Otelden havlu aşırmak ayıp mı?

Biliyorsunuz çeşit çeşit insan var. Kiminin kelebek koleksiyonu var kiminin pul.

Benimki de ‘‘beyaz havlu’’. Dayanamıyorum. Yeryüzündeki farklı ebatlardaki bütün pufuduk beyaz havlular benim olsun istiyorum. Hababam topluyorum. Bazen satın alıyorum bazen de... En çok otellerde aşka geliyorum. Ama ayrılırken mutlaka resepsiyona söylüyorum:

-İki küçük el havlusunu yanlışlıkla bavuluma atmışım, sanırım bir de boy havlusu karışmış eşyalarımın arasına... Beni nasıl cezalandırmayı düşünüyorsunuz?

Açıklık, iyi bir silah. Yanıt, kahkahalar içinde geliyor:

-Sizi affedebiliriz. Tabii bornozu da yanlışlıkla çantaya atmadıysanız!

Yok, bornozlara ilgim yok. Ağır bir kere. Hem taşıması, hem kullanması hamallık. Peki aramızda bu havlu diyaloğunun geçtiği otel resepsiyonlarında başka ne tür faydalı bilgiler öğreniyorum? Havlu sayılmazmış! İnsanlar yokluğuyla otelcileri incitecek asıl bakın neleri bavula atarmış:

Yatak çarşafı, yatak örtüsü, pike, bornoz, saç kurutma makinası gibi banyo demirbaşı, hatta armatür (musluk, musluk!), varsa ütü, telefon, kumanda aleti, duvardaki (ve çok orijinalse koridordaki) tablolar. Bitmedi. Komodinin içinde kendi halinde duran İncil. O nedense çok baştan çıkarıcıymış! Başucu lambası, aplikler, hatta yerdeki kilimleri bile ‘‘eve yakışır’’ diye bir güzel paketleyip bavula tıkan varmış!

Bunları niye anlatıyorum?

Bu yazıyı yazarken üzerimde bir battaniye var da...

Hayır, otel değil bir uçak hatırası o! British Airways'den inerken eşyalarımın arasına karışmış, el çantamın içinde buldum onu. Hiçbir fikrim yok oraya nasıl girmiş! Ama var ya, inanılmaz işime yarıyor. Gazetedeki bu oda yaz-kış Kuzey Kutbu gibi. Donuyorum. Omuzumda battaniye, yazı yazmak pek bir havalı oluyor. Bizim gazete, Allah için personelini acayip düşünüyor. Herkesin yeri ayrı. Yok yani öyle başka müesseselerde olduğu gibi, ‘‘Sen gidersin başkası gelir’’ mantalitesi. Mesela yurt dışına filan giderken, ekranı bozuk bile olsa, elinize bilgisayar tutuşturuyorlar. O kadar düşünceliler. Benim gibi kafası bu işlere basmayan biriyseniz, aletin nuh nebiden kalma bir şey olduğunu farketmiyorsunuz, yazı filan geçebileceğinizi zannediyorsunuz, beceremeyince suçu kendinizde arayıp saçınızı başınızı yoluyorsunuz. Gazete de bu arada ‘‘Hani yazım, hani yazım?’’ diyor. Siz de mecburen Amerika'dan cep telefonunuzla yazı okuyorsunuz. Vakit yok çünkü otele gitmeye ve bu işi normal yollardan halletmeye. Gazete dönecek! İyi de benim telefon faturamı kim ödeyecek? Umarım personelini düşünür gazetem. Yoksa bu ay mahvolurum ben!

HAMİŞ: Hayır. Koca bir hayır! Indianapolis'teki Adam's Mark Oteli'nin pufuduk beyaz havluları eksilmedi. Gillette'in davetlisiydim. Birilerinin davetlisiyken koleksiyon merakım uyanmıyor. Yayın ilkelerimize aykırı...


Türkler otel yakar mı?


Herşeyden 2 tane var işte.

Dünya Basketbol Şampiyonası'nı izlemeye giden Türkler'i de kabaca 2 kategoriye ayırabiliriz:

a) Şahane ve yeni Türkler

b) Şahane olmayan Türkler

Şahane ve yeni Türkler çoğunluktaydı. Yüzde 80. Son derece Batılı'lar. Öyle iyi İngilizce konuşuyorlar ki (e zaten bir kısmı ABD'de öğrenci ya da Green Card sahibi) hiç üzerinize vazife değil ama gurur duyuyorsunuz. Dünya vatandaşı onlar. Ama aynı zamanda müthiş milliyetçiler. Labour Day Tatili'ni (İşçi Günü) değerlendirip akın akın Indianapolis'e gelmişlerdi. Bir de kafileler halinde Türkiye'den gelenler vardı. Herkes full aksesuar! Ortalık karnaval gibi. Bir adet festival de düzenlenmesin mi? Düzenlensin! Yeni jenerasyon nasıl güzel. Komplekssiz, iş güç sahibi, iyi eğitimli, kendinden emin, üstelik pek seksi. Kadınlar yani.

Şahane olmayan Türkler'e gelince, azınlıktı ama n'apalım onlardan da vardı. En yüzsüz halleriyle uçağın tuvaletinde sigara içenler, nikotin krizini bahane edip JFK Havalimanı'nın tuvaletinde de aynı haltı yiyenler, hatta Indianapolis gibi kendi halinde sessiz sakin bir kentte bile randevu evine gitmek isteyenler! Peki en traji komik olay? Sabaha karşı yangın alarmıyla uyanıyoruz. Otel personeli henüz duruma hakim değil, haliyle panik içinde anons yapıyor: ‘‘Bütün misafirler acilen odalarını terk etsin!’’ 22 katlı bir otel düşünün, millet merdivenleri kullanarak gecenin o saatinde tek tek aşağıya inecek. Sizce neden? B kategorisindeki Türkler'den biri ‘‘nonsmoking’’ (sigara içilmeyen) bir odada hem de yangın alarmının tam altında 20 tane sigara içmiş de ondan! Alarm ötmeye başlayınca da, arkadaş paniğe kapılıp, yangın söndürücüyle alarmı susturmaya çalışmış...

Bravo yani.

O da Türk.

Bu da Türk.

Söylüyorum herşeyden 2 tane var!


Ben kalp kırdım


Tamam, biraz ileri gittim.

Indianapolis için ‘‘Amerika'nın Kahramanmaraş’’ı dememeliydim. Orada yaşayan Türkler, hafif küs bir vaziyette, ‘‘Gelin sizi gezdirelim, civar göllere götürelim, balık yedirelim’’ deyince hıyarlık ettiğimi farkettim. Özür dilerim. O yazı üzerine Türkiye'de yaşayan akrabaları yemeyip içmeyip telefona sarılmasınlar mı? Sarılsınlar. Onlara ‘‘Biz de sizi adam gibi bir yerde yaşıyor zannettik!’’ demesinler mi? Desinler. Ben şimdi kafamı hangi taşlara vurayım! Hep benim yüzümden. Haklı olarak, alınmışlar. Üstelik ben çok fena bir şeyim, o gün onlarla yemeğe de gidemedim. Yine de kırık kalpleriyle mail atmışlar. Hálá bir Indianapolis'tir anlatıyorlar! İnsan hata yapabilir, hatalarından öğrenebilir ve kendini düzeltebilir değil mi? O zaman ‘‘Amerika'ın Kahramanmaraş'ı’’ cümlesini düzeltiyorum, o cümleyi yeniden şöyle kuruyorum: ‘‘Aslında o kadar da sıkıcı bir şehir değil Indianapolis, hani yaşadıkça sevdiğin yerler vardır ya, onlardan biri...’’ Barıştık değil mi, öpüyorum. Ama bir daha asla Indianapolis lafı duymak istemiyorum!

HAMİŞ: Maraşlılar niye alındı işte onu hiç anlamadım! Amerika'nın 12. büyük kentiyle kıyasladım sizin memleketi... Daha ne olsun?


Haftada kaç kere?


Yayın hayatımızın her fırsatta tekrarlanan baba konularından biridir:

‘‘Haftada kaç kere’’

Hababam yazılır çizilir.

Kaç kere seviştiğimiz, özellikle erkekler nezdinde çok önemlidir.

Skor, pek kritik bir meseledir.

İyi de erkekler ne halde yatağa giriyor?

Bunu işleyen yok.

Siz
Türkiye'de erkeklerin ortalama haftada kaç kez traş olduğunu biliyor musunuz?

Ya da haftada kaç kez yıkandıklarını?

Gillette'çilerle seyahate çıkmanın böyle bir avantajı oluyor, bu tür bilgileri küt diye öğrenebiliyorsunuz. Uzun uzun su ve traş üzerine felsefi konuşmalar yapabiliyor ve şoka giriyorsunuz.

Indianapolis'te hep basketbol mu konuşacaktık yani? Traş bıçakları, sistem bıçakları, Mach3, sensor, traş öncesi ve sonrası bakım ürünleri gibi faydalı şeyler de konuştuk.

Ve kulaklarıma inanamadım.

Su ile ilişkimiz, özellikle erkeklerinki, fena arkadaşlar.

Yıkanma (ya da yıkanmama!) oranını hiç yazmayayım, moralinizi bozmayayım.

Traş kültürü de yerlerde sürünüyor.

Haftada 2.2.

Oysa, elin
İngiliz'i haftada 5 kez traş oluyor.

Bir erkeğin traşlı gezmesi
Batı'lı ülkelerde bir gelişmişlik göstergesi olarak algılanıyor.

Bizde... Nerdeee?

Kim gidecek şimdi berbere!

Hala usturayla traş olan bir kesim var, oysa işin uzmanlarına göre bu tür traş, cilde zararlı, çünkü cildin üst tabakasını götürüyor, tek bıçaklı
‘‘kullan-at’’lar da cildi tahriş ediyor.

Peki ne yapacaksınız?

Bütün dünyanın yaptığı gibi sistem bıçakları kullanacaksınız. Cildinize ve kendinize bakacaksınız. Tabii bize de bakacaksınız! Bize kıymayacaksınız! Traşsız bir adamla öpüşmek bir kadının yüzünü ne hale getirir biliyor musunuz? Yani... Neymiş? Haftada olduğunuz traş sayısını kesinlikle arttıracaksınız. Hem belli mi olur, bunun belki skora da faydası olur!
Yazarın Tüm Yazıları