Fransa’nın gülen yüzü

13. yüzyılda aydınların, yazarların ve kralların sığınağı olan Loire Vadisi’nde önce Rabelais’nin doğduğu eve gidip Gargantua’nın yaratıldığı toprakları gördüm.

Sonra Balzac’ın sığındığı şatoda Vadideki Zambak’ı nasıl yazdığını düşledim. Şatoları gezdim, damak çatlatan yemeklerini yedim, lezzetli şarapları içtim, Fransa’nın pek bilinmeyen yüzüyle tanıştım.

Bu kez bildik Fransa yerine, pek bilinmeyen Fransa’ya gittim. Ülkenin orta kesiminde, Loire Nehri’nin suladığı bu bereketli, güleryüzlü vadi, 13. yüzyılda ülkenin entelektüellerinin en rağbet ettiği topraklardı. Yazarlar, ressamlar, şairler, başta Orleans olmak üzere, Loire Vadisi’ndeki kentlere akın etmişlerdi. Bunda, bu toprakların kraliyetle iç içe olması da önemli rol oynamıştı. Uzun süre bir yerde ikamet etmekten sıkılan kraliyet ailesi yüzünden, vadinin dört bir yanı birbirinden güzel şatolarla süslenmişti. Rönensans’ın en güzel yapıları, Loire Nehri’nin suladığı topraklarda inşa /images/100/0x0/55eac0c1f018fbb8f8947c17edilmişti. Uçsuz bucaksız tarlaları, üzüm bağları, damak çatlatan mutfağı, dünyanın en lezzetli beyaz şarapları, meyvemsi, hafif alkollü, serin kırmızı şarapları, bozulmamış Ortaçağ köyleri, keşfedilmeyi bekleyen romanesk kiliseleri ve muhteşem şatoları ile Loire Vadisi, Fransa’nın gülümseyen yüzünü gözler önüne seriyordu.

Bu vadiye yaptığım gezinin ilk bölümünde gittiğim kasabalardan, köylerden, şatolardan ve yediğim yemeklerden söz etmiştim. Bu hafta ise devamını getireceğim.

Sabahlarımız oldukça erken başlıyordu. Çevrede o kadar çok görülecek şato, dinlenecek öykü, tadına bakılacak yemek vardı ki, zamanı iyi kullanmamız gerekiyordu. Yine soğuk ve güneşli bir sabaha uyanmıştık. Tarlalardan kopup gelen rüzgar, yanaklarımı pembe pembe kesiyordu. Birlikte yola çıktığımız rehber arkadaşım Serdar Arnas, "Sadece kahve iç çıkalım, sana kahvaltı için sürprizim var" dedi. Zaten kahvaltıya pek yüz vermiyordum. Kalori hakkımı öğle, özellikle de akşam yemeklerinde kullanmak istiyordum. Köylerin, tarlaların arasından geçip, Lerne Köyü’ne vardık. İçin için heyecanlanıyordum. Çünkü 15. yüzyılın önemli yazarlarından biri olan Rabelais’nin doğduğu ve ünlü eseri Gargantua’yı yazdığı evi görecektim.

GARGANTUA

Rabelais’nin 1494 yılında doğduğu La Deviniere malikanesi, arduvaz çatılı 4-5 evden oluşuyordu. Yazar, ortadaki iki katlı evin ikinci katında doğmuştu. Dört kardeşin en küçüğü olan François’nın tüm çocukluğu bu yörede geçmişti.

Yıllar önce hayranlıkla okuduğum Gargantua denen dev, işte bu evde yaratılmıştı. Merdivenlere oturup kitaptaki serüvenleri hatırlamaya çalıştım: Paris’teki Notre Dame Kilisesi’nin kocaman çanlarını nasıl kaçırdığını, işediğinde kadın ve çocukları saymazsak tam 260 bin 418 kişinin nasıl boğulduğunu, bir oturuşta birkaç düzine jambon, füme sığır dili ve tonlarca balık yumurtasını nasıl gövdeye indirdiğini, içkiye sabahtan başlayıp fıçılarla şarabı içtiğini, altı hacıyı salata yapıp nasıl yediğini...

Serdar "hadi" demese, gün boyu oturacaktım o basamaklarda. Lerne’nin dar sokaklarında yürüyüp, küçük bir fırının önünde durduk. Burası fuas denen küçük pidelerin, çöreklerin, nefis baget ekmeklerin yapıldığı bir fırındı. Bölge zaten ekmekleriyle ün salmıştı. Hele baharatlı ekmeklerini yemeye doyum olmuyordu. Fırının içi mis gibi ekşi maya kokuyordu. Meğer Serdar’ın sürprizi bu çöreklermiş. Öylesine tahrik olmuştuk ki, arabaya bininceye kadar sıcak fuasların yarısını mideye indirmiştik bile.

Yine ormanların, tarlaların, bağların, eski köylerin arasından dolanıp, bir başka yazarın peşine düştük. Bu kişi, ünlü Honore de Balzac’tı. Yazarın en verimli döneminde yaşadığı Sache Şatosu, diğerlerine nazaran oldukça küçüktü. Balzac, bu şatodaki en manzaralı odayı kendisine ayırmıştı. Çalışırken keşişleri andıran beyaz bir gecelik giyen Balzac, pencere kıyısındaki masasına oturuyor, kaz tüyü kalemiyle hiç ara vermeden 14-16 saat yazı yazıyordu. Bu süre içinde de durmadan kahve içiyordu. Daha sonra da iki tekerlekli arabasına binip, çevrede tur atıyordu. Balzac, ünlü romanları "Goriot Baba" ile "Vadideki Zambak"ı burada yazmıştı. Çevrenin görüntüsünü ise birçok romanında kullanmıştı.

ÖĞLE ZİYAFETİ

Gün öğleye yaklaştıkça hava daha da ısınmıştı. Çevre bahar kokuyordu. Loir Nehri’ne dal atmış olan serviler, daha bir canlanmış gibi göründü. Mayıs ayında doğada ne muhteşem cümbüş olurdu kim bilir? Sırada bu sefer "Azay le Rideau" Şatosu vardı. Burası, Loire Vadisi’ndeki en çekici ve en kadınsı şatoydu. Indre Nehri’ne yansıyan görüntüsü, oda ve salonlardaki muhteşem şömineleriyle insanı kendine aşık ediyordu.

Güzel bir öğle yemeğini hak edecek bir tempoda gezmiştik. Döndük, dolaştık, sorduk soruşturduk ve yemek yiyeceğimiz yeri bulduk: L’etape Gourmande.

Burası küçük bir çiftlikti. Şömine, yemek salonunu ısıtmıştı. Yemekleri beklerken önden birer kadeh soğuk "Sancerre" istedim. Bölgede üretilen bu şarap, dünyanın en lezzetli beyazları arasında yer alıyordu. Yemekte başlangıç için, pesto ve pancar soslu taze keçi peyniri ısmarladım. Bölgenin mantarlarının tadına bakmak için küçük bir porsiyon Galipettes’i de (kömürde mantar) ihmal etmedim. Ana yemekte ise Chinon’un hafif, berrak, meyvemsi ve serin kırmızı şarabı eşliğinde ilikli sığır eti yedim. Frenk üzümlü tart ile de yemeğe noktayı koydum.

Şatolar gezmekle bitmiyordu. Serdar rotayı çizerken en önemli olanları seçmişti ama liste yine de kabarıktı. Sırada Jardins de Villandry vardı. 16. yüzyıl mimarisinin en güzel örneği olan Villandry, vadide yapılan son büyük Rönesans şatosuydu. Bahçe, mutfak bahçesi, süslü bahçe ve su bahçesi olmak üzere üç kattan oluşuyordu. Sebze bahçesinde, her bitkinin tarihi ve neye iyi geldiği levhalara yazılmıştı.

Şatodan ayrılıp, bir köy kahvesinde bir solukluk mola verdik. Kahvemi yudumlarken, huzur içindeki bu toprakların aslında benim için "zararlı" bir yer olduğuna karar verdim. Her köşebaşı, insanı yemeye ve içmeye teşvik ediyordu. Damak çatlatacak kadar lezzetli olan yemekleri ve içecekleri geri çevirmek için yüksek irade gerekiyordu ki, o da ben de yoktu. Neyse ki gezi sürem kısaydı!.. Dönünce uzun bir süre aç gezeceğimi biliyordum.

ŞATO GEZMEK ZOR

Kısa moladan sonra önce "Uyuyan Güzel" masalına esin kaynağı olan Usse Şatosu’na gittik. Şatonun küf kokan odalarındaki "Uyuyan Güzel" düzenlemesini görünce hayal kırıklığına uğradım. Oradan kaldığımız kentin tepesini süsleyen Chinon Şatosu’na tırmandık. Aslında şato gezmek, oldukça kondisyon isteyen bir eylemdi. Çoğunluğu tepede olduğu için tırmanılan yokuşlar ve katlar arasındaki dik merdivenler insanı nefes nefese bırakıyordu. Burası yıkık dökük bir şatoydu. Onun için hızla gezip, dar sokaklardan aşağı indik.

Başta Votaire Sokağı olmak üzere, 15. ve 16. yüzyıl evlerinin sıralandığı sokaklar, Ortaçağ filminin çekildiği bir seti hatırlatıyordu. Bir evin üstünde 1450 tarihi yazılıydı. Bu ev yapıldığında Fatih İstanbul’u henüz ele geçirmemişti diye düşündüm. Sokaklar bittiğinde gün de bitmiş, gri karanlık kentin üstüne çökmüştü.

Vadideki son akşam yemeğimi deniz mahsullerine ayırdım: Marul, su teresi, pırasa ile yapılmış tarak salatası, harcına yılan balığı ve ançuez eklenmiş sazan balığı köftesi, dondurma eşliğinde taze çilek. Yemeğin yanına ise bölgenin ünlü beyaz şaraplarından istedim: Başlangıç için Sancerre, sonra Pouilly Füme ve Muscadet.

KADINLARIN ŞATOSU

Son gün yine erken başladı. Bugün son iki şatoyu görüp, akşamüzeri üç saat uzaklıktaki Paris’ten uçağa binip dönecektik. İlk olarak romantik bir zevk sarayı olan Chenoncea’ya gittik. Cher Nehri’nin iki yakası arasında uzanan şato, bir dizi kemerin üstüne inşa edilmişti. Şato hep kadınların elinde biçimlenmişti. İlk sahibesi Catherine Briçonnet ilk bölümü yaptırmıştı. II. Henri’nin güzeller güzeli metresi Diane de Poitiers bahçelerle, nehrin üstündeki kemerleri ekletmişti. Kralın karısı Catherine de Medici köprüyü galeriye çevirtmişti. III. Henri’nin yaslı karısı Louise de Larrine, tavanı matem rengi olan siyaha boyatmıştı.

Daha sonra Amboise kentine gidip, Leonardo da Vinci’nin üç yıl yaşadığı ve öldüğü Le Clos Luce’yi gezdik. Vinci Müzesi’ne dönüştürülen evin duvarlarına ünlü sanatçının özdeyişleri asılmıştı. Bunlardan bir tanesi, sanki bu güleryüzlü vadinin sırrını ele veriyordu: "İnanıyorum ki insandaki mutluluk, iyi şarabın bulunduğu yerde başlar." Sonra kralların konutu Amboise Şatosu’na gidip Vinci’nin mezarını ziyaret ettik.

Şatoları, tarlaları, bağları, ormanları, acelesiz akan Loire Nehri’ni, Ortaçağ köylerini, siyah damlı evleri geride bırakıp Paris’e doğru yöneldiğimizde, bu vadiyi özleyeceğimi hissettim. Şarapların ve yemeklerin tatlarını ise hiçbir zaman unutamayacağımı biliyordum.

NOT: Eğer Loir Vadisi’ne yolculuk yapmaya niyetlenirseniz, daha fazla bilgi için www.dunyaninrenkleri.com sitesini ziyaret edebilir veya 212-351 0301 no’lu telefonu arayabilirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları