Kayıt altına alınamayan ülkede vergi toplanamaz

HÜKÜMETİN kambiyo rejimini tadil etmesi projesi galiba suya düştü. Ortalarda dolaşan taslak metnin sahibi çıkmadı. Proje doğmadan öldü. Ölmesi de iyi oldu.

33 Sayılı Karar taslağı üzerinde tartışmalar yapılırken iş aleminin en büyük tepkisi döviz transferlerinde Maliye Bakanlığı'na bildirim yapılması sınırının 50 bin dolardan 15 bin dolara düşürülmesi konusunda oldu. Halbuki, kambiyo rejiminde düşünülen en doğru değişiklik buydu.

İş alemi, yurt dışından ne kadar döviz getirdiğini ya da yurt dışına ne kadar döviz götürdüğünü devletin bilmesini istemiyor. Kısacası, iş alemi kayıt altına girmek istemiyor. Becerebilsek, doğan çocuğumuza nüfus kağıdı çıkartmakta dahi tereddüt edeceğiz.

Döviz transferlerinde belli bir sınırı aşan işlemlerin ilgili otoritelere rapor edilmesi kara paranın aklanmasıyla mücadele çerçevesinde yapılan bir uygulamadır. Büyük devletler, bizim

gibi ülkelere bu çeşit düzenlemeler yapılması konusunda baskı yapmaktadırlar. Kaçamayız. Kara paranın aklanmasını zorlaştırıcı önlemleri biz de almak mecburiyetindeyiz.

Kara paranın önlenmesine yönelik en önemli önlem kayıt dışı ekonominin azaltılmasıdır. Kayıt dışı ekonominin büyüklüğü kara para

için cennete benzer bir ortam yaratmaktadır. Türkiye'nin bu durumu gelişmiş ülkeleri rahatsız etmektedir.

Kaldı ki, vergi toplamak istiyorsak, kayıt dışı ekonominin boyutlarını azaltmak mecburiyetindeyiz. Vergi verme durumunda olanlar ise kayıt içine girmemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kayıt altına girmekten kaçınan bir toplumda ekonomik istikrar ancak bir rüya olabilir. Dolayısıyla, enflasyonla mücadelenin en temel taşlarından biri de kayıt dışı ekonomiyle mücadele olmaktadır.

Bir gün BDDK'yı da korumaya alan çıkar


SİYASETTEN bağımsız devlet kurumlarıyla hükümetlerin çalışmasını istemek galiba çok şey istemek oluyor. Kendimizi boşuna zorluyoruz. Olmuyor. Yalnız bu hükümet değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir hükümeti siyasetten bağımsız olan kurumlarla çalışamadı.

Tarihimizin siyasetten bağımsız ilk kurumu Atatürk'ün kurduğu Merkez Bankası'dır. Banka'nın ilk Umum Müdürü tarım sübvansiyonuna finansman sağlamak için İnönü Hükümeti tarafından Merkez Bankası'ndan istenen kredi talebini enflasyon yaratır diye geri çevirmiştir. Ama, Hükümet kendi görüşü sorulmadan yardımcısını değiştirmeye kalkınca istifa etmek durumunda kalmıştır. Atatürk'ün kurumu daha ilk yıllarında kuruluş felsefesinden uzaklaşma yönünde ilerlemeye başlamıştır.

Merkez Bankası'nın yetmiş iki yıllık tarihinde görev süresi bittiği için ayrılan hiçbir Başkan yoktur. Bu süre içinde, geçmişte görev yapmış toplam 19 Başkan'dan yalnızca dört tanesi birden fazla atanmışlardır. Merkez Bankası'nda başkanlar beş yıl için atanırlar (1987-1990 arasında üç yıla indirilmiştir). 1931-1970 döneminde bir başkanın ortalama görev süresi 4 yıl bir ay 9 günken, 1970-2001 döneminde 2 yıl 8 ay 24 gün olabilmiştir.

Bir kurumun en yüksek idarecileri görev süresini bitiremiyorsa, o kurumun kendinden beklenen görevi yapması da hayal olur. Zaten sonuçtan da belli değil mi? Hükümetler Merkez Bankası'nı rahat bıraksalardı, Başkanlar ayrılmak zorunda kalmazdı. Yıllardır da, enflasyon altında yaşamazdık. Hükümetler para politikasını bir kısıt olarak görmemekte direnince Başkanlar da yerlerinde oturamıyorlar.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ‘‘bebek’’ denebilecek bir kurum. İki yıl önce faaliyete geçti. Yasası gereği siyasi otoriteden idari ve mali açıdan bağımsız olması gerekiyordu. Şimdiye kadar iki başkanı oldu. İkisi de görev sürelerini bitiremediler. Üçüncüsüne iyi şanslar!

Hükümetlere ayak bağı olan kurumların üst yöneticilerini çalışamaz hale getirmek ülkemizde çok kolaydır. Müfettişleri gönderip geçmişi denetleterek işlerini doğru yapmadıklarını ima edersiniz. Kamuoyu önünde hem kişileri hem de kurumu küçük düşürürsünüz. İhtiyaçları olan en önemli kaynaklarından biri, saygınlıklarını yaralarsınız. Kurumun diğer yöneticilerini bir yol bulup işten el çektirirsiniz. İşten anlamayan kişileri atayarak kurumun çalışmasını engellersiniz. Bu senaryo çok oynanmıştır.

Padişahlık kültürüyle hükümet etmenin bir boyutu iktidara sınır tanımamaktır. Bağımsız kuruluşlar bu kültürün kurbanıdır. Yıllarca, Merkez Bankası görevini yapamadı. Şimdi, IMF'nin koruması altına girdi. BDDK'yı da aynı gelecek bekliyor. Bir gün birileri onu da mutlaka korumaya alacaktır.

Bugün Atatürk'ün ölümünün 65. yılı. Saygıyla anıyorum.

Fakirleşip eşitleniyoruz acınacak hale sevinmeyin


DEVLET İstatistik Enstitüsü 2002 yılında yaptığı bir anketten yola çıkarak Türkiye'de gelir dağılımını çıkarıp 1994 yılında yapılan araştırmanın sonuçlarıyla karşılaştırmış. Araştırmaya konu iki yıl da krizlerin etkisini taşıdığından, sonuçlar tartışılabilir.

Araştırmaya göre, 2002 yılında gelir dağılımı 1994 yılına göre daha iyi çıkmış. Veriler yakından incelendiğinde, daha da ilginç sonuçlar çıkıyor. Ortalama tüketici fiyat endeksi ile 2002 gelirleri 1994 fiyatları düzeyine getirildiğinde, ortalama hane halkı başına gelirin 1994 yılında 165 milyon liradan 2002 yılında 131 milyon dolara gerilediğini görüyoruz.

Rakamlar bazında nüfusun yüzde 20'lik bölümleri arasında gelir dağılımı düzeliyor gibi görünse de, hane halkları giderek fakirleşiyor. Ayrıntılı bilgiler tabloda veriliyor.

Toplam hane halkının en fakir yüzde 20'sinin ortalama geliri 1994 fiyatlarıyla 1994 yılında 40 milyon lirayken 2002 yılında 34.7 milyon liraya, yüzde 13.5 düşmüş. Hane halkının en zengin yüzde 20'sinin ortalama gelirleri ise ayna bazda 452 milyon liradan 328 milyon liraya, yüzde 27.6 düşmüş. Bir başka ifadeyle, tüm gelir grupları fakirleşmiş, ama en zengin grup göreli olarak en fazla fakirleşmiş. Fakirleşerek gelir dağılımını düzeltmişiz. Bu rakamlara bakarak hiç kimse kendini başarılı görmemeli. Acınacak halimize sevinmeye gerek yok.
Yazarın Tüm Yazıları