Medya imamlığı

SANMAYIN ki âleme en çok medya akıl verir. Bir de “medyaya akıl verenler” kesimi vardır ki, kılıçları pek keskindir. Keskindir ama verdikleri akla en az kendileri itibar eder. Bab-ı Âli İmamlığı’dır bu... Şimdiki imam da Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’dır.

İsterseniz neden öyle dediğimizin hikáyesine gelelim:

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 günü Harp Akademileri’nde yaptığı 2.5 saatlik sunumu anımsarsınız. Ertesi gün yani 15 Nisan’da Zaman yazarı ve Cihan Haber Ajansı (CHA) Genel Müdürü Abdülhamit Bilici, "Dağda kalsam beni kurtarır mısın Paşam?" başlıklı yazısında bir olayı anlattı. Meğer CHA muhabiri Lütfi Aykurt, haber yapmak için Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere gitmiş. İşini tamamlayıp döneceği sırada, oraya gelen askeri helikopterde Doğan Haber Ajansı (DHA) muhabirinin de bulunduğunu görmüş. Dönüşünde kendisini de helikoptere almalarını istemiş. Helikopterdeki yetkili (muhtemelen astsubay) "DHA muhabirinin izin alarak kendileriyle geldiğini" bildirdikten sonra CHA muhabirine, "Hangi kanaldan olduğunu" sormuş. "CHA"yı öğrenince Lütfi Aykurt’a, "Nasıl geldiysen öyle inersin" demiş.

Bilici yazısında ayrıca, arkadaşlarının "dağ başında bırakıldığını" söyledikten sonra konuya, "Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz" diye baktıklarını ve "sansasyon konusu yapmamaya" özen gösterdiklerini belirtiyordu.

Ama daha sonra kararlarını değiştirmiş olmalılar ki 16 veya 17 Nisan günü Zaman Gazetesi’nden bir gazeteci, Basın Konseyi’nin olay nedeniyle bir protesto metni yayımlamasını istedi.

Ancak Konsey konuyu araştırınca, "CHA muhabirine verilen yanıtın kaba olduğu ancak olayın bir protesto mesajı yayımlamayı gerektirmediği" sonucuna vardı. Nitekim CHA muhabirine verilen yanıt, Ekrem Dumanlı tarafından 24 Nisan günü haftalık "Vaaz" sütununda dile getirilince kendisine e-mail’le bilgi verildi.

Bunun üzerine Lütfi Aykurt’un "eksi 15 derece soğukta dağ başında bırakıldığı" yalanı uyduruldu. Oysa o gün oradaki hava sıcaklığının artı 13 santigrat olduğunu İlker Başbuğ 29 Nisan tarihli basın toplantısında açıkladı.

Olayın adı "ölümcül akreditasyon uygulaması" oldu. Başta Zaman Gazetesi ve ona "bağlı kuruluşlar ve kişiler" eliyle bir kampanya başlatıldı. "Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz"ın yerini "Genelkurmay bunu hep yapar, Basın Konseyi de onun dümen suyundan çıkmaz" kampanyası aldı. Nitekim Ekrem Dumanlı 4 Mayıs tarihli "Medya Vaazları" sütununda -kendisinin de Yüksek Kurul üyesi olduğu- Basın Konseyi’nin "meslek kuruluşu sayılıp sayılmayacağından duyduğu şüpheyi" dile getirdi.

En güzeli de 4 Mayıs günü Dumanlı’nın, "Bir önemli ayrıntıyı daha buraya yazmak boynumuzun borcu. Dağdaki akreditasyon haberlerini başta Doğan Grubu olmak üzere bazı medya grupları neredeyse görmedi. İşte bunu anlamak çok zor. (...)" demesiydi.

Oysa CHA Muhabiri Lütfi Aykurt’un yaşadığı olaya ilgi duymayan ne "bazı medya grupları" ne de "Doğan Medya Grubu" idi. Asıl ilgisiz ve duyarsız kalan Ekrem Dumanlı ve onun başında bulunduğu Zaman Gazetesi’ydi. Nitekim Lütfi Aykurt’un helikoptere alınmadığı tarih 31 Mart veya 1 Nisan tarihiydi.

Konu eğer önemli olsaydı CHA Genel Müdürü Abdülhamit Bilici bunu kamuoyuna duyurmak için 15 gün beklemezdi.

Sayalım ki olayı Ekrem Dumanlı zamanında duydu. O zaman sormaya değmez mi?

Ekrem Dumanlı biri 6, diğeri 13 Nisan tarihli olmak üzere 24 Nisan’a kadar iki "medya vaazı" daha yayımladı. Ama onlarda da tek kelimeyle olsun bu olaydan yani "ölümcül akreditasyon mağduru Lütfi Aykurt’un dondurucu soğukta ölüme terk edilmesinden" söz etmedi.

En güzeli de bütün bunları açıklayan bir mektup kendisine 5 Mayıs günü gönderildiği halde, kamuoyuna duyurmadığı gibi başka gazetelere ve gazetecilere "Yüzünüz kızardı mı?" diye sordu.

Kim kimi kandırıyor? Kim kime dürüst gazetecilik dersi veriyor?

Orada hiç ayna yok mu?
Yazarın Tüm Yazıları