Sevgilerimle

Azrail fazla mesai yapıyor.

Okyanuslar ötesinde bir kıtada konuşlanmış bir süper gücün, espri anlayışı Roma’daki Barış Konferansı’nda "Savaşa tam destekle devam" kararı çıkarmaktan ibaret olan, liderleri "Yeni bir Ortadoğu lázım", yani "Bize daha çok petrol lazım, dolayısıyla bol bol silah satmamız ve üç-beş ülke daha işgál etmemiz lázım" buyurdu diye.

Bakıyoruz öyle...

Vatan’dan Burak Kara, Lübnan’ın Sayda kentindeki CHS Güney Kompleks Hastanesi’nin morguna girmiş. İzzettin ailesinin hayatını kaybeden, sekiz-44 yaş arasındaki 11 ferdinin cesetlerinde yanık izi yok. Saç, sakal, bıyıklar yanmamış. Fakat bedenleri kömür...

Dr. Ali Mansur; "Eğer bu aile bomba saldırısıyla ölseydi cesetleri parçalanırdı, şarapnel izleri ve yaraları olurdu. Derilerinin altı dahil, saç, sakal, bıyık, her yerleri yanardı. Gördüğünüz gibi bu belirtilerin hiçbiri yok. Vücutları kömürleşmese, ’boğularak öldü’ diyebiliriz. Çok eminiz ki bu kimyasal bir silahın sonuçları" demiş.

Prof. Dr. Beşir Cham, İsrail’in fosfor bombası kullandığını iddia ediyor: "Hiç böyle bir şey görmedim. Vücutlarda yanık kokusu yoktu. Saçlar, bıyıklar yanmamıştı. Ama herkes kömürleşmiş bedenleriyle can çekişiyordu. Birkaç saat içinde tüm aileyi kaybettik. Gözümüzün önünde bir vahşete tanık olduk. Böylesi cesetler kimyasal silah dışında bu hále gelmez. Laboratuvar sonuçları katliamda hangi kimyasal silahların kullanıldığını açıklayacak. Ama bence bu fosfor. İmha edilecek bölgenin üstünde patlattığınızda aşağıda yaşayan her canlıyı kömürleştiren bir kimyasal."

ÇOCUKLARA LOLİPOP İŞKENCESİ

Ortaokulun ilk yıllarında, yabancı ülkelerden çocuklarla mektup arkadaşı olurduk. Yüzünü sadece bir fotoğraftan tanıdığımız pen-friend’imize, kenar süslü káğıtlara yazdığımız mektuplarda, onun umurunda olup olmadığını umursamadan kendi hayatımızdan detaylar anlatırdık: Annem bugün kuaföre giderken beni de yanında götürdü, canım sıkılmasın diye benim de saçımı taç şeklinde ördüler; en iyi arkadaşımla okulun yan bahçesindeki ağaçtan erik aşırdık; ablam bugün mor kazağını giymeme izin verdi; cumartesi şu filme gittik... Senin annenin saçları ne renk? Senin en iyi arkadaşın kim? Senin kardeşin var mı? Seyrettiğim film sizin orda da oynuyor mu? Bizim burda cumartesi olduğunda, sizin orda cuma mı pazar mı? Haftasonlarında okulun tatil olması ne güzel değil mi? Sizin orda da pazartesiler hemencecik geliverir mi?

Ahir zaman çocukları, şimdilerde bombaların üzerine "Sevgiler" yazıp, altına imzalarını atıyorlar.

Bu çocukların insanlıktan bir nebze olsun nasibini alamamış ebeveynleri, nasıl, ne şekil, ne mene, ne derece hasta ruhlar? Hadi diyelim ki başkasının çocuğunun başına geleni umursamayan sadist dallamanın tekisin; kendi çocuğuna böyle bir şeyi nasıl yaptırabilirsin?

Los Angeles Times’ın manşeti, Jill Greenberg’in fotoğraf sergisini manşetten vermiş. Greenberg, dünyadaki siyasi karamsarlığı yansıtmak için iki-üç yaşlarında zırıl zırıl ağlayan çocuk fotoğrafları sergilemiş. Çocukların gözyaşı ve hıçkırık "poz"larının "doğal" olabilmesi için de önce onlara lolipop verilmiş, sonra da lolipopları ellerinden alınmış. Çekim hikáyesi ortaya çıkınca, mevzu gazete manşetlerine taşınmış. Hatta fotoğrafçının çocuklara işkence yaptığı gerekçesiyle tutuklanması bile istenmiş.

ÇUKUR BİLE BİR İRTİFADIR

Vahşete doymayan insanoğlunun tarihinde herhálde her kul, kendi dönemi için aynı şeyi düşünmüştür ama yine de beynin bir köşesi, istemdışı, durdurak bilmeksizin, otomatikman hep aynı soruyu kuruyor: Hayatını idame ettirmek, karnını doyurmak gibi gaileler haricinde bir takım "çıkar"lar için kendi türünü öldüren yegáne canlı türü olan, insan denilen mahlûkat, hiç kendine atfettiği yüce hasletlerinden, erdemlerinden bu denli uzak düşmüş müydü?

Çukur bile bir irtifadır ya hani, dibin zemini yitti. Suçlu nerde? İnek içti. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Tepesinden kimyasal bomba şeyettirdik. Saçları duruyor ama gövdesi kömür. Anlayacağınız, sizlere ömür. Yandı, bitti, kül oldu.

Çocukluğun masumiyeti tartışılır bir mefhumdur elbet. Yine de sanki çocukluğun "saf"lığı hiç bu denli yalın bir kötücüllüğe yontulmamıştı.

En içimden duamdır: Olan biten şeyler karşısında midesi tutmayan, nüvesinde az biraz insaniyet kalmış olan isyanlarda insanları "demode bir romantik" olmakla itham eden bütün "modern" ve süper güçlerin, vulgar liderleri için: Münasip bir yerinizden öpsün o lolipoplar. Ve tabii bombalar...

Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız

St. Petersburg’da yapılan G8 zirvesinden hemen önce bir kısım medya, WWF / Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın Türkiye yöneticileriyle bir kahvaltıda toplandık.

Şimdilerde Irak’ta hayatını kaybeden İngiliz çocukların ailelerinin açtığı, "Hükümet bu savaşa neden girdiğimizi açıklasın" içerikli dava haklı bulunduğu için mahkeme önünde ifade vermeye hazırlanan hükümetin lideri Blair’in kulaklarını da çınlattık elbet.

Evvelki zirvelerde mirvelerde ya da iş seçim öncesi oy dilenciliğine gelince hede hödö konuşup, şirinlikten geberip, anında vaatlerinden tornistan yapabilmesinden dem vuruldu. Daha doğrusu biz bir kısım medya sorarken vurduk. Dem yani...

WWF’in yöneticileri bizden daha makul, daha yapıcı, daha ılıman, uzun vadede sonuca yönelik politika adına uzlaşmacı insanlar. Bense, çıldırmanın eşiğinde öfkeli hissediyorum. Akıl yürütme safhasından geçtim ya da henüz o mertebelere erişemedim; mütemadiyen ortalığa çemkiriyorum.

Bak şimdi Blair deyince yine sinirlendim. Neyse...

Konu başlığı dünyanın enerji politikalarıydı. Dünyanın çanına ot tıkamayan yöntemlerin benimsenmesi gerektiği filan üzerine iyiniyetle lafladık. (Ki iflah olmaz bir hormonlu Pollyanna olarak, iyiniyetin hálá eblehliğe tekabül etmediğine inanma gayretinde, azmindeyim.) (Parantezlere gelesi muharrirenin notu: Şu enerji meselesini bilahare, dersimizi iyice çalışınca, uzun uzun açacağız efen’im; şimdiden randevulaşalım isterim.) Laf lafı açtı. Güzel ve aydınlatıcı bir kahvaltıydı.

O günden beri, hayatımda yeni bir sayfa açıldı.

İlginçtir, genellikle televizyonun karşısında uyuyakalan ve sabahleyin gözünü yine kanepede, açık televizyonun karşısında açan bendeniz, kafası iyi olduğunda gece alka-seltzer içmeyi, hatta kimi zaman sigarasını söndürmeyi beceremeyen bendeniz, televizyonu, düğmesinden tamamen kapatıp yatağa gider oldum.

Sözün özü şu ki: Televizyonunuzu, kumandasıyla kapatmayın, kapatınca adam akıllı, cihazın üzerindeki düğmesinden kapatın kardeşim. Stand-by denilen hadise büyük palavra. O alet, orada stand-by’da durdukça, kapalı durmuyor. Enerji tüketiyor.

Bilgisayarınız, düğmesine basıp uyumaya gittiğiniz bulaşık/çamaşır makineniz... Durduğunu zannettiğiniz ama durmadan durduğu yerde dünyanın enerjisini emiyor.

Hani bu umrunuzda değilse şöyle söyleyelim: Sizin cebinizden de gidiyor.

Çamaşırınızı akşam, indirimli tarifeden yıkamanızı da tavsiye ettikten sonra, bir de Özgür’ün (Gürbüz) "hep şaşarım" diye dile getirdiği şeyi analım: Bu ülkede herkes, bırakın ekmeğin kaç lira olduğunu bilmeyi, hani neredeyse gazetesini alırken bile pazarlık yapmaya bu denli meraklıyken, niye dakikada kaç kilovat elektriği kaça tükettiğini hiç merak etmiyor?

Dünya elden gitmiş hadi kimsenin umrunda değil ama bakın bu umursanır bir şey olarak dikkat çeker belki: Cebinizden gidiyor.

Efharisto poli

27 Temmuz akşamı, Ziya’nın doğum gününü, Most Productions konserleri çerçevesinde Harbiye Açıkhava’da verilen Haris Aleksiyu konserinde kutladık. Káğıt mendil tüketerek. Ve "Ulan bizim ailede bile bir sürü bileni var, biz bu lisanı niye bu güne kadar öğrenmedik?" diye hayıflanarak...

"Yunanistan’ın Sezen Aksu’su" Aleksiyu, bilindiği üzre, müzikal anlamda komşu alışveriş, esinleniş, apartış hállerinde, en çok "hit"i içselleştirilmiş sanatçılardan biridir.

Müziğin dili zaten evrenseldir... De... Nasıl ki Sezen klásiklerinin en vurucu tarafı güfteleriyse, söz, öylesine önemliyse, Aleksiyu’nun şarkılarında da insan, müzik kendi başına bir yere kadar anlatsa da tam anlamıyla ne dediğini bilmek istiyor. Niye şimdiye kadar bilmediğine hayıflanıyor.

Olmasa Mektubun, Telli Telli, Beni Yak Kendini Yak, Sevgili (Bir tek sevgili), Yunanca’da nasıl terennüm edilmiş acaba? Ana tarafı silme Giritli, evinde yarım yamalak Rumca da konuşulan, hayatının ilk Batılı müzik kliplerini Yunan kanalı EPT’deki müzik programlarından izlemiş, onları izlemek adına haber bültenlerinin bile önünde mesai vermiş bir İzmirli olarak, Yunan dilinin müziğine hakim, vokabülerinde cahil biri olarak bunu niye ta 34’ünde merak edesin tuttu salak, şimdiye kadar aklın nerdeydi acaba?" şeklinde, kuruyor, kuruyor, kuruyor...

Kahve, dolma, kadayıf, rakı/uzo...

Senin midir, benim midir?

İkisi de değildir ve dahi her ikisi de birdendir: Bizimdir.

Komşu kavgası ağız tadıyla edilir. Kaldı ki biz komşu bile sayılmayız, aileyizdir.

Haricinde, ortaokulda Çeşme Festivali’nde mihmandarlık yaparken, Yunanlı grubun elemanının dediği gibi: "Bizim birbirimizle derdimiz yok; gül gibi de geçinir gideriz. Gerekirse, atlet-pijama saç-baş kavga eder, akabinde öpüşür helálleşiriz. Bin yıldır süren giden bu bok, ne onların ne bizim hazzettiğimiz ’büyükbaş’ların, yani politikacıların meselesidir."
Yazarın Tüm Yazıları