakkında araştırma yapın ve sonra dünyayı keşfetme özgürlüğünüzü sonuna kadar kullanın.
SELMAN ARINÇ
5 kıtada 219 ülke gezdi
KİMDİR: Mali müşavir, 63 yaşında.
NASIL GEZİYOR, NERELERE GİTTİ: Skorcu gezginlerden. Amacı her yıl Gezginler Derneği’nin “En çok ülke gören üye” yarışmasında birincilik. 2005’ten bu yana birinciliği kimseye bırakmıyor. Nihai hedefi ise dünyanın tüm ülkelerini gören ilk Türk olmak. İşi zor, çünkü gezgin derneklerinin ülke kriterleri Birleşmiş Milletler listesinden farklı. Örneğin, gezginlere göre Birleşik Kırallık olarak bildiğimiz ülke, İngiltere, Galler, İskoçya adlı üç ülkeden oluşuyor. Yani toplam olarak 275 ülke görmesi gerekiyor. Yılda ortalama 30 ülkeye ayak basıyor, bunlardan 20’si ilk kez gittiği yerler. Arınç, aylar öncesinden havayollarının promosyonlarını takip edip çok ucuza uçak bileti alıyor, kredi kartı millerini, AVM kampanyalarını değerlendiriyor. Her seyahatini birden fazla ülkeye ayak basacak şekilde planlıyor. Şimdiye kadar 25 pasaport eskitti.
ŞİMDİ NE YAPIYOR: Gezginler Derneği ikinci başkanı, Fenerbahçe Spor Kulübü Yüksek Divan Kurulu ve Müze, Tarih, Arşiv Kurulu’nun üyesi. Hürriyet Seyahat ilavesi gönüllü yazarı.
GEZİLER NE KAZANDIRDI, GEZMESEYDİ HAYATINDA NE EKSİK KALIRDI: Gezginliğin hayata bakışında ve kişiliğinde önemli etki yaptığını söylüyor: “Karşılaştığım enteresan ve bir o kadar da ekstrem olaylar, sürprizler, sağlık sorunları beni daha hazır, dayanıklı, sağlıklı ve cesur bir kişi haline getirdi. Kazandığım deneyimle daha hassas, sorumlu bir kişi oldum. Yaşadığım dünyaya, çevreye ve insanlığa karşı çok daha ilgi duydum. Gözlem yeteneğim arttı. Her şeyi bilmek, tanımak ve öğrenmek isteyen bir kişi haline geldim. Bu duygu bende topluma karşı daha yararlı bir insan olma iştahı yarattı. Daha üretken bir kişilik edinmeme katkı sağladı. Bu kadar gezmeseydim, öğrenme, keşfetme heyecanını, gezerken zaman zaman yaşadığım korkuları, yalnızlığın yarattığı heyecanı tadamayacaktım. Bu duygulardan mahrum kalacaktım. Farklı uygarlıkların anıtlarıyla, tarihi süreç içinde dinlerle, farklı coğrafyaların kültürü, mutfağı, lezzetleriyle tanışmayacaktım. Yeryüzünün kültür çeşitliliğinden habersiz olacaktım. Tanrı’nın büyüklüğü ve yaratıcılığına olan tarifi imkansız iman ve şükran duygum da bu kadar gelişmeyecekti.
HAYALLERİ, HEDEFLERİ: Tüm ülkeleri gördükten sonra en sevdiği yerleri bir kez daha, telaşsız gezmek, görmek, yaşamak.
GENÇLERE ÖNERİLERİ: Dünyayı merak edin. Çok okuyun, farklı kültürleri, coğrafyaları tanıyın ve sonra yola çıkın. Karşılaştığım 100 kişiden 70’i tek başıma nasıl gezdiğimi soruyor. Dil bilmeyenlerin korkusunu anlıyorum. Fakat uluslararası geçerliliği olan bir dil biliyorsanız, yola çıkın. Bu dilin geçerli olmadığı yerlerde de vücut lisanı, biraz zeka, hayat becerisiyle sorunları çözüyorsunuz. Deneyim kazandıkça cesaretiniz artıyor. Bugün 18 yaşına dönseydim, İngilizce’nin yanı sıra en az üç lisan öğrenmek, paramı daha dengeli ve dikkatli kullanma becerisini bir an önce kazanmak isterdim. Teknolojiyi, referans ağırlıklı yayınları daha yakından takip ederdim.
GÜLİN AKÖZ
Denizleri otostopla aştı
KİMDİR: Makine mühendisi ve rehber Gülin Aköz (44), Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yaptıktan sonra 10 yıl araştırma görevlisi olarak çalıştı, hayatını değiştirmeye karar verip 2001’de ilk dünya turuna çıktı.
NASIL GEZİYOR, NERELERE GİTTİ: Küçük bütçelerle uzun gezilere çıkıyor. İlk turunu internetten tanıştığı bir ekiple yaptı. Jeff, Jody, Sally ile Zambiya’da buluşup yola çıktılar. Afrika ve Ortadoğu’yu gezdiler. Avrupa’dan sonra Amerika’ya sıra geldi. 15 ayda, 34 ülkeden geçip turunu tamamladı. İzlenimlerini Avucumda Patikalar adıyla kitaplaştırdı. Ardından 2008 Eylülü’nde denizden dünya turuna başladı. Marmaris’ten Tayland’a giden bir tekneye tayfa olarak girdi, Mısır’da tekne değiştirip Tayland’a ulaştı. Buradan karayoluyla Çin’e geçti. Ardından kargo gemisiyle okyanusu aşıp ABD’den Honduras’a Amerika kıtasını turladı. Kruvaziyerle Atlas Okyanusu’nu aşıp İspanya’ya, oradan yine bir yelkenliye otostop yaparak Yunanistan üzerinden Türkiye’ye döndü. Turu 11 ay sürdü.
ŞİMDİ NE YAPIYOR: Evlenip İtalya’ya yerleşti. Roma yakınlarında yaşıyor. Kızı Lara 3 yaşında. Gezilerini sürdürüyor. Hamileliğinde bile Alaska seyahatine çıktı. Deneyimlerinin ışığında üç kitap yazmayı planlıyor.
GEZİLER NE KAZANDIRDI, GEZMESEYDİ HAYATINDA NE EKSİK KALIRDI: Gülin Aköz, toplumun dayattığı kariyer, gelecek gibi kavramlara karşı çıktığı için yollara düştüğünü, seyyah olduğunu söylüyor. Gezginliğinin zorunluluktan kaynaklandığını vurguluyor. “Eğer çekip gitmeseydim, akademisyenliği sürdürseydim mutsuz, tatminsiz, eksik olurdum. Muhtemelen daha bir ‘kör’ olurdum. Hayatın kendisi bir tecrübe. Gezginlik ise dünyaya sınırların ötesine geçip mavi yuvarlak olarak bakmayı, büyük bir bütün olduğunu kavramayı sağlıyor. İnsanların hayatla ilgili arzularının endişelerinin ortak olduğunu görüyorsunuz. Geziler zaten var olan özgüvenimi artırdı. Bu yolculuklardan kocamı ve kızımı kazandım.”
HAYALLERİ, HEDEFLERİ: Kızı okul çağına geldiğinde, okula göndermek yerine dünyayı gezerek eğitmek istiyor.
GENÇLERE ÖNERİLERİ: “Gezmek istiyorsanız fedakârlık yapmanız, bedel ödemeye hazır olmanız gerekir. Önce kendi ülkenizi tanıyın. Güneydoğu, Doğu Anadolu’yu, Karadeniz’i görün. Başınızın çaresine bakmayı, gezmeyi böyle öğrenin. Sonra dünyaya açılın. Öğünmek, fotoğraflarınızı başkalarına göstermek için gezmeyin. Gittiğiniz kültürleri, karşılaştığınız insanları tanımak için çaba gösterin. Dünya için neler yapılabileceğini de düşünün.”
MEHMET YAŞİN
Şimdiki gezginler şanslı
Gezginlik giderek daha zahmetsiz hale geliyor. 30 yıl öncesine dönüp, ilk gezilerimi hatırladığımda, o günlerdeki performansıma ben bile şaşırıyorum. Örneğin, ilk uzun yolculuğumu Mardin’e yapmıştım. O günlerde her yere vızır vızır uçak yoktu. Güneydoğu Ekspresi ile Diyarbakır’a iki gece üç günde varmış, oradan Mardin’e otobüsle geçmiştim.
Mehmet Yaşin
Otel seçeneği pek yoktu. Kentin tek oteli ne hizmet sunuyorsa onunla yetinmek zorundaydım. Yıldızsız, özensiz bu otelde tabii ki klima falan da yoktu. Cehennemi andıran sıcakta uyumak imkansızdı. Her gece, ayrı bir işkenceydi.
O zamanlar Anadolu’ya yolculuk oldukça zahmetliydi. Daracık yollarda kelle koltukta yolculuk ederdim. Kış aylarında gittiğim yerlerde mahsur kalır, günlerce yolların açılmasını beklerdim.
Yıllar geçti. Uçaklar otobüse döndü, her yerde yıldızlı oteller yükseldi, lokantalar lezzet yarışına girişti. Şimdi Anadolu’nun en ücra köşesine bile konforlu yolculuklar yapabiliyorum.
Ben size en fazla 30 yıl öncesinin zorluklarından söz ettim. Bir de bu yollara 100 yıl önce düşen gezginler var. Bunların çoğu da yabancı. Onların anılarını okuyunca benim yakınmalarımın ne kadar yersiz olduğunu görüyorum. Örneğin, Alman bilimadamı Friedrich Sarre bunlardan biri. Size Sarre’nin, 1895 haziran ve temmuzunda, iç Ege, göller bölgesi ve Konya civarında yaptığı gezinin anlatıldığı kitaptan bazı bölümler aktaracağım. Türkiye’de “Küçük Asya Seyahati” adıyla yayınlanan kitabın bir bölümünde, Sarre kendisinden sonra aynı bölgeye yolculuk edecek Batılı gezginlere, bir takım pratik bilgiler veriyor.
Bu satırları okurken, zamanımız gezginlerinin (başta ben) ne kadar şanslı olduğunu gördüm. At sırtında saatlerce süren zahmetli yolculuklar, şimdi otomobille birkaç saatte gerçekleşiyor. Tahtakurularının, pirelerin cirit attığı han odalarının yerini ise tertemiz otel odaları aldı. Bir tek o dönemin yemeklerinde aklım kaldı. Grubun aşçısının, yolculuk sırasında vurduğu kekliklerden, çulluklardan yaptığı yemekleri bu devirde bulmak imkansız...
AYLIK BEŞ LİRA
İşte Friedrich Sarre’nin yolculuk anılarından alıntılar: “İzmir’de yanımıza aldığımız Rum aşçı, anadilinin yanı sıra biraz Fransızca ve su gibi Türkçe anlıyor ve konuşuyordu. Bu nedenle de hem aşçılık hem de tercümanlık yaptı. Ücret olarak ayda 5 lira aldı. Kendimiz ve hizmetkarımız için gereken binek atlarının dışında eşyamızın taşınması için üç yük beygirine ihtiyaç vardı, ama onları satın almadık, belli aralıklarla kiraladık.
Konya’dayken, her halde doğuluların adetleri yüzünden çok uzun zaman alan, hatta bazen birkaç gün süren pazarlıklara uygun olarak, biz de uzun pazarlıklar sonucunda altı at kiraladık. Bir çok gezginin yaptığı gibi at satın almayı tavsiye etmeyeceğim. Gezginin, seyahatin sonunda, hele bir de zamanı kısıtlıysa, uzun bir yolculuk yüzünden yorulan ve kuvvetten düşen hayvanları zarar etmeden elden çıkarması zor olur.
İç bölgelerde seyahat etmiş olan arkadaşlarımızın tavsiyesine uyarak yanımıza daha çok bozuk para almıştık. Çünkü buralarda büyük para bozdurmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca sadece çil gümüş para kullandık, çünkü buralardaki insanlar yıpranmış paraya güvenmiyorlar ve reddediyorlar. Hatırı sayılır miktarda altın parayı da göğsümüzde ve küçük bir deri torbada taşıdık.
YOL BOYU AVCILIK
Elbise olarak yanımıza yün iç çamaşırı, İngiliz binici pantolonları, sarı deriden yüksek hafif çizmeler, alçak deri çizmeler ve tozluklar, su geçirmez Yukarı Bavyera ceketleri, beyaz hafif ve siperlikli kasketler almıştık. İnce plastikten paltolarımızı ise çok seyrek kullandık. Eyerlere, atları yönetmekten ziyade büyük çoban köpeklerini uzaklaştırmak için kullanmak üzere kırbaçlar bağlamıştık ve yanımıza küçük bir Amerikan revolveri almıştık.
Sadece keklik, yaban kazı, ördek, toy kuşu ve çulluk avlayabileceğimiz av partisinden çok zevk aldık. Tavşan çok azdı. Bana İzmir’deki Konak tarafından verilen avlanma izni tabii ki hiçbir yerde asla sorulmadı. Biz silahlarımızı çoğunlukla hizmetkarımıza taşıttık ve o da silahtarlık yapmaktan çok zevk aldı. Kendisi kervanın önünde yol aldı ve avlanacak bir hayvan gördüğü zaman bizi bundan haberdar etti. Biz sık sık ona da keklik vurma zevkini tattırdık. Boz Dağ’ın ve Anamas Dağı’nın eteklerinde olduğu gibi bazı yerlerde o kadar çok keklik vardı ki, avladığımız bütün hayvanları tüketemedik.
Avlarımızın yemek listemize yeni tatlar katmadığı hallerde, mönü iyice yeknesaktı. Sabahları yola çıkmadan önce çay, yumurta ve marmelatlı bisküviden oluşan bir kahvaltı yedik. Mola verme durumuna bağlı olarak saat 11 veya 12’de, bir gece önce pişirilmiş söğüş tavuğu İngiliz sosuyla tatlandırarak yedik. Akşamları da kaldığımız yere vardıktan bir saat sonra temel öğünümüzü yiyorduk. Bu öğün konserve çorba, pişirilmiş veya kızartılmış tavuk ve yumurtalı bir yemekten meydana geliyordu. Av etinin, yumurtanın ve tavuğun olmadığı yemek hemen hemen hiç olmadı. Taze sütten ve yörük köylerinde bulunan ekşi sütten (ayran) hoşlanmadım.
KONUK EVLERİ
İçki olarak çay veya içine biraz konyak koyduğumuz sıcak suyu içiyorduk. Mataralarımızı sabahları soğuk çayla dolduruyorduk. Çay son derece rahatlatıcı bir içkidir. Çünkü öğle güneşinde mataraların içinde ısındığı için tadını kaybetmez. Bir damla konyak da damlatılırsa gerilen sinirleri yumuşatır.
Köylerin en küçüğünde bile konuk kabul eden ev bulunuyor. Konuk zaten bütün köyün misafiri. Evlerin genellikle bir boş odası var. Bazılarında gece yarısı kana susamış hain, sinsi yaratıklar ortaya çıkıyor. Örtülerle, öldürücü tozlarla alay ederek, kurbanlara saldırıyor ve uykuyu sürgüne gönderiyorlar. Aslında evler çoğunlukla temiz, şehir hanlarına tercih edilir. Pisliğin yanı sıra, sürekli merak içerisinde olan ve rahatsız eden kalabalık yüzünden hanlarda kaldığımıza pişman olduk. Çok sayıda yabancıyla aynı odayı paylaşmak gerekiyor.
Anadolu köylüsü yabancıya, sosyal açıdan eşit konumda ve eşit haklara sahip olarak, asil bir sükunetle yaklaşıyor. Ciddiyetle, ölçülü bir biçimde buyur ediyor. Rahat ettirmeye özen gösteriyor...”
10 yıl önce, 10 yıl sonra
1987’de başlayan profesyonel rehberlik uğraşım Hürriyet Seyahat’te yazarlığa başlamamla yeni bir boyut kazanmıştı. Bakın aradan geçen sürede neler değişti, gelecekten neler bekliyorum.
Saffet Emre Tonguç
Ay’a gitmek yerine dünyayı keşfedeceğim
İlk yurtdışı seyahatimi 1981’de Almanya’ya yaptım. İzci kampına gittim. Üniversite tatilleri çalışma kampları, hostellerde geçti. 80’lerde İnterrail ile tüm Avrupa’yı gezdim. 1987’de başladığım profesyonel rehberlik sayesinde gezdiğim ülkelerin sayısı arttı. Buna 2004’de Hürriyet Seyahat ile başlayan gezi yazarlığı eklenince gördüğüm ülke sayısı 122’ye, şehirler 1345’e ulaştı. Yazılarım kitaplarıma kaynak oldu. Türkiye’nin ilk Avrupa gezi rehberini yazan kişi oldum. Beraberinde 10 kitap, 10 ödül geldi. Zamanla isteklerim değişti. Keyif ve kültür turları daha çok ilgimi çekmeye başladı. Lüks otelleri tercih ettim. Gelecekten beklentim ise henüz görmeye fırsat bulamadığım Papua Yeni Gine, Fiji, Yeni Kaledonya ve Antarktika gibi yerleri listeme eklemek. Ay’a gitme fikri ise henüz ilgimi çekmiyor, dünyada hâlâ keşfedeceğim o kadar çok yer var ki.
Otobüsle Avrupa zahmeti tarih oldu
1983’e kadar Türkler ağırlıklı olarak yurtiçinde seyahat etti; yurt dışına çıkılmasına iki senede bir, kısıtlı dövizle izin veriliyordu. “Yetmiş cent’e muhtaçtık.” Zahmetli “otobüsle tüm Avrupa” turları 100 dolarlık Konut Fonu’na, zorluklara rağmen gelişti. Valizini kapan yola düştü. 1980’lerde vize isteyen ülkelerin artması, havayollarının gelişmesi, Turgut Özal’ın politikaları yurtdışı tatillerini artırdı. Alışveriş öncelikteydi. Londra, Paris, Roma’ya giden Türkler tarihi, doğal, kültürel zenginliklere pek vakit ayıramıyordu. Viyana, Budapeşte, Prag üçgeni değişimin başlangıcı oldu. İspanya, Portekiz, Yunanistan, İskandinav ülkeleri derken 90’larda, Sovyetler Birliği’nin dağılması, programlara Rusya’nın katılmasını sağladı. Beyaz Geceler taması çok sevildi. Mısır, Tunus, Romanya ve Bulgaristan ucuz fiyatlarıyla Türk gezginleri çekmeyi başardı.
Yeni milenyuma girerken hızlı gezginler yakınları bitirip uzaklara yöneldi. Kaymağı yiyen Tayland ve Singapur oldu. Fiyatlar uygundu; giden mutlu dönüyor, dostuna tavsiye ediyordu. THY ve Delta’nın direkt New York uçuşları ABD’ye ulaşımı kolaylaştırdı, New York, Miami ve Orlando’dan oluşan kısa turlara Las Vegas, Los Angeles ve San Fransisko eklendi. Bu arada Çin, Küba, Latin Amerika rotaları hareketlendi. Türkler hızla çıtayı yükseltiyordu. Ulaşımı zor yerler, mesela Patagonya ile Ekvator’a bağlı Galapagos Adası gündeme geldi. Parası olanlar için Maldivler, Fransız Polinezyası’ndaki Bora Bora, Alaska statü sembolüydü. Gerçi küresel ısınma dolayısıyla Alaska biraz hayal kırıklığı yaşattı ama en azından dost meclislerine farklı bir soluk getirdi. Zaman sadece gidilen noktaları değiştirmekle kalmadı, bakış açıları da değişmeye başladı, alışveriş liderliği kültürel mirasa kaptırdı. Piramitler, Uzakdoğu’nun tapınakları, Hint şehirleri, Fransa’nın şatoları Türklerin objektiflerinde yer bulmaya başladı. Gastronomi, trekking, kıyılarımızdaki herşey dahil lüks konaklamalar, gemi turları Türkleri gezmeye teşvik eden güçlü temalar olarak öne çıktı.
Şimdilerde tur firmalarından “kişiye özel” yolculuklar talep ediliyor. İtalya, Fransa’ya düzenlenen gurme turları, mutfağıyla öne çıkan Hatay, Mardin’e, Karadeniz’e de ilgiyi artırdı.
Macera ve mistik turizmi bu senenin gözde akımları. İlkinde Slovakya, Yeni Zelanda, Laponya, Kosta Rika öne çıkıyor. İkincisinde tapınaklarıyla da ünlü Bali Adası ve Hindistan...
Serin iklimler kısa kaçamaklar
Dünya bu kadar hızla değişirken gelecekle ilgili tahmin yapmak zor. Buna karşın seyahat sadece dinlenmek için değil, insanın kendini geliştirmesi ve yeni kültürlerle tanışması, hatta yaşadığımız dünyayı anlaması, bazen de içsel yolculuklara aralanan kapı olması açısından önemini koruyacak. Refahın artması, geniş kitlelere yayılmasıyla lüksten çıkıp ihtiyaç haline gelecek. Küresel ısınmayla Ekvator’a yakın ülkelerin gözden düşmesini, serin iklimlerin popülerleşmesini bekliyorum. Hayatın hızı arttıkça, vakit kıymetlenecek. Kısa kaçamaklar öne çıkacak. Kültürel turlara, tarihsel dokuya ilgi artacak. Kişisel gelişim konusundaki farkındalık arttıkça ruhsal zenginleşmeye yönelik yolculuklar çoğalacak. Ay’a, Mars’a turlar yapılacak.
SEYAHAT 10’UNCU YIL
Ufkumu açan seyahat
Dikkatli gözler, analiz yapan zihinler için seyahat hayat okulu gibidir. Öğretir, düşünceleri değiştirir, kişilikleri yeniden biçimlendirir. Kimi zaman “bunu da gördüm ya, ölsem de gam yemem” dersiniz. Ünlüler son yıllarda çıktıkları, unutamadıkları seyahatleri anlattı.
FARUK ECZACIBAŞI //// Gila Benmayor imzasıyla
Kuzey Kutbu’nda küresel ısınmanın etkilerini gördüm, sarsıldım
NASIL BİR GEZGİN: Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Faruk Eczacıbaşı, “yolculuğun bir anlamı olmalı” diyenlerden. Yıl boyunca pek çok iş sehayatine çıkıyor. Tatilde ailesiyle tarih, kültür ya da çevre sorunlarına odaklı gezileri tercih ediyor. Karşılaştığı çevre bildiklerinden ne kadar farklıysa, o kadar mutlu oluyor. “Gittiğim yerde pek çok ayrıntıyı incelerim: Kültür yapısı, doğası, insanları ve insanlarının doğayla ilişkisi...” Bu nedenle sürprizlerle karşılaşacağı erişilmesi zor coğrafyalara, kendi deyişiyle “dünyanın uç noktalarına” yolculuk yapmayı seviyor. “Kuzey Kutbu’na yakın Svalbard Takımadaları’na yaptığımız gemi turu herhalde şimdiye kadarkiler arasında en ilginciydi” diyor.
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: “Küresel ısınmanın en çok kutupları etkilediğini biliyorduk. Bunu kendi gözlerimizle görmek istedik. National Geographic ile İsveçli çevreci bir seyahat şirketinin, bu konuyla ilgilenenler için Svalbard Takımadaları’na düzenlediği gemi turuna katıldık. Gençlerin çevre konusunda bilinçlenmesine yönelik program ve çevre uzmanlarının da gemide bilgi verecek olması bizi teşvik etti. Aslında tamamen çevrecilere yönelik ve çevre uzmanlarının da bulunduğu bir yolculuktu. Araştırma gemisi, 90 yolcuya uygun hale getirilmişti.
ÖN HAZIRLIK: Svalbard Takımadaları, Norveç’in 400 kilometre kuzeyinde ve Kuzey Kutbu’na 80 kilometre uzaklıkta. Aslında bölge ve küresel ısınma konusunda oldukça bilgimiz vardı. Organizasyonun gönderdiği bilgiler de tabii çok yardımcı oldu. Hayal ettiklerimizden daha farklı bir şeyle karşılaştığımızı söyleyemeyeceğim. Ancak küresel ısınmayla gezegenimizdeki hayatın değişeceğini orada çok net gördük.
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Geçen yıl ağustosta gitmiştik. Biz oradayken bir dünya rekoru kırdık: Buz kırma özelliği olmayan bir geminin o mevsimde gidebileceği en kuzey noktaya, Kuzey Kutbu’na 50 kilometre kalana kadar yaklaştık. Her ne kadar çok övünülecek bir şey gibi duruyorsa da, aslında benzer bir geminin bir önceki yolculukta da aynı rekoru kırdığını, hatta bir sonrakinde de kıracağını düşünmek moral bozuyor. Çünkü oradaki buz kütlesi devamlı küçülüp, daralıyor. Bunu gözlerimizle görmek biraz acıklı geldi. Gezide farklı anılar yaşadık. Gece yarısında bile gökyüzü Türkiye’de saat 05.00’teki kadar aydınlıktı. Bunu bir hafta yaşadık. Uçsuz bucaksız buzullar, buzdağları arasında, balina ve kutup ayıları gibi bir çok hayvanın yaşantısını izleme fırsatı bulduk. Hatta bir kere, neredeyse 2 saat katil balinaların bir başka balinayı izleyip, onu bir takım halinde öldürüşünü gözledik ki okyanus kıpkırmızı kesilmişti. Doğanın gereği olarak kabul ediyor çevreciler bunu. Bu seyahat küresel ısınma konusundaki düşüncelerimizi değiştirmedi, tam tersine onayladı. Zararın boyutlarını doğrudan gözlemlemek bence çok etkileyiciydi. Herhalde bundan sonra en çok gitmek istediğimiz yer Güney Kutbu veya Antartika olur...”
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: “Bazı dostlarımızın böyle yolculukları yapamayacaklarını, yapmak istemeyeceklerini biliyorum. Çevre konusuna duyarlı, meraklı herkese tavsiye ederim. Söylemeye dilim varmıyor ama belki bundan sonraki kuşaklar bu yolculuğu çok daha sınırlı, kısıtlı şekilde yapabilecek. Bu da işin moral bozucu tarafı.”
ÜMİT BOYNER // Gila Benmayor imzasıyla //
Djenne’nin çamurdan camisinin fotoğrafını bir dergide gördük, kendimizi Mali’de bulduk
NASIL BİR GEZGİN: TÜSİAD eski başkanı Ümit Boyner, tatillerini eşi Cem Boyner’le birlikte dünyayı keşfetme fırsatı olarak değerlendiriyor: “Biz genelde ya spor ya da merak ettiğimiz yeni bir kültür veya doğanın peşinden gidiyoruz. İşlerimiz nedeniyle sık sık seyahat ettiğimiz için bizim açımızdan tatil mutlaka yeni keşifleri beraberinde getirmeli, büyük şehirler bizi hiç cezbetmiyor. Kara ve deniz yolculuklarının ikisini de severiz. Dünya her türlü güzel ve keyifli.” Türkiye’de gezmediği, görmediği şehir yok. Dünyada ise görmediği, merak ettiği coğrafyalar bugüne kadar gördüklerinden çok. “Doğu Afrika ve aşağı Sahara’yı ve dalış yaptığımız için Kızıldeniz, Endonezya ve Filipinler’i iyi biliyoruz. Görmediğimiz ve merak ettiğimiz yerler maalesef gördüklerimizden fazla...” Patagonla, Amazon, Peru ilk fırsatta görmek istediği ülkeler.
BU ROTAYI NEDEN SEÇTİ: Kısaca söyleme gerekirse, kültürel, coğrafi açıdan pek çok sürpriz barındırdığı için... “Her şey Djenne’deki çamurdan yapılan meşhur Kanborro Camii’nin bir fotoğrafını bir dergide görmemizle başladı. Sonra Mali’yi araştırmaya başladık. Müziğiyle, insanlarıyla bizi çok etkiledi.”
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Her yeni kültür, yaşam biçimi insanın hayata bakışını, önceliklerini etkiliyor... Afrika’da, Sahra Çölü’nün altındaki bölgede bizi en çok Mali etkiledi. Djenne, Mopti ve Timbuktu, bembeyaz dişleriyle kocaman gülen Fulaniler, hiç ama hiç gülmeyen Tuaregler... Şu anda bu bölgede içsavaş yaşanıyor. Gitmek, görmek neredeyse imkansız. Bu açıdan şanslıyız. Oradaki dostlarımızdan bu savaştan etkilenenler, yer değiştirmek zorunda kalanlar oldu. Çaresizlik içinde onlardan haber alamadığımız günler oldu. Daha emniyetli yerlere göç etmelerine yardımcı olduğumuz Timbuktu’lu bir ailenin Cem adında bir bebekleri var. Onları tekrar ziyaret edebilmeyi ümit ediyoruz.
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Mali maalesef şu anda turistik bir gezi için çok emniyetli değil. Genelde aşağı Sahra ve Batı Afrika macera ruhu gerektiriyor. Ayrıca 5 yıldızlı otel konforu arıyorsanız hiç size göre değil. Ama ruhu zengin.
ATTİLA ATASOY
Buz mavisi Patagonya denizindeki gemi yolculuğunun tadı damağımda kaldı
NASIL BİR GEZGİN: Müzisyen Attila Atasoy bugüne kadar 116 ülke gördü. Her koşula ayak uydurabilen, konfor beklemeyen bir gezgin. “Mütevazı yaşayıp, birikimlerimi dünyayı keşfetmeye ayırıyorum. Farklı coğrafyalar ve kültürlerde acaip düşünsel metamorfoz yaşarım. Pozitif enerji biriktiririm. Seyahat başarı hırsı nedeniyle hayatı ıskalama riskine karşı en güzel panzehirdir” diyor. Gittiği şehirlerde hayatın içine sızmayı müzesinden, tapınaklarına, doğasından batakhanelerine her yerini görmeyi tercih ediyor.
BU ROTAYI NEDEN SEÇTİ: Patagonya’yı, “Dünyanın Sonu” adı verilen bölgenin adını yıllardır duyardım. Merak ederdim. 2006 Eylülü’nde, buraya ilk kez bir Türk gezgin grubunun gideceğini duyunca ben de katıldım.
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Tur sezonu değildi. Zira Güney Kutbu’na yakın bölgede tur yapılan yaz sezonu aralıkta başlayacaktı. Madrid üzerinden toplam 17,5 saat uçarak Şili’nin başkenti Santiago’ya ulaştık. Buradan Şili Patagonyası’nın güneyindeki Punta Arenas’a beş saatlik daha uçuş gerekti. Patagonya, Güney Amerika’nın güney ucunda, Şili ve Arjantin topraklarındaki doğal yaşam alanı. Macellan burada karaya çıktığında büyük ayak izleri görmüş. “Pata” yani ayak, “gon” yani büyük sözcüklerinden büyük ayaklıların vatanı anlamında bu ismi vermiş. 1848’de mahkumları göndermek için kurulan Punta Arenas’ta iki gün geçirdik. Sonra Antarctic Dream gemisiyle fiyordlara açıldık. Buz mavisinin büyüleyici atmosferine tanık olduğumuz kanallardan, körfezlerden geçtik, eriyen Garibaldi Buzulu’nu ve Darwin Dağları’nı gördük. Nihayet kıtanın güneydeki en uç yerleşimi, Arjantin’e ait Ushuaia’ya vardık. Sıra dünyanın en büyük yürüyen kara buzulu Moreno’yu görmeye gelmişti. 1 saatlik uçak yolculuğundan sonra ulaştığımız El Calafate’de bir doğa mucizesiyle karşılaştık. Moreno’nun görkemi karşısında donduk. Gürleyerek, parçalanarak kendi oluşturduğu göle dökülüyordu. Küresel ısınmanın ürküten sonuçlarını gözlerimle görmek, hayatım boyunca unutamayacağım bir olaydı. Sonrasında üç saatlik uçuşla başkent Buenos Aires’e geçtik, Latin sanatı ve eğlencesine tanık olduk... Aradan geçen zamanda Asya, Avrupa, Amerika’da pek çok yolculuk yaptım. Antarctic Dream’le Punta Arenas - Ushuaia turu bunlar arasında tadı damağımda kalan, tekrarlamak isteyeceğim yegane yolculuk.
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Doğasever her gezgine hararetle tavsiye ederim. (Serhan Yedig)
FİLİZ AKIN
Maldiv tatili için 70 yıl bekledim
NASIL BİR GEZGİN: Yeşilçam’ın simgeleşen oyuncularından Filiz Akın, son 20 yılda gönlünce gezmeye başladı. Yılda ortalama iki yurtdışı, birkaç yurtiçi gezisi yapıyor. Anadolu’nun kültürel renkliliğini, çeşitliliğini yaşamayı seviyor. Farklılıklara rağmen bir arada yaşamanın sırlarını anlamaya çalışıyor. Filiz Akın, her yolculuğun, tanıştığı her farklı kültürün kendisinde derin izler bıraktığını, değiştirdiğini, hatta bilgeleştirdiğini söylüyor. “Mısır’da 4500 yıl öncesinin teknolojisi, bilgi birikimiyle inşa edilen dev piramitleri gördüğümde heyecandan ağladım. Tapınağa açılan bir delikten yılın belirli bir gününde kral heykelinin üstüne gün ışığı düşürebilecek bilgiye sahip Mısırlıların bugünkü sefaleti beni insanlık adına çok etkiledi. Hintlilere onca yoksulluk içinde mutlu olmayı başardıkları için hayranlık duydum...”
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: Yılbaşı yaklaşırken moralim bozuktu. Doğum günüm 2 Ocak, ya... Bari 70’inci doğumgünümü çok çok özel bir yerde kutlasam, diye Maldiv ilanlarına bakıyordum. Aman Allahım, çoğu otelde yer yok. Hem de çok çok pahalı. Laf olsun diye baktığım bir tesiste yılbaşı sonrasındaki promosyonlara rastladım. Beş gün deniz üstündeki, iki gün adadaki odalarda kalacaktık. Üstelik taksitle ödeyebilecektik...
ÖN HAZIRLIK: “İnternetten Maldivler’le ilgili gazetelerde yayımlanmış yazıları okudum. Buranın yanında cennet iki yıldızlı otel, yazmışlar…”
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Filiz Harikalar Diyarında, diyebileceğim bir tatildi. Maldivler’de lüks otellerden her biri boyu bir uçtan diğerine en fazla 500-600 metre olan mercan adacıklarına kurulmuş. Bu odalara ilave olarak sığ suda, deniz üstüne odalar yapılmış. Bizim odamız da denizde, tahta bacaklar üstüne yerleştirilmişti. Kapıdan girdiğimde tepkim şöyleydi: Vay, vay, vay… Bu da ne! Yer yer cam kaplı zeminde turkuvaz renkli deniz ve balıklar, üstü çiçeklerle süslü geniş ve cibinlikli yatak, klima, deniz üstüne kondurulmuş gibi bir küvet, kimseye görünmeden denize girilebilecek bir sahanlık ve merdiven, palmiyelerle süslü küçük bir tropik ada... Odaya gelirken üstünde yürüdüğümüz iskeleden, bembeyaz bir kumun üstünde pek çok deniz canlısı görmüştüm. Adeta akvaryumda, hatta başka bir gezegendeydim. Bir an kalakaldım. Sonra “Ölmedim, geç de olsa yeryüzündeki cenneti de gördüm ya” diye teşekkür ettim... Burada kimse köpekbalıklarından korkmuyordu. Yaklaşık 60 santimetrelik köpekbalıkları odamızın altında dolaşıyor, çıplak gözle görülecek kadar sahile yaklaşıyorlar. Küçük balık sürülerine saldırıp, insandan uzak duruyorlar. Ben de odamdaki iskeleden denize girdim, kaçıştılar. Bir hafta boyunca yunus balıklarını gözlem turuna çıktık, çevredeki birkaç adayı gezdik. Akşamları başarılı şovlar izledik. Egzersiz yapmasanız bile şişmanlamıyorsunuz, öyle bir dans ettiriyorlar ki… Kaldığımız tatil köyünde en iddialı yemekler bence sıradandı. Fakat meyveler, tatlılar çok güzeldi. Conrad Hilton’un su altında yedi masalı bir restoranı olduğunu duydum. Kaldığımız otele uçakla 45 dakika uzaklıktaydı. Çok pahalıya malolacağı için denemedim, fakat aklım orada kaldı...
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Hani artistler her şeye kolayca erişebilecek kadar çok kazanılır zannedilir ya... Ben Maldivler’e gidebilmek için 70 yıl bekledim. Dostlarıma benim kadar beklememelerini öneririm. (Serhan Yedig)
AHMET ÜMİT
Roma’yı gezerken İstanbul’u Floransa’da Rönesans’ı anladım
NASIL BİR GEZGİN: Yazar Ahmet Ümit, tarih ve doğa odaklı bir gezgin. İş yolculuklarını bile kültürel keşfe dönüştürüyor. “Onlarca ülkeye seyahat ettim, konferansa gittiğim birkaçı dışında hepsinde mutlu oldum. Hiç tanımadığım bir şehrin sokaklarında yürümenin, restoran, müze, galeri, kitapçı, parklarını keşfetmenin verdiği muhteşem duyguyu tarif etmek çok zor” diyor.
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: “Geçen yıl Roma’dan, Amsterdam’a kadar, yani Avrupa’nın güneyinden kuzeyine, trenle 22 günlük gezi yaptım. Treni özellikle seçmiştik, şehirlerin yanı sıra ova, deniz, akarsu, göl ve dağları da gördük. Muhteşem şehirlerden geçtik: Roma, Floransa, Venedik, Milano, Zürih, Paris, Essen ve Amsterdam... Bu gezi, yaşadığım güzelliklerin yanı sıra Avrupa kültürünü tanımak, karşılaştırmak açısından da son derece öğreticiydi. Uzun tren yolculuğunda edinilen dostluklar da cabası... Seyahatin nedeni Almanya’nın Essen kentindeki Literatürk Festivali’nden aldığım davetti. ‘Sultanı Öldürmek’ten bir bölüm okuyacaktım. Fırsatı değerlendirip, Avrupa’yı dikey geçmeyi planlamıştım.”
ÖN HAZIRLIK: Gitmeden önce kalacağımız bütün şehirler hakkında araştırmalar yaptık. Gezilecek yerler, restoranlar, oteller, opera ve tiyatrolar, yeni eserler...
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Her şehirde en az iki gün kaldık. Roma, Floransa ve Amsterdam’da programımızı değiştirip, biraz daha uzun kaldık. Roma’yı tanımadan İstanbul’un tarihini anlamanın mümkün olmadığını fark ettim. Bilindiği gibi Roma ve İstanbul, Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmış iki şehir. Roma daha önce olduğu için, onun sokaklarında dolaşırken, İstanbul’un Roma İmparatorluğu dönemini daha iyi anladım. Çünkü sokaklar, saraylar, hipodrom, tapınaklar aynı mantıkla sıralanmıştı. Böylece bizim Aksaray’dan Sultanahmet’e kadar olan bölgenin Roma dönemini kafamda daha iyi canlandırabildim. Bunun benim için ne kadar önemli olduğunu anlatamam. Bir tür zamanda yolculuk gibiydi. Şehrin dokusunu korumaları takdire değer bir titizlik ve uygarlık örneğiydi. Ne yazık ki bizde böyle bir şehirlilik bilinci yok. Ama Floransa’nın bende yarattığı etki çok daha başkaydı. Onu anlamak Rönesans’ı kavramak demekti. Güzelliğin kalbine yapılan bir yolculuk gibi. Dante, Michelangelo, Galileo, Da Vinci... Katedraller, binalar, meydanlar, heykeller, sanatçıların yaşadığı mekanlar, galeriler. Kentin kendisi adeta müzeye dönüşmüştü. Aylarca yaşasam sıkılmam. Şehirlerle insanlar arasındaki ilişkiyi daha iyi kavradığımı söyleyebilirim. Şairin söylediği gibi, “İnsan yaşadığı yere benzer.” Evet, insanları tanımak istiyorsanız, hangi şehirde yaşadığına dikkat edin. Roma’dan çok daha derin bir tarihe, doğal güzelliğe sahip İstanbul’a neler yaptığımızı görmek beni üzdü. Hoyratlığımızı, cehaletimizi gördüm. Ne yazık ki şehrimizi yönetenler bunun farkında değil. Emek Sineması gibi şehrin simgelerini hâlâ yok ediyorlar.
TAVSİYE EDER Mİ: Hararetle tavsiye ederim. Tek tek şehirlere gitmek de güzeldir ama kıtanın bir bölümünü trenle gezmek komşu kültürler hakkında daha geniş bir bilgi sunabilir size. (Söyleşi: Esra Erdoğan)
PELİN BATU
Amsterdam’ın harika kuzey resimleri, sahafları beni etkiler
NASIL BİR GEZGİN: Oyuncu, köşe yazarı Pelin Batu keşfetmeyi, yürümeyi seviyor. Yola çıkmadan plan yapıyor, yol kitapları seçiyor, müze katalogları hazırlıyor. “Şehirlerin tarihi beni çeker. Geçmiş ve günümüzü karşılaştırıp evrimini görmek heyecan verir. Bazen de denizi özlerim. Mevsim, halet-i ruhiye ve iş yolculuklarına bağlı seçimlerim değişebilir. 40’a yakın ülkeye gittim, hayalim Güney Amerika...”
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: “İki yıldır çok şanslıyım, hayatımın seyahati diyebileceğim pek çok gezi oldu. Ermenistan, Gürcistan, Kuzey İtalya, Amsterdam, Yunanistan... Amsterdam’ı tren yolculuğu için seçmiştik. İstanbul’un yaz sıcağından kaçmak istemiştik. Berlin her zamanki gibi eğlenceli, katmanlı, oyuncaklı ve yürümek için mükemmeldi. Amsterdam varış noktasıydı. Rotada Bremen var, masal diyarı ve muhteşem dondurmalar... İstanbul buhar odası gibiyken orada dolu yağmıştı; bu bile gitmem için neden. Amsterdam’da harika kuzey resimleri, dünyanın en güzel sahafları beni çeker. Her gidişte bavulum kitapla dolar. Parkları da harikadır.”
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: “Amsterdam’a karşı ön yargılıydım, genelevlerinin şöhreti bende kötü çağrışımlar yapıyordu. İlk kez film çekmeye gitmiştim. Hiç de istememiştim. Sonra festivale gittim. Merkez semtlerini biliyordum, zaten küçük bir şehir. Son birkaç yıldır, en yakın iki arkadaşım oradaydı. Artık evim gibi. Kültürü, eski imparatorluğun izlerini keşfettim. Son kez yılbaşından sonra gittim, üç gün kaldım. Çok sessiz ve lirikti. Bir şehre tekrar tekrar gidiyorsanız, orada anılarınız birikiyor. Bir akşamüstü kanalın üstünde oturup yudumlanan şarap ve kahkahalar, müze izlenimleri, aptal münakaşalar. İnsanın belli yerlerde hikayesinin olması çok etkileyici. O yüzden, aslında hiç tahmin etmediğim bazı şehirlere tekrar tekrar döndüğümü fark ediyorum. Berlin, Amsterdam, Venedik gibi. Her gittiğim yerde böyle radikal uyanışlar olmuyor. Ama belli dönemlerde gittiğim yerler, hayatım boyunca bana bir parlak anı bırakmışsa, oradan tat almışım demelidir. Bahsettiğim bu gezilerden birinde bir yemek yemiştim arkadaşımla, yıllar sonra hâlâ ona referans veririz. Bir yerde saatlerce, kilometrelerce yürümüştük, o yolu asla unutamam mesela. Şehir, o günlerden mürekkep olur. Dolayısıyla evet, hayata bakışımı bu şekilde değiştiriyor. Şehirleri benim o günlerimle boyamış oluyorum, sonra şehirlere ne kadar gitsem de o eski seferlerin hayaletlerini de taşıyorum.
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Sadece bu seyahati değil, bahsettiğim bütün yolları tavsiye ederim. Kitaplarla, odalarımızda yolculuk yapmanın güzelliğini bilirim ve severim ama yollarda insan başka bakıyor, çok açık olabiliyor, çok şey öğrenebiliyor ve kendisiyle kıyaslama erdemini, o yüzden büyük resmi görme şansına erişiyor. (Söyleşi: Esra Erdoğan)
TAMER KARADAĞLI
Monument Valley’de ayın doğuşu ve güneşin batışı muhteşemdi
NASIL BİR GEZGİN: Oyuncu Tamer Karadağlı çoğunlukla ABD’ye, Teksas ya da Arizona eyaletlerine gidiyor. “Deniz, güneş tatilleri bana göre değil. Yüzmekten hoşlanmam, güneşe çıkmam. Kışın dağa gidelim, kayalım derler... Ben kar da sevmem. Tatilde kalabalıktan uzak, sevdiklerim, kızım, birkaç dostumla olmak bana yeter. 20’den fazla ülke gördüm. Tanıştıklarım, yaşam biçimleri, tanık olduğum tarih beni zenginleştiriyor. Yerel lezzetleri tatmayı severim. Gördüğüm her yer vizyonumu biraz daha genişletir. Şimdi Alaska’yı merak ediyorum.”
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: “Çöller beni çok etkiler. Eski Batı dediğimiz bölgenin her yerini gezdim. Çocukluğumda seyrettiğim kovboy filmlerinin çekildiği yerleri gördüm. Ayrıca o bölgelerde yaşayan Kızılderililerin yaşamı ilgimi çekiyor. Uçsuz bucaksız çöllerden motosiklet veya otomobille geçmek çok dinlendiricidir, terapi gibidir. Güzel bir müzikle, ıssız yollarda özgür hissederim. Arizona-Utah arasındaki Monument Valley’i bu nedenle seçtim.”
ÖN HAZIRLIK: Karayoluyla seyahat ettiğim için önceden haritadan rotayı belirliyorum. Gittiğim yerler beni hayal kırıklığına uğratmadı. ABD’de en az bir hafta 10 gün kalıyorum, planımı buna göre yapıyorum.
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Monument Valley’e Arzu’yla (Balkan) gittik. Uzun bir gece yolculuğu yaptık. Otoyoldan çıktıktan sonra Kızılderililerin yaşadığı Navajo bölgesine girdik. Zifiri karanlıkta, sadece otomobil farlarının aydınlattığı kadarıyla yol alıyorduk. Ne telefon ne de radyo çekiyordu. İki tarafımız da uçsuz bucaksız çöldü. Bir süre sonra hektarlarca orman yanıyormuş gibi bir kırmızılık gördük. Ve o kırmızılığın içinden inanılmaz büyüklükte bir ay doğdu. Sanki uzansak tutabilecektik. Müthişti. O kadar etkilendik ki, Arzu gözyaşlarını tutamadı. Sabah güneşi Monument Valley’de karşıladık. Yine muhteşem bir gün doğumu izledik. Unutamayacağımız anlardı.
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Elbette tavsiye ederim. Heyecanlı bir o kadar da dinlendirici bir seyahat olacaktır.
(Söyleşi: Esra Erdoğan)
GANİ MÜJDE
Tekneyle Fransa’dan Bodrum’a
NASIL BİR GEZGİN: Mizah yazarı Gani Müjde, gittiği yerlerde farklı yaşam tarzlarını keşfetmeyi sevenlerden. “Bir turist olmaktan çok New York’ta bankta sabah kahvesini içen bir New Yorklu olurum, Paris’te gelmeyen metroya hayıflanırım, Londra’da akşamüstü kalabalıklaşan publara takılır yandakilerin ayaküstü neler konuştuklarına kulak kabartırım. Bir gezginden çok dünya vatandaşı olmak çeker beni.”
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: Üç arkadaşıyla Fransa’dan Türkiye’ye tekne getirecekti.
ÖN HAZIRLIK: Hava durumunu takip etti, bu rotadan geçenlerden bilgi aldı.
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: “Unutamadığım gezimi geçen yaz yaptım.Fransa’nın Atlantik kıyısından tekneyle yola çıkıp Atlantik Okyanusu, Kuzey İspanya, Portekiz, fadolar, Cebelitarık, Güney İspanya kıyıları, sangrialar, İbiza, Palma De Mallorca, Mayorka, Dünya güzeli Sardinya, grappa çeşitleri, Sicilya, Yunanistan, Tsantali uzolardan bir yudum, Korent kanalı, Mikonos, Leros derken Bodrum’a vardık. Unutulur gibi değildi o iki ay... Her gece dolunayla yol alırken tanrıya binlerce kez şükrettim. Yol boyunca bize arkadaşlık yapan yunusları hiç unutamam. En sıkıntılı anlarımızda çıkıp bizi eğlendiriyorlardı.”
DOSTLARINA TAVSİYE EDER Mİ: Bu seyahati her faniye tavsiye ederim.
(Söyleşi: Esra Erdoğan)
BUKET UZUNER
Madrid ve Endülüs beni tekrar tekrar çağırıyor
NASIL BİR GEZGİN: Yazar Buket Uzuner sırtçantalı, kültür meraklı, yürümeyi ve keşfi seven, gittiği yeri beğenirse orada yaşamaya başlayabilen, dönüş biletsiz ve küçük bütçelerle yola çıkan gezginlerden. Tüm kültürleri düğününden cenazesine, sanatından yemeklerine tanımak istiyor. Üç kıtada pek çok ülke gezdi, 15 yıla yakın Afrika ve kuzey ülkelerinde yaşadı. Gelecek yıl Yeni Zelanda ve Şili’yi, sakin şehir seçilen Halfeti’yi görmek istiyor.
NEDEN BU ROTAYI SEÇTİ: İki yıl önce Sevilla Kitap Fuarı’na davet edilmişti. Konuşma ve imza gününden sonra Endülüs’ü keşfe çıktı. Kültür hayatı son yıllarda canlanan, kendisine benzettiği Madrid’e gitti. Hatta gördüklerini hazmetmek için bir haftalık konaklama süresini uzattı. Sevilla’da birkaç gün daha kaldı. “Bazı şehirler kendini hemen açmaz, tanımak için daha fazla zaman gerekir. Bazılarını da öyle çok seversiniz ki, mutlaka yine geleceğinizi bilirsiniz. Madrid öyle, ilk ziyaretimden sonra Endülüslü Sevilla da öyle oldu. Hatta Sevilla Kitap Kulübü’nden dostlarımla İstanbul’da buluşur olduk!”
ÖN HAZIRLIK: Yola çıkmadan müze ve tiyatro, opera programlarını internetten inceler, bütçeme ve zamanıma uygun biletler alırım. Benim için opera, başka kültürün halk türküsüdür, merak ederim. Madrid ve Sevil’deyse turistik olmayan Flamenko dans gösterileri için önceden bilet almıştım.
EN ÇOK NELERDEN ETKİLENDİ: Arap mimarisinin bir Avrupa ülkesinde korunması, iki farklı kültürün muhteşem uyumu etkileyiciydi. El Hamra Sarayı’nın cennet hayaliyle inşa edilmiş muhteşem bahçelerini, İspanyolların büyük saygıyla koruduklarını görmek ve daha sonra Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı ile arasındaki ruh benzerliğini fark etmek de ayrı bir etki yarattı bende. Yazmakta olduğum ‘Don Kişot’un İzinde İspanya Seyir Defteri’ gezi kitabımda Endülüs önemli yer tutuyor ve emin olun Cervantes’in Sevilla’da bile ayak izlerini aradım, buldum.
TAVSİYE EDER Mİ: Madrid odaklı Endülüs seyahatini dostlarıma sık sık öneriyorum. Hem Don Kişot’un babası Cervantes’in izlerini takip etmek, hem de Avrupa’nın bize en yakın kültürünü Endülüs’te tanımak için. Bu tarihe daha derin bakmayı kolaylaştırıyor. Uygun fiyatlı Rioja şaraplarını, deniz ürünlerini tatmak, flamenkoyu özgün atmosferinde izlememek bir başka avantajı. (Söyleşi: Esra Erdoğan)
Torpilli Seyahat yazarının 10’uncu yıl muhasebesi
Bir gün Ekşi Sözlük’te şunu okudum: “Reyan Tuvi; kesin torpilli olduğuna inandığım yazar... başka türlü kimseyi bütün bir yaz sağda solda gezdirip bir de üstüne para vermezler...” Öykümü bir de benden dinleyin.
Reyan Tuvi
Internette hakkımda yapılan yorumun farkına vardığımda aylardır evden uzaktaydım. Nemrut Dağı yolu üzerinde bir otel odasında oturmuş, Seyahat’e yazı yetiştirmeye çalışıyordum. Odanın kapısından banyoya doğru, hızla bir şey ilerledi. Olaya el atmak için gelen otel müdürünün, koridorda, “Allah, Allah, nedir bu farelerden çektiğimiz” dediğini duyabiliyordum.
Hangisi beni daha çok zorlamıştı hatırlayamıyorum şimdi, farelerin cirit attığı bir odada “Doğu’nun güneşi, tanrıların tahtı” Nemrut Dağı’nı yazmak mı, yoksa bir başka kentte, tahta kurularınca yendiğim gecenin sabahında, aynaya baktığımda gördüklerim mi?
İŞ DEĞİL, HAYAL
“Ah yolculuk, seni gidi çetin ceviz / karnıma giren ağrı gibisin! / Pireler nasıl da ısırıyor, nasıl da sert çarşaflar / Ah benim ahmak kafa / neden çıktım sanki yola?”
Winfried Löschburg’ün “Seyahatin Kültür Tarihi” adlı kitabında, 16’ncı yüzyılda, tüm zorluklara rağmen, eğlenmek ve dünyayı tanımak için seyahat etmekten kendini alamayan bir yolcu, işte böyle iç geçiriyor.
Seyahat yazarı olarak, gittiğim her yerde istisnasız birileri çıkıp kulağıma o benzer yorumu fısıldamıştır; “Şimdi sen dünyayı geziyorsun, para harcamamak bir yana bir de üzerine kazanıyorsun.” Doğruydu, ana hatlarıyla benim işim buydu...
Aralarından biri, biraz daha ileri gidip şunu eklemişti: “Valla ben buna iş değil, hayal derim!”
SEYAHAT VİRÜSÜ BABAMDAN MİRAS
Seyahat yazarlığı birçoklarına neler çağrıştırıyordu kimbilir; palmiyelerin altındaki bambu şezlonglarda hindistan cevizi suyu yudumlamak, bembeyaz yelkenliyle masmavi denizlere açılmak, mercan kayalıklarının envai çeşit renk ve şekilleriyle tanışmak, yaylalarda bulutların üzerine çıkmak, Paris kafelerinde ünlü yazarlar gibi, mütevazı seyyah defterine bir şeyler karalayıp Fransızlar gibi önemli ve klas görünmek...
Evet, bunları yapmak için para aldım, suçluyum! Ama en büyük suçlu, annemle babamdır. Rehber anne ile fotoğrafçı babadan çıkan buydu. Üzerimde pijamalar, steyşın arabamızın arkasında, abimin yanında açardım gözlerimi… Belli ki bizimkiler yola çıkmak için sabredememiş, bavullarla birlikte bizi de arkaya yüklemişlerdi. Camdan akıp giden görüntüleri odamın penceresindekilerden daha çok sevdim. Gözlerimi yollarda açtım ve yollarda yumdum. Yol kenarlarındaki kır kahvelerinde durur, saz dinler, köylülerle sohbet eder, foklorik kıyafetler giyer, göbek atar, kadın çocuk fotoğraf çektirirdik. Onlar isterdi, babam da onlara fotoğraflarını postalardı, yani gerçekten postalardı, unutmazdık, yollardakilerle dost kalırdık, her oradan geçtiğimizde uğrardık, sarmaş dolaş olurduk. Yol, benim büyüdüğümü gördü, ben de onun nasıl değiştiğini, evrildiğini... En çok Anadolu’yu sevdim, karış karış, korkmadan, gönül bağı kurarak dolaştığım Doğu ilk göz ağrım oldu...
1972 yazında, dedeme Amerika’dan bir mektup gelmiş. Uzak bir akrabası, oğlunu misafir edip edemeyeceğini soruyordu. Bir gün, babaannem panik içinde annemi arayıp, evine acayip bir kızla bir oğlanın geldiğini söyledi. Onun standartlarında saçı başı karışık, pek de temiz olmayan gençlerdi bunlar. Babaannem titizdi, onları sakız gibi çarşaflarında yatarken hayal edemedi anlaşılan. Annem ikisini de alıp eve getirdi. Hippi Richard ile yolda tanışıp beraberinde getirdiği sevgilisiyle ilk karşılaştığımda 5 yaşımdaydım. Bizde bir ay kaldılar. İzmir ahalisi, bu yalınayak, uzun saçlı misafirlere çok şaşırmıştı. Renkliydiler... Yazdıkları şiirleri, tuttukları hatıra defterlerini bize okuttular. Tarihi yerler hakkında bilgilerini paylaştılar. Kaş ve Kalkan’ı ilk defa onlardan duyduk. Yol yokmuş, bir kayık tutup gitmişler. Anneme göre, zeki ve kaliteli gençlerdi bunlar. Tek istedikleri özgür bir yaşamdı. Annem o gün bugündür akrabalarının istemediği herkesi eve getirir.
BALIKÇI MURAT’IN ŞAŞIRTAN CEVABI
O yaşlarda, tüketmeden, samimiyetle seyahat edenin, nasıl kendini ve etrafındakileri dönüştürebildiğini gördüm. Kaç ülke gördüğünün seceresini tutan, arka arkaya sıralanan hikayelerde insana dokunmayan, sokaktaki insanın bugününü olduğu kadar dününü de merak etmeyen, arka sokaklara sapmadan üstünkörü kent gezen, soğuk, mesafeli hikaye anlatıcılarına hiç kanım ısınmadı. Hep Richard’ın samimi günlüklerini hatırladım.
Tanzanya’da çantamla pasaportumu kapıp kaçan maymunu saymazsak, yollarımı kaydadeğer yapanlar hep halklar oldu. Toprağına, aşına minnet duyan, küçük hayatlarında büyük farklar yaratan, nevi şahsına münhasır kişilikleriyle hayatı renklendiren, kapısını açan, ekmeğini paylaşan, düğününe davet eden mücadeleci insanlar... 10 yıl geçmiş ama onları anmaktan hiç vazgeçmedim. Kayaköy’e yerleşip sanat kampı açan gençler vazgeçmediler... Yazık oldu, Karslı aşıklar kahvede çalıp söylemiyorlar artık. Kapadokya vadilerinde yalınayak yürüyen gençler var hâlâ... Karlar biraz eriyince, Hakkarili gençler Sümbül Dağı’na çıkacaklarmış, sıkıntılı yılların ardından Berçelan Yaylaları turizme açılıyormuş... Haşmetli surlarını barışla ısıtan bir güneş doğuyor Diyarbakır’da... Van’da ağaçlar için, Çamlıhemşin’de Fırtına Vadisi için mücadele edenler var.
Bu vesileyle, buradan hepsine ve yollarıma anlam katan tüm yoldaşlara selam olsun...
Kimi güzellikler yeniden doğdu, kimileri elden gitti
Seyahat yazarlığı, vicdan sahibi olan için biraz da Araf’ta kalmak demek. Bir yeri tanıtmakla oraya ilgi çekip bozulmasına neden olmak arasında kalıp acı çektim, bazen “gitmeyin, yataklar rahatsız, elektrik yok, haşere var, üzerine titrediğiniz arabanız yıpranır” diyerek vazgeçirmeye çalıştım ama ne kadar başarılı oldum emin değilim. Bazı yerler elden gitti, ağladım ancak bazılarının yeniden doğduğunu gördüm.
Hazır cevap Bay Balıkçı Murat
Yolculuk öncesi bu kadar okumaya, araştırmaya, kaç yıllık seyahat yazarlığına, acemilik yapılır mı? Bazen deneyimli bir seyahat yazarı olmak da fayda etmiyor; gittiğiniz yerin havasına suyuna ayak uyduramazsanız, size Mars’tan gelmişsiniz gibi bakan gözlerle karşılaşabiliyorsunuz. Trabzon’un meydanındaki meşhur Murat Balık Salonu’nda, hamsi yiyordum. Balıktan, Karadeniz’den, havadan sudan bahsederken, nedense aklıma, lokantanın genç sahibi Erkan’a, hamsilerin göç yollarını sormak geldi. Erkan’ın, kaşlarını çatmasıyla cevap vermesi bir oldu: “Ben hamsilerle mi gezirum ki, nerden geldikleruni bileyum?”
MEHMET YAŞİN
Ali Reis’in anıları 338 yıl yayımlanmayı beklemişti
Edebiyatımızda gezi türünün ilk örneği, Gıyaseddin Nakkaş’ın Çin yolculuğunu anlatan “Acaibü’l-Letaif” adlı eseridir. O günden bu güne gezi yazıları çeşitlenmiş, dergilere konu olmuştur.
Mehmet Yaşin
Farsça yazılan “Acaibü’l-Letaif,” 1422’de tamamlanmıştır. “Hıtay Sefaretnamesi” adıyla da bilinir. 1913’te Küçükçelebizade İsmail Asım tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Piri Reis’in “Kitab-ı Bahriye”si de seyahatname özelliklerini taşır. Piri Reis 1521’de tamamladığı bu kitabında, bütün Akdeniz havzasını adaları, kıyıları, limanları, iskeleleri, doğası ve iklimi tüm ayrıntılarıyla anlatır.
Seydi Ali Reis’in “Mir’atül-Memalik”i, seyahatname türünün en iyi örneklerinden biridir. Mısır Kaptanlığı’na atanan Seydi Ali Reis, bu eserinde dört yıllık maceralı yolculuğunu anlatır. 1557’de yazılan bu eserin ilk baskısı 338 yıl sonra yapılmıştır. Seydi Ali Reis’in Hint Denizi’ni konu ettiği “Muhit” adlı eseri, Katip Çelebi’nin “Cihannüma”sının ana kaynaklarından birini oluşturmuştur.
EBUBEKİR EFENDİ GÜNEY AFRİKA’DA
Evliya Çelebi’nin ünlü “Seyahatnamesi” hâlâ kaynak kitapların (özellikle benim için) başında gelir. Bu eser Türk edebiyatında seyahatname türünün anıtsal örneğidir. Evliya Çelebi 10 ciltlik bu çalışmasında, 17’nci yüzyıldaki Osmanlı coğrafyasının tarihini, insanların gelenek ve göreneklerini, folklorunu, sanatını, yörelerin yetiştirdiği önemli bilginleri, mimari yapılarını, sanatçılarını, yetiştirdiği büyük devlet adamlarını tüm ayrıntılarıyla anlatır.
Coğrafya bilgini Katip Çelebi’nin 1732’de basılan “Cihannüma”sı, oldukça önemli bir coğrafya yapıtı olmakla birlikte, bir seyahatname özelliği de taşır. Tanzimat döneminde, padişahın emriyle Güney Afrika halkına Müslümanlığı öğretmeye giden Ebubekir Efendi’nin yardımcısı Ömer Lütfi’nin, 1876’da yazdığı “Ümit Burnu Seyahatnamesi”, bu uzak yöreyi tanıtan önemli eserlerden biridir. Gemi subayı Mühendis Faik tarafından kaleme alınan “Seyahatname-i Bahr-i Muhit”, Osmanlı okurlarına uzak coğrafyaları anlatan önemli eserlerin arasında yer alır.
SİZ DE YAZIN
Seyyah Mehmed Efendi’nin 1878 tarihli “Asya-yı Vusta’ya Seyahat” adlı eseri, Osmanlı seyahatnamelerinin en genişlerinden biri sayılır.
Gerek görev, gerekse merakla yola düşen Osmanlı döneminin seyyahları, böylesine parmakla sayılacak kadar azdır. Bu isimlere benim unuttuklarımı da eklesek tatmin edici sayıya yine de ulaşamayız. Bu gezginleri, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazının başında adlarını saymaya çalıştığım edebiyat adamları izlemiştir. Ama onların eserleri, Osmanlı dönemi gezginlerinin eserleriyle baş ölçüşecek düzeyde olmamıştır.
Son dönemlerde gezilerini kaleme alanların sayısı giderek fazlalaşsa da, eser sayısında kayda değer bir artış gözlemlenmemiştir. Bu konuda en önemli görevi, Atlas Dergisi’nin gezginleri yerine getirmiştir. Tabii gezi notlarını kitaplaştıran Murat Belge, Enis Batur ile Nedim Gürsel gibi kıymetli kalemleri de unutmamak gerek.
Siz siz olun, bir gezi defteri edinin. Ve bıkmadan usanmadan yazıp, gezilerinizi ölümsüzleştirin. Kim bilir gün gelir, bu defterler Türk gezginlerinin birer pusulası olur.