Kaya deryasında aşk

Bodrum’dan kaçıp önce karşıdaki Kos (İstanköy) adasında balıkların tadına baktım. Sonra Bafa Gölü’ne gidip, Beşparmak Dağları’nın eteklerindeki antik Heraklia kentinde geçmişin öykülerini dinledim.

Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın davetine uyup, uzun bayram tatilinin bir bölümünde "Bodrum’dan kaçmak için" Bodrum’a gitmiştim. Geçen hafta bu kaçışın bir kısmını anlattım. Kök boyacı Yukarı Mazı, Kahpe Kaymakam’ın (veya Çerkez Kaymakam) hışmına uğrayan Halil’in çökertmesi, antikçağın Keramos’undan bugüne kalan Ören, Gökova Körfezi’ni çirkinleştiren Kemerköy Termik Santralı ve güzeller güzeli Akbük koyu...

Kaçışın ikinci gününde aslında Datça’ya geçmek istemiştik ama, motorlar çalışmadığı için rotayı Kos (İstanköy) Adası’na çevirdik. Kime niyet kime kısmet!.. Kos’a kış aylarında pazartesi, çarşamba ve cuma günleri tekne kalkıyordu. Sabah Bodrum’dan hareket 09.30’da, dönüş ise 15.30’daydı. Kışın ortasında günü birlik ziyaretin yeterli olacağını düşündük. Adayı bilenler de aynı şeyi söylediler. Çoğu yer kapalıymış. Adaya gitmek için Şengen vizenizin olması gerekiyor. Eğer günübirlik gidiyorsanız çıkış parası (haracı) ödemiyorsunuz. Gidiş- dönüş yolculuğu için kişi başı 40 Euro alınıyor.

Pırıl pırıl güneşli ama ayazın bıçak gibi kestiği bir günde, Kos’a doğru yol almaya başladık. Zeki ile benden başka Türk müşteri yoktu. Geri kalan 5-6 kişi de Bodrum’a alış verişe gelmiş olan Koslulardı. Yolculuk bir saat sürdü. Tekneden inip, Venedik kalesinin surlarının dibinden, kentin merkezi olan Elefterias Meydanı’na doğru yürüdük. Kos Bodrum’la benzer görüntüler taşıdığı için çevreyi pek yadırgamadık. Meydanda, Defterdar Camii’nin yanındaki kahveye oturup, harita incelemesi yaptık. O sırada yanımıza gelen bir kadın, kırık Türkçesi ile yazılarımı internetten keyifle okuduğunu belirtip elimi sıktı. Heyecanladım. İlk kez başka bir ülkede bir okuruma rastlıyordum. Bir iki hoş beşten sonra okurum, "Bildiğim kadarı ile siz damağınıza düşkünsünüzdür. Eğer balık yemek isterseniz Rodidissa’ya gitmenizi öneririm" diye tavsiyede bulundu.

ENFES MEZELER

Kahvelerimizi bitirince, bir acele meydanın etrafına sıralanmış olan Aya Paraskevi kilisesini, baharat ve sebze pazarını, Bodrum benzeri daracık sokakları gezip soluğu Palatanou Meydanı’nda aldık. Tüm hekimlerin atası olan Hipokrat, bu alana açılan sokakta doğmuştu. Alanın ortasındaki caminin avlusunda bulunan dev çınar ağacını, Hipokrat’ın diktiği öne sürülüyordu. Bir ağacın 2400 yıl yaşayıp yaşamayacağını bilemiyordum ama, ağaç öylesine eski ve görkemliydi ki insanın bu efsaneye inanası geliyordu.

Hipokrat sokağından sonra Kos gezisi bitti. Aslında burası on iki adanın ikinci büyük adasıydı ama, her şey yaz turizmine göre biçimlenmişti. Adanın arkasındaki plajlar bu mevsimde kapalı olduğu için, oralarda in cin top oynuyordu. Bodrum benzeri sokaklarda zaman kaybedeceğimize, bari afiyetle yemek yiyelim dedik.

Okurumun tarif ettiği küçük lokantayı, limana açılan caddelerden birinde bulduk. Oturduğumuz yerden karşıda Bodrum koyları, boz tepelerdeki beyaz siteler görülüyordu. Karşı kıyı, bağırsak duyulacak kadar yakındı. Lokantayı işleten Rodoslu kadın İngilizce bilmediği için zor anlaştık. Mutfağa girip, işaretlerle siparişimizi verdik. Başta balkabaklı mücver, bütün kızartılmış sübyeler, soğanlı fava olmak üzere her şey gerçekten çok lezzetliydi. Hele deniz çipurası ile kaya barbunu, damağımda unutulmaz tatlar bıraktı. Lokantanın sahibi karı koca, servisi bitirip bir köşede televizyon seyretmeye koyuldu. Gelen seslere bakılırsa bir Türk dizisi oynuyordu. Onları hiç rahatsız etmeden, soğuk reçine şarabı eşliğinde yemeğimizi yiyip, güneşli günün tadını çıkarttık.

Dönüş yolunda başım tatlı tatlı dönüyor, gözkapaklarım kapanıp kapanıp açılıyordu. O günü defterime, yaşamıma keyif katan günlerden biri olarak not ettim.

Son gün kaçışımızda, Bafa Gölü’nün kıyılarını hedeflemiştik. Hava yine pırıl pırıl güneşliydi. Anlaşılan kaçış fikrimiz onaylanmış, güneşten bize yardımcı olması istenmişti. Sabahın erkeninde yine yola çıktık. Biz giderken Bitez Köyü odun kokuyordu. Gecenin üşüttüğü evler, odun sobalarının çıtırtısıyla uyanmaya çalışıyorlardı.

Milas-Söke yolunda, önce Euromos yazan okun gösterdiği yere saptık. Burası Karia bölgesindeki en önemli kentlerden biriydi. Güneyindeki ovalık arazinin büyük bir kısmını denetimi altında tutuyordu. Zeytin ağaçlarının arkasına gizlenmiş olan tapınak, Zeus Lepsynos’a adanmıştı. MÖ ikinci yüzyıllın başında, Hadrianus döneminde inşa edildiği tahmin edilen tapınak, o günden bugüne orada duruyor ve ben onu fark etmeden yıllardan beri önünden geçip gidiyordum. Bu vurdum duymazlığımı fark edince kendimden utandım.

SPONSORLU TAPINAK

Prof. Dr. Bilge Umar, yöreyi adım adım anlatan kitabında, bu tapınağın bir ana tanrıça tapınağı olduğunu öne sürüyordu. Buna kanıt olarak da, tapınakta bulunan Zeus heykelinin, tıpkı Efesli Artemis ve Afrodisiaslı Afrodit gibi çok memeli olmasını gösteriyordu. Tapınağın Korint başlıklı 16 sütunu hálá ayakta duruyordu. Bu sütunların yedisinin üstüne, bunların masraflarını karşılayan hakim Menecrates ile kızı Tryphaena’nın, beşinin üstüne de hakim Leo Quintus’un adı kazınmıştı. Yani antik dönemde de sponsorluk kurumu çalışıyordu.

Ordan ayrılıp, bu sefer Kapıkırı-Heraklia tabelasının gösterdiği yöne saptık. Yıllardan beri Bodrum’a gelirken, Bafa Gölü’nün kıyısındaki kahvelerden birinde mola verirdim. Soğuk bir şey içerken, karşıdaki Beşparmak dağlarının eteğine yaslanmış olan kalıntılar gözüme çarpardı. Her seferinde karşı kıyıya gitmeye niyetlenirdim. Ama yola çıkınca, Bodrum’a kavuşmanın heyecanı ile kalıntılar aklımdan silinip giderdi. Uzaktan antik kentin duvarlarını görünce, "kısmet bugüneymiş" dedim.

Yolumuzun üstündeki Gölyaka Köyü, beyaz dumanlı bacaları bir bayram sabahı mahmurluğunu yaşıyordu. Köyün etrafını kuşatan limon ve mandalina ağaçlarından yayılan koku, odun kokusuyla karışmıştı. Kapıkırı’na giden ince yol, önce gölün kıyısına uğradı. Demir atmış kayıkların arasında yüzen pelikanlar ve meke kuşları, bizi bir süre süzdükten sonra, durgun sularda balık arama işine devam ettiler.

Küçük koyu geçtikten sonra birden kendimizi bir "kaya deryası"nın ortasında bulduk. Yuvarlak dev kayaların arasından yürürken bir masalın içinde dolaşıyormuş hissine kapıldım. Taşların çevresinde hálá düzenli şekilde uzanan antik duvarlar göze çarpıyordu. Burası Karia kenti Latmos’tu. Adını sırtını dayadığı Latmos (Beşparmak) dağından almıştı. Kral Mausolos tahta çıktıktan sonra buraya Heraklia adını vermişti. Ama Yunan dünyasında tanrı Herakles’in adını taşıyan o kadar çok kent vardı ki, onlarla karışmasın diye burası "Latmos’un Eteğindeki Heraklia" diye anılır oldu.

Antikçağda Bafa Gölü, Latmos Körfezi’nin doğu ucuydu. Batı yönünden gelen gemilerin son limanı idi. Körfezin batı bölümü, Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla dolunca, burası deniz kıyısından birkaç kilometre içeride kalan bir göl halini aldı. Suyu zaman içinde tuzunu yitirdi, bir tatlı su gölü haline dönüştü.

ÇOBAN VE TANRIÇA

Hem Shakespeare’e hem İngiliz şair Keats’e ilham kaynağı olmuş Çoban Endymion efsanesi de, Heraklia’nın sırtını dayadığı Beşparmak dağlarında geçmişti. Ay Tanrıçası Selene, bu dağlarda sürülerini otlatan yakışıklı çoban Endymion’a aşık olmuştu. İki sevgili mağarada gizli gizli sevişmeye başladı. Zeus bu durumu öğrenince, çobanı bir daha asla uyanamayacağı ama sonsuza kadar genç kalacağı büyülü bir uykuya yatırdı. Endymion, Hıristiyanlık dönemlerinde yerel bir aziz olarak karşımıza çıkmaya başladı.

Akşama kadar Beşparmak dağlarının eteklerinde koşturup durduk. Bitez Yalısı’na döndüğümüzde gün akşam olmuştu. O gün ayın ondördüydü ve koy, simli bir örtüyle örtülmüş gibi pırıl pırıl parlıyordu. Halikarnas Balıkçısı bu parıltıya "deniz sütü" diyordu. Ona göre milyonlarca mikroskopik deniz canlısı bu parlaklığa neden oluyordu. Balıkçı bu parıltıyı şöyle anlatmıştı: "Deniz sütü elektrikli bir aklıkla yanarak Akdeniz’i tam aylı gecelerdeki karlar gibi ılık bir kar denizine çevirir... Doğu-güney Akdeniz’in bu aydınlanışı hayatın sabahıdır. İşte bu nedenle Akdeniz’e, Bahri-Sefid, denizin akı, Akdeniz denir..."

Ertesi sabah İstanbul’a dönüp, kendimi kara kış kabusunun kucağında bulunca Bodrum’u şimdiden özledim.
Yazarın Tüm Yazıları