Kadın dediğin çocuğunun babasını hak eder

Geçenlerde bir medya organından aradılar: ‘Şöyle şöyle bir konumuz var. Görüş bildirir misiniz?’

E, peki, tabii ki deneriz...

Görüş alma meselesi meşakkatli bir iştir. Bir meslektaş olarak çok içeriden bir yerden gayet iyi biliriz. Dolayısıyla elimizden gelen neyse yaparız ama ben tam olarak anlayamadım, bir daha tekrar ederseniz? Konu tam olarak nedir?..

Ben konunun ne olduğunu anlamaya çalıştıkça, karşıdan başlığı tekrarlamaktan ibaret bir yanıtımsı geliyor. Sonunda TAM OLARAK ne yapacaklarını ve TAM OLARAK ne sorduklarını izah eden bir e-posta yollamaları konusunda ricacı oldum.

Bu sefer yanıt, bendenizi can evimden vuran bir cümleyle geldi: ‘Canım ne fark eder? Siz gayet güzel eleştirirsiniz işte...’

Zihnimden noktasız virgülsüz geçti. Yavşamış dilde, hayretin geçit töreni gibiydi: Nası’yaniveohafalanoldumyani!..

Az biraz daha kaşıyınca TAM OLARAK ne istedikleri, tahmin ettiğim minvalde çıktı. Esasta ‘Hep yaptığın şey güzelim. Anlamana ne gerek var? Kurcalama, sen giydir geç işte’ mánásı içeren, o tondan bir ifade...

‘A benim dingilim’ dedim ‘sende bu kafa varken, işini bu izanla yaparken, o eleştiri ‘addettiğin’ yanisi zannettiğin şeyin feriştahına esas SEN müstahaksın!’

...Demedim tabii...

LAF GEÇİREN YELLOZ CADI

Daha yuvarlak bir şeyler söyledim: ‘Ah, dün arasaydınız belki ama maalesef bugün durduk yerde kimseye bok atma modumda değilim.’

Tamam, Pamuk Prenses ya da Pollyanna olduğum konusunda ısrar edecek derecede içgörü yoksunu değilim.

Biliyorum yani, Semraanım’a baktığımda fedakár ana rolünde bir Adile Naşit’i, delikanlı áleminin ‘baba’larına baktığımda hem güldürür-hem ürkütür, sevecen bir Hulusi Kentmen’i görmeyi beceremediğimi...

Olmuyor... Benim bünye ancak bir yere kadar salağa yatabiliyor.

Bu metnin bir yerlerinde, o arkadaşın izanında olanların fikrine göre, Cem Özer’e ‘giydireceğim.’

Tüm bu laf kalabalığından sonra kulağa sahtekárca gelebilir ama oldum bittim Cem Özer’in çok iyi bir aktör olduğunu düşünmüşümdür.

Gelin görün ki ne zaman Cem Özer’e sempati beslemeye niyetlensem, misál, mesleki bir performansını beğensem, ‘Hah, bu sefer galiba billboard’suz bir ilişkiye girmeyi becerdi’ diye düşünsem, niyetim ve düşüncem koskoca bir PÖFFF! nidasına dönüşüyor.

Dilerseniz kabilede ismim Şafak Demeden Grup Demeden Laf Geçiren Yelloz Cadı olsun ama dedim ya, bünye reddediyor; kıvıracak değilim.

Cem Özer, Nurgül Yeşilçay ile bekledikleri çocukla ilgili açıklama yapmış: ‘Pek çok kadının bugüne kadar benden benzeri talepleri oldu, hep ‘hayır’ dedim. Fakat Nurgül, çocuğumun annesi olmayı fazlasıyla hak ediyor.’

Çift, yuvalarını ‘mutlu ama sade bir yaşam felsefesi’ üzerine kurmuşlar. İsteseler magazin gündemini işgal edebilirler, hatta evlilik görüntülerini 50 bin dolara kanallara pazarlayabilirlermiş ama yapmamışlar.

Ne zaman Cem Özer’in ağzından böyle bir laf duysam, aklıma meselá kendisinin TV’de ilk kez Yastık Altı Hikáyeleri’ni anlatmakla böbürlenen ‘o’ kişi olduğu geliyor. Ki Hıncal Uluç’un Tavuk Suyuna Çorba hikáyelerini pazar yazısı olarak kakalamasıyla böbürlenmesi gibi bir şeydir bu.

TEBRİKİN TAKDİRİ SİZE KALMIŞ

Ya da ne bileyim, Esin Maraşlıoğlu’nun yağlı boya tablolarının önünde pek maşuk pozlarla fotoğraflar çektirdiği dönemlerde, Kaya Çilingiroğlu ile Hülya Avşar’ın birlikteliği üzerine mahremiyet tiradı atması gibi bir şey...

Hepsini de yapmıştır yani...

Umarım Allah doğacak çocuklarının sağlıklı ve mutlu büyümesini nasip eder.

Gelin görün ki birinin, hamile eşinden ‘Benden çocuk sahibi olmayı hak ediyor’ şeklinde bahsetmesi, bana en hafif tabiriyle çiğ geliyor. Dedim ya, kılın tekiyim.

Son olarak, cümlenizin bayramını tebrik ederim. Fakat tabii benim gibi bir kılkuyruğun iyi dileklerini kabul edip etmemek de tabii sizlerin takdirine kalıyor.

Statükocu gençler yüzünden Andrew Mango’dan utandık

Geçtiğimiz haftaki Abbas Güçlü ile Genç Bakış programının vuku bulduğu yer Yeditepe Üniversitesi, konu 10 Kasım ve Atatürk, konuğu ise BBC eski Türkiye Masası Şefi ve Atatürk kitabının yazarı Andrew Mango idi.

Programı bilmeyenler için: Her hafta, bir üniversite ziyaret ediliyor ve davetli konuk, üniversite öğrencilerinin sorularını yanıtlıyor.

Programı izlerken, ‘Yakında bir oda, bir salondan ibaret evinde 230 adet kedi besleyen ya da Gelinim Olur Musun?’a, Oya Aydoğan’ın sabah programına telefon açıp kıçını yırtan o kadınlardan da olur muyum acaba?’ diye paniğe kapıldım.

Zira fark ettim ki, mütemadiyen, yüksek sesle televizyonla konuşmaya başlamışım!

Ne zaman öğrencinin biri ayağa kalksa ve ‘Atatürk olsaydı şöyle mi yapardı, böyle mi derdi?’ şeklinde bir soru sorsa basbayağı sinirli bir tonla car car cevap yetiştiriyorum:

‘Muhtemelen Atatürk yaşasaydı; ‘Sen bu kadar bağnaz sorular sormaya, bu yaşında böyle statüko ağzıyla konuşmaya utanmıyor musun çocuk? Ayrıca n’apıcan benim ne yapacağımı? O zamanın şartları farklıydı, şimdinin şartları bambaşka! Sen önce kendi beynini kullanmayı öğren!’ şeklinde azarlardı! Sana ne! Bu nasıl bir GENÇ BAKIŞTIR??? Sen ne düşünüyorsun, en ufak bir fikrin var mı onu söylesene!’

Atatürk’ü çok seven ve muhtemelen Türkler’in büyük bir çoğunluğunun anladığından daha iyi anlayan Andrew Mango da öğrencilerden yediği fırçayla kaldı; biz oturduğumuz yerde utandık.

‘Bir yabancı Atatürk hakkında nasıl ahkám keser’miş!

Ah Atatürk; ‘Beni anlamak demek...’ diye başlayan o ünlü vecizesini sarf ederken her zamanki gibi bir şey bilirmiş...
Yazarın Tüm Yazıları