Film gibi heyecanlı bir müze hikâyesi...
Küçük ancak iyi düzenlenmiş Uşak Arkeoloji Müzesi’nde MÖ 6’ncı yüzyıla ait Lidya eserleri, namıdiğer Karun Hazinesi’nin birbirinden çarpıcı parçaları sergileniyor. Kaçak kazılarla New York’a giden, badirelerle yuvaya dönen ve tekrar çalınan kanatlı denizatı broşu 2.500 yıllık yolculuğunu tekrar müzeye dönüp tamamladı. Gidip görmek için engelimiz kalmadı...
Her şey bir dostumuzun hediye getirdiği kitapla başladı. Kitabın kapağında kanatlı denizatı altın ışıklar saçıyor, üzerinde durduğu ‘The Lydian Treasure’ (Lidya Hazinesi) ismini aydınlatıyordu. Bahsi geçen hazinenin Karun Hazinesi ile ilişkilendirildiği aklımın bir köşesinde yer etmişti. Fakat hazinenin maceralı öyküsünü hiç okumamış olmak benim gibi kahverengi yol tabelalarına meraklı birini utandırmak için yeterliydi.
Okudukça hem mahcubiyetim hem de şaşkınlığım arttı. Türlü badireler atlatıp uzun yıllarını New York Metropolitan Müzesi’nin mahzeninde geçiren hazine nicedir burnumuzun dibinde sergileniyormuş. Aynı hafta sabah erken Uşak’ın yolunu tuttuk. Daha önce bir-iki kez yanından geçip gittiğimiz Kula Peribacaları’na da bu kez yarım saatimizi ayırmayı ihmal etmedik. Ne de olsa mahcubiyetimizi telafi etmek için çıktık geziye.
YOLDA PERİBACALARI VAR
Ürgüp’ün küçük ve mütevazı versiyonu bizi sitemsiz karşıladı. Ilık havanın, parlak güneşin ve yosun tutan taşların dinginliği insanı öyle yarım saatte bırakacak gibi değildi. Manzarayı izlemek için otomobilden indiğimiz yamacın kıyısında tüm gün oturup peribacalarını incelememek için kendimi zor tuttum. Aklımızda Karun Hazineleri, tekrar yola koyulduk. Yolda notlarımı gözden geçirmeye başladım.
Bazı kaynaklar üç büyük dinin kitabında geçen, zenginliği dillere destan Karun’la Lidya uygarlığının son kralı Kroisos’un aynı kişi olduğunu söylüyordu. Başka kaynaklar ilgisi olmadığını vurguluyordu. Ben bu iki varsayıma da burun kıvırdım. Anadolu’daki bir medeniyetin izleri yeterince heyecan vericiydi.
60’lı yıllar arkeolog görünümlü yerli ve yabancı kaçakçıların karış karış ülkeyi kazdığı yıllardı. Uşak yakınlarındaki beş tümülüs, Toptepe, İkiztepe, Aktepe, Basmacı ve Harta da böyle bir ortamda oranın yerlileri tarafından talan edilmişti. Bulduklarını birer traktör parasına antikacılara satmışlardı. 70’lerin başında Metropolitan Müzesi bu eserleri toplamıştı. Fakat sergilemeye cesareti yoktu. Çünkü çalıntı eserleri satın aldığı ortaya çıktığında bütün itibarı zarar görecekti.
Müze uzun yıllar bu eserleri mahzende tuttu. Fakat bağışçıları, New York’lu zengin sanatseverler rahat durmuyor, müzeye baskı yapıyordu. Nihayet 1984’te müze dayanamayıp koleksiyonun bir kısmını Türkiye’nin ve Lidya uygarlığının adını anmadan ‘Doğu Yunan’ eserleri adı altında sergiledi.
Sunday Times muhabiri Peter Hopkirk duyumu arkeoloji tutkusuyla bilinen gazeteci Özgen Acar ile paylaştı. Acar, Türkiye’de haber yaparak olayın yankı uyandırmasını sağladı; dava açıldı. Altı yıl boyunca müze eserleri geri vermemek için direndi. Zaman aşımına çok az bir süre kala 432 parça eserin tamamı Türkiye’ye iade edildi.
Uşak Arkeoloji Müzesi’ne ulaştığımızda öğle saatleriydi. Cumartesi olmasına rağmen müzede dört-beş kişi vardı. Onlar da kısa sürede çıkınca bizden başka kimse kalmadı. Tenhalığı pandemiye bağlamak istedim ama yurtdışında olsa müzenin girişinde oluşacak kuyruk gözümde canlanıp canımı sıktı.
Küçük ancak iyi düzenlenmiş Uşak Arkeoloji Müzesi’nde ikinci kat paraya ayrılmış. Lidyalıların bastığı ilk örneklerden başlayıp paranın tarihsel sürecine tanıklık etmek ilginç bir deneyim.
Üçüncü kattaysa MÖ 6’ncı yüzyıla ait Lidya eserleri namıdiğer Karun Hazinesi’nin birbirinden çarpıcı parçaları sergileniyor. Meşe palamutlu altın gerdanlık; ayakları koç başına dayanmış, aslan kuyruklarına tutunan insan figürlü gümüş sürahi; som altın takılar; incecik işlemeleriyle gümüş kepçelerle pek çok sofra aksesuarı; altın ve camın birlikte kullanıldığı bilezikler...
İKİ KEZ ÇALINDI, GERİ GELDİ
Her detay insanın gözlerini kamaştırıyor ama en çok da dönemin ince ruhuna ve zanaatına hayran kalmamak elde değil. Benim için koleksiyonun en heyecan verici parçası kanatlı denizatı broşuydu. Bu parça Amerika’dan sağ salim ait olduğu topraklara ulaşmış, ancak dönemin müze müdürü tarafından tekrar çalınmıştı. Müdür, broşun taklidini sergiye koymuş, aslını yanına alıp İstanbul’un yolunu tutmuştu. Kaçakçılar buluşma yerinde broşu alıp kontrol bahanesiyle müdürü eli boş bırakmıştı. Bir yıl sonra sergilenen broşun sahtesi olduğu anlaşılmış, müdür tutuklanmıştı. Bir kez daha yer yerinden oynamış, olaya bu kez Interpol de dahil olmuştu. Haber tüm dünyada yankı uyandırdığı için broşun el değiştiremeyeceği kesindi ancak en çok korkulan şey altın broşun eritilmesiydi. Derken broş Almanya’da bulundu ve 2005’te ait olduğu topraklara tekrar döndü.
Kendi döneminden 2.500 yıl uzakta maceralarına devam eden ve iki kez dünyayı dolaşan broşun önünde saygıyla eğildim.
Dönemin müze müdürünün çaldığı kanatlı denizatını (üstte) hırsızlar da ondan çaldı. Ünlü eseri satamayan hırsızlar Almanya’da savcılığa teslim etti; eser eve döndü.
ULUBEY KANYONU’NDA SOLUKLANIN
Zamanda yolculuk edip yorulduk ve hazinenin ihtişamından gözlerimiz kamaştı. Ruhumuzu doğada dinlendirmeye karar verip direksiyonu dünyanın ikinci büyük kanyonuna, Ulubey’e kırdık. Çocukluğumdan beri her tür yeryüzü şeklinden etkilenip heyecanlanırım. Fakat Ulubey’de soluğum kesildi. Böyle anlarda dünyanın kocaman ve biricik olduğunu anlamak, insanın ve sorunlarının küçücük görünmesine yarıyor.