Otomotiv basınının arasında iki çürük dişiz ama ne yolu şaşırdık ne çıkmaz sokaklara daldık

Test sürüşü yarım saat içinde başlayacak.

Nihat’la bakışıyoruz.

Önümüz arkamız, sağımız solumuz değişik ülkelerden gelen gazetecilerle dolu.

Allah için hepsinin de bu işin ehli oldukları, sordukları sorulardan, elimize tutuşturulan küçük kitapçıklara attıkları bakışlardan belli...

Kimi bizim gibi markanın önemli yöneticilerinden biri olan Andreas’ın büyük ekran başındaki açıklamalarını dört kulak dinliyor, kimi zaten ezbere bildiği parkur üzerine çekilen diskuru bir kez daha dinlemekten sıkkın, gözünü havaya dikmiş dalga geçiyor.

Andreas konuşmasını bitirdiğinde aralarında bana Sanskritçe gibi gelen yabancı bir dilde konuşmaya başlıyorlar. Havada ABS, EBS, DOHC, VVT, gibi neyin kısaltması olduğunu anlamadığım harflerle, noktalı virgüllü rakamlar uçuşuyor.

İki nokta dört mü, iki nokta sıfır mı? Yüz yirmi mi, yüz kırk mı?

Nihat ile gene bakışıyoruz.

Korkudan sarardığına emin olduğum yüzüme morali bozulmasın diye hemen "Bu işin de altından kalkarız Alimallah" ifadesi yerleştiriyorum.

O da moralim bozulmasın diye başını "Evelallah" der gibi sallayıp gülümsüyor.

Kalkar mıyız gerçekten?

Onun ilk kez geldiği, benimse ilk gelişimin üzerinden neredeyse kırk yıla yakın zaman geçtiği için zar zor hatırladığım bu yabancı şehrin daracık sokaklarında yönümüzü bulabilecek, Targus nehrinin iki kıyısını birleştiren uzun köprülerinden çıkışları kaçırmadan geçip, gün bitmeden ve gece çökmeden varış noktasına varabilecek miyiz sahiden?

İşin erbabı, kıs kıs gülerek, kaybolmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyor.

Hemen hepsi iyi bildikleri şehirlerde bile en az bir kez yolu şaşırmış; kendini ya çıkmaz bir sokakta ya başka şehre giden bir otoyolda ya da ne bileyim, ufukta tek bir canlıya bile rastlanmayan ıssız kırlarda bulmuş.

Ömürlerini o şehirden bu şehre, o kıtadan bu kıtaya, o fuardan bu fuara gidip gelerek ve ondan da önemlisi her çeşit otomobile binip inerek geçiren bu insanların bile başına bunlar geldiyse, bizim başımıza neler gelmez kim bilir?

Düşünün ki, direksiyon başında İstanbul’da kullandığı otomobilin hangi marka olduğu sorusuna bile ancak biraz düşündükten sonra cevap verebilen bir pir-i-fani, yan koltukta da bu yaşa kadar sağını solunu öğrenemediği için çoluk çocuğun diline düşmüş bir hatun kişi var...

Bir fotoğrafçı ile -varsa böyle bir tanım- bir gusto yazarı.

Yani bendeniz ve Nihat Odabaşı.

Gözü keskin, kulağı delik otomotiv basınının arasında iki çürük diş gibiyiz.

Daimler-Chrysler’in Sebering modelinin dünya tanıtımı için geldiğimiz; Avrupa’nın boynu bükük ülkesi Portekiz’deyiz.

Nihat bütün sınıfı deli eden çalışkan öğrenciler gibi daha uçakta not tutmaya başladı.

Sadece fotoğraf çekmeyecek. Aynı zamanda Elle dergisinin nisan sayısına da izlenimlerini yazacak. On kişiyiz. Bizim dışımızdakilerin hepsi belli ki otomotiv basınının usta kalemleri. Nereye gittiğimizi, orada neler yapacağımızı ezbere bildikleri için gönülleri rahat. Ya uyuyor ya film izliyor ya da bulmaca çözüyorlar. İçlerinde ne Nihat gibi not tutan ne de benim gibi tek kelimesini bile anlamadığı halde elindeki broşürü satır atlamadan okuyan var.

Silindir hacmi 1,968, Supap sistemi 16v, Strok 81x95,5, Maksimum güç 140 HP, Maksimum Hız 203 gibi peş peşe sıralanan teknik özellikleri atlayıp tasarım faslına geçiyorum.

Neymiş?

Chrysler Sebering, Chrysler imzalı ızgara, incelikle tasarlanmış kaput, büyük ve kolayca fark edilen dörtlü farlar ve sis lambaları ile Chrysler markasının tipik yüzünün özelliklerine sahipmiş.

Tipik yüzün tipik özelliklerini de bilmediğim için gözümde bir şey canlanmıyor.

Bir sonraki satırda otomobilin atletik ve sportif bir gövdesi olduğu yazılı.

Sebering, anlaşılan Truva’daki Brad Pitt gibi.

Sırada iç mekan sayfaları var.

Cümle aynen şöyle: Bütün Chrysler Sebering modellerinin geniş ve iyi bir görünüş sağlayan pastel arduvaz grisi ya da pastel çakıl taşı beji olmak üzere koyu ve açık tondan meydana gelen iç mekan renkleri bulunmaktadır. Sebering Limited modelinin ayrıca mevcut lüks vurgulu malzemelerin kaplumbağa kabuğu, alaşım gümüşü, saten gümüşü ve kromu da bulunmaktadır.

Ben ki renkleri iyi bildiğimi ve farklı tonları doğru anlatabildiğimi düşünürüm, ben bile işin içinden çıkamadım. Herhalde bir yerlerde bağa var. Ön panel krom ve gümüş renklerinde olmalı. Koltuklar diyelim ki çakıl taşı beji. İyi de arduvaz neyin nesi?

Pes etmiyorum...

Sırada navigasyon sistemi var.

O cümle de aynen şöyle: Bu, sınıfındaki en iyi, gelecek nesil navigasyon radyosu, 65 bin renk destekleyebilen dokunmatik panele sahip 6,5 inç ince Film Transistor TFT içerir. Ayrıca üç boyutlu görüntüler, grafikler, animasyonlar ve çok sayıdaki font büyüklükleri ve stillerini sağlayan özelliklere de sahiptir.

Brad Pitt gitti. Yerine Yıldız Savaşlarının komuta odası geldi.

Dinlediğin şarkının bestecisini, şarkıcısını, adını söyleyebilen Gracenote veritabanını, dosyalara kolay erişimi sağlayan playlist oluşturma özelliğini, ana dikiz aynasının içerisine yerleştirilmiş mikrofonu kullanarak üç dakikaya kadar mesaj kaydı yapan ses kayıt sistemi diye uzadıkça uzayan listeden tek anladığım, Sebering’in sadece bir otomobil değil, aynı zamanda ömür törpüsü uzun yollarda sürücünün sorularına cevap veren, ona sağa sap, sola dön diye yol gösteren bir yoldaş olduğu...

Ben kitapçığın sonuna gelemeden Lizbon’a indik.

ANLATMAYA ÜÇ HARF YETERMİŞ: ŞIK

Lizbon kırk yıldır değişmemiş dersem, yalanın kuyruklusu olur. Elbette değişmiş ama alçakgönüllüğünden bir şey kaybetmemiş. Avrupa’nın kıyısında kaldığından mı, gözden ırak olanın gönülden de ırak olduğundan mı neden bilmem, ürkek bir hali var. Tıpkı kibirli, şatafatlı, zengin kardeşlerinin yanında sahip olduğu zenginliği göstermekten çekinen üvey çocuklar gibi.

İnsanı ilk bakışta şaşırtmayan ama gezip gördükçe, hissedip değdikçe kendine bağlayan bir şehir.

İlk gece şehrin en mutena yerlerinden biri olduğunu bulvara dizili dükkanlardan çıkardığımız bir semtte, o semtin "hip" tabir edilen otellerinden birinde geçirdik.

Ertesi gün macera başladı.

İlk olarak Avrupa’nın en büyük, en büyük değilse de en büyüklerinden biri olan akvaryumu gezdikten sonra Lizbon Havaalanına gidecek, orada bize verilecek Sebering’lerimize atlayıp tam tamına 104,8 kilometre yol katedeceğiz.

Varış yeri Lizbon yakınlarında 19. yüzyıl Avrupa aristokrasinin gözbebeği olan muazzam bahçelere kurulu malikaneleri ve kumarhanesi ile ünlü Estoril. Daha doğrusu Estoril’deki bir otel. Ne yazık ki hip değil, dizayn!..

Ekran başındaki Andreas lafını bağlar bağlamaz herkes ikili gruplar halinde kapının önüne dizilmiş otomobillere koştu. Bizimki 1 numara. Nihat bütün endamıyla direksiyona kuruldu. Dikiz aynasını düzeltti, vitesleri kontrol etti, elime parkur çizelgesini tutuşturup, "Hadi!" dedi.

Ne hadisi... Ben dalmış, arabanın içini seyrediyorum. Bir araba bu kadar mı uzun, bu kadar mı anlaşılmaz tarif edilir? Teknik faslını, yolu iyi tutup tutmadığını, ABS’sini, EBS’sini bilmem ama, tasarım için bir şey söyleyebilirim: Üç harf yetermiş. Şık deyip geçselermiş.

Sonra ne mi oldu?

Ne yolu şaşırdık ne de çıkmaz sokaklara daldık.

Auto Show, Auto Haber vız gelir, iki gariban autodidact olarak 104,8 kilometreyi alnımızın akıyla tamamladık.
Yazarın Tüm Yazıları