Datça’nın karşı yakası

Geçen hafta, yabancı gazetecilerle Datça Yarımadası’ndaki gezimizin ilk bölümünü anlatmıştım.

Konuklarımızı Kumlubük, Akvaryum, Kadırga, Gerbekse koylarında lacivert sularla tanıştırmış, Asarcık Tepesi’nde, Helenistik dönemden kalma Amos harabelerine tırmanmış, teknede birbirinden lezzetli yemeklerle ziyafet çekmiştik. Bu hafta ülkemizi tanıtma görevinin (!) devamını anlatacağım.

Kumlubük’e kuşbakışı bakan Dionysos tesislerinden (www.dionysoshotel.net) yola çıktığımızda, güneş henüz kızgın oklarını fırlatmaya başlamamıştı. Muhteşem gökyüzü, mehtap, yakamozlar, dağların silueti derken coşkuya gelip geceyi uzatmıştık. Bu yüzden de konuk gazeteciler erken kalkmakta zorlanmıştı. Tabii ben de... Tesisin sahibi Ahmet Şenol ise kuşlar gibi şakıyor, sahile, tekneye giderken günün programını anlatıyordu.

Kumanyayı yerleştirdikten sonra demir alıp yola koyulduk. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sessizliği sadece denizin fışır fışır yırtılmasının sesiyle rüzgarın halatlara sarılırken çaldığı ıslık bozuyordu. Şamatacı tur tekneleri, hız motorları henüz güne başlamamıştı. Koylara kıçtan kara yapmış "mavi yolculuk" teknelerinde de yaşam belirtisi yoktu henüz. Onlar da feneri geç söndürmüştü anlaşılan.

Önce Bozuk Bükü’ne girdik. Burası antik Loryma’nın bulunduğu yerdi. O dönemde stratejik bir limandı. Çünkü, Ege Denizi’nde Rodos ile Anadolu sahilleri arasında sefer yapan gemilere korunaklı bir kucak açıyordu. Ayrıca Atina donanması burada toplanıp sefere çıkıyordu. Loryma adına, İ.Ö 5. yüzyılda Atina-Sparta savaşını anlatan Tukydides’in yapıtında rastlandığına göre, burası oldukça eski bir yerleşim yeriydi. Bütün bunları kale yıkıntısının bulunduğu tepeye tırmanırken anlatıyordum ama, kimsenin beni dinlediğini zannetmiyordum. Çünkü sıcak bastırmış, yürümek zorlaşmıştı. Herkesin aklının fikrinin, biraz önce demirlediğimiz koydaki kristal sularda olduğunu tahmin edebiliyordum.

Akropol Tepesi’ndeki kaleyi gezip, koya döndük. Ahmet Şenol kahvaltıyı hazırlarken, ben konuk gazetecilere serin sularda eşlik ettim. Kahvaltıdan sonra Bozburun’a doğru yelken açtık. Bu cümleme bakıp da aklınıza halatlarla, iplerle verdiğimiz zahmetli bir uğraş gelmesin. Ahmet Şenol sadece iki düğmeye bastı. Önce ana yelken, sonra cenova açıldı. Artık her şey otomatikleşmişti. Yine de yelken kullanma hakkında bir şeyler bilmek gerekiyordu tabii ki.

Yelkenler şişince motor sustu. Ortalıkta sadece rüzgar ve dalga sesi kaldı. Tekne, rüzgarın ters istikametine hafifçe yatıp su üstünde süzülmeye başladı. Konuk gazeteciler sabah mahmurluğunu katlayıp bir kenara koymuşlar, bir önceki günkü şen şakrak maskelerini takmışlardı. Bunda yelkenin, cennet koyların, lezzetli kahvaltının olduğu kadar, Ahmet Şenol’un ikram ettiği şampanyaların da katkısı büyüktü.

SİMİ ADASI’NDA ZORUNLU MOLA

Sol tarafta pusun ardına gizlenmiş Rodos’un silueti görünüyordu. Rüzgar yeterli olmayınca Ahmet motoru da yardıma sokmuştu. Önce Bozburun Koyu’nda kıyı kıyı dolaştık. Koydan çıkıp Datça’ya doğru dümen kırmıştık ki, motor bir-iki öksürükten sonra sustu. Bütün uğraşlara rağmen bir daha ses vermedi. Bize zorunlu bir Simi Adası yolculuğu göründü. Bu yolculuğun hoşuma gitmediğini söyleyemem. Çünkü bu küçük adayla uzun süreden beri bakışıp dururduk. Simi’nin görüntüsü, tam karşısındaki Bozburun’u andırıyordu. Yani ağaçsız, boz tepelerden oluşan bir adaydı. Halbuki bundan asırlar önce, buranın tersanesinde yapılan gemiler dillere destandı. Demek ki şimdinin boz dağlarını süsleyen ormanlar, kesile kesile gemilere kereste olmuş, geriye dikili birkaç ağaç kalmıştı. Osmanlı Devleti 300 yıl yönettiği adaya Sömbeki adını takmıştı. Bu adın, ada tersanelerinde üretilen ve "Sümbek" adı verilen hafif ve hızlı teknelerden kaynaklandığı öne sürülüyordu.

Rüzgar fazla esmediği için pörsüyen yelkenlerimiz bizi yavaş yavaş limana soktu. İlk görüntü etkileyiciydi. Limanı çevreleyen tepeleri, neoklasik tarzda inşa edilmiş taş evler süslemişti. Çoğu kirli sarı, beyaz, vişne çürüğü uçuk mavi boyalı olan evler Simi limanına antik bir görünüm veriyordu. İnsan kendini antik Roma’nın veya Atina’nın bir semtinde sanıyordu. Gördüğüm en güzel, en renkli, en derli toplu Yunan adasıydı Simi.

Ahmet Şenol buraya sık sık geldiği için hemen herkesi tanıyordu. O motorla uğraşırken, gazeteci arkadaşlarımla limanda "piyasaya" çıktım. Teknelerin çoğu Türklere aitti. Mağazalarda, kahvelerde Türkçe kelimeler uçuşup duruyordu. Adanın erkekleri, bir zamanlar sünger avcılığı ile ünlenmişti. Şimdi denizde sünger kalmamıştı ama dükkanlarda süngerden geçilmiyordu.

Tekneye dönüp, yemek için seçenekleri gözden geçirdik. Ahmet Şenol, herkesin uğrak yeri Manos’u önermedi. "Hem pahalıdır hem servisi kötüdür" dedi. Ben telefona sarılıp bu işleri iyi bilen Nedim Atilla’yı aradım. O "meraklının yeri" anlamına gelen Meraklis’e gitmemizi söyledi. Bir başka bilen Teoman Hünal, Mythos’u tavsiye etti.

GECENİN TADI

Ahmet Şenol tüm önerileri dinledikten sonra, tepenin ardındaki Pedi Koyu’na gitmeye karar verdi. Gideceğimiz lokantanın ismi Katsaras’tı. Denizin tam kıyısındaydı, salaş bir görünümü vardı. Tahta masaların üstüne beyaz kağıt örtüler örtülmüştü. Şansımıza ay dolunay kılığına bürünmüş, denize yakamozlar saçıyordu. Havada balık ve yağ kokusu vardı. Aşçı, balıkları sahilde temizliyor, artıklara küçük balıklar üşüşüyordu. Büyülü bir geceydi. Yabancı gazeteci dostlarımıza zorunlu olarak ada tanıtımı da yapmıştık.

Mezeler bildik mezelerdi. Papalina balıkları fazla yağ çekmişti. Bizim Cunda’da olsa bunlar kıtır kıtır kızarırdı. Beyaz peynirleri çok lezzetliydi. Tek farklı meze, parmak boğumu büyüklüğündeki karideslerdi. Başları ayıklanan bu minik karidesler, kabuklarıyla çıtır çıtır yeniyordu.

Teknede kamaraları konuklara verip Ahmet Şenol’la güverteye uzandık. Yıldızları, ayı, samanyolunu seyrederken uyku bizi alıp uzayın derinliklerine götürdü. Ertesi gün sorunları çözüp, yola çıktığımızda vakit öğleyi geçmişti. Kuvvetli bir rüzgar vardı. Yelkenler, bir martı kanadı gibi rüzgarla dolmuş, tekneyi suyun üstünde uçuruyordu. Geldiğimiz kıyılardan, koylardan geçtik, tembelliği düşlerle süsledik ve beş saat yolculuktan sonra tekrar Kumlubük’te demir attık.

Ertesi gün İstanbul’a dönecektim. Gazeteci konuklarım ise Datça civarındaki koyların tadını çıkartacaktı. Akşam, denizin hemen kıyısındaki "Dionysos Sea Club"ta, barın iskemlelerinde başladı. Güneşin son ışıkları, gökyüzünü boyayıp karşıdaki dağların kıvrımlarında kayboluyordu. Yırtılan çarşaf deniz, dalga dalga kıyıya ulaşmaya çalışıyordu. Keyifli düşlere dalmak için tam zamanıydı. Biz de öyle yaptık, konuşmadan kendi düşlerimizin içinde dolaşıp durduk.

Kıyıdaki lezzet durağı

Kıyıdaki Dionysos Sea Club’ı Türkiye’nin birkaç kadın şefinden biri olan Didem Şenol yönetiyordu. Yemek bilgilerini New York’un önemli okullarında edinmiş, İstanbul’da önemli şeflerin yanında tava sallamış, vakti gelince kendi restoranını açmıştı. İki yıldır da bu "üst düzey" lezzet durağının şefliğini üstlenmişti.

Restoran kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi. Tek kusuru ise manzarasıydı. Masalardan görünen manzara öylesine güzeldi ki, insan yemeğe konsantre olamıyordu. Önden çam balı ve çam fıstığı ile tatlandırılmış ılık keçi peyniri, füme palamut, limonlu fasulye ezmesi, acılı sote ahtapot yedik. Ana yemek için seçim yapmakta zorlandık. Karamelize edilmiş taze incirin üstünde sunulan deniz levreği yedim. Gazeteci dostlarım ise pastırmalı humusla servis edilen süt kuzusu pirzolasını tercih etti.

Gazeteci dostlarımız iki gündür bu dünyanın dışında geziniyordu sanki: Lacivert deniz, akvaryum gibi koylar, tepelerdeki kalıntılar, rüzgar, dalga sesi, ay ışığının altında yenen lezzetli yemekler derken cennetin yeryüzündeki izdüşümünü görmüşlerdi. Onlara veda ettiğimde yüzlerinde gülücükler açıyordu. Bu gezi hakkında ne yazdıklarını ise henüz okuyamadım. (Dionysos Sea Club 252-476 75 52)
Yazarın Tüm Yazıları